Avrupada Kadınlar, Göçmenler ve Kürtler
2015 yılında büyük göçler yaşandi ve devam ediyor. Göç alan ülkelerin insanları, trenlerle getirilen göçmenlere yardım edebilmek için Tren istasyonlarında bekleyenlerinden tutalımda götürüldükleri sığınma kamplarının kapılarına yığılan yiyecek ve giyeceğe kadar dayanışmada bulunan bir kültürde ortaya çıktı. Halklar arasında gelişen bu dayanışma ruhu ve sahiplenme hiç beklenilmeyen bir sonuçtu ve ürkütücüde. Almanya başta olmak üzere birçok ülkede göçmenlerin kamplarının yakılması, sokak ortasında arabayla üzerinden iki üç defa geçerek faşistler tarafından katledilmeleri kamuoyunun vicdanında devletleri sorumlu hale getirdi. Kapitalizm ile hümanizm karşı karşıya gelmeye doğru gidiyordu ve bunun önüne geçilmeliydi. „Almanya adalet bakanı Maas, Bild am Sonntag gazetesine Köln’deki taciz ve tecavüz olaylarıyla ilgili açıklamasında “Eğer kişi suç işlemek için böylesi vahşi bir gruba katılıyorsa, bu bir şekilde planlanmış bir şey gibi görünüyor. Kimse bunun kararlaştırılmış ve hazırlanmış bir şey olmadığını söyleyemez.”1 diyordu. Olaylar adalet bakanının dediği gibi planlanarak yapılmışta olabilir ama bunda göçmenlerin ve yardım eden kurumların zarar gördüğü ( devamı günlerde telefonla aranarak tehdit edildikleri basına yansıdı) bir gerçek. Irkçılık güçlenirken diğer yandan gelişen dayanışma ve sahiplenme zayıflatılmaya ve körleştirilmeye çalışılmıştır.
Yeni yılın ilk günlerinde Almanya tecavüz ve taciz olaylarıyla çalkalandı Köln’de yılbaşı gecesi 90 kadın taciz ve tecavüze uğradığına dair polise şikayette bulundu. Bu sayı bu kadarla sınırlı kalmadığı gibi Duisburg ve Hamburg’da da benzeri olayların yaşandığına ilişkin haberlerde Köln’de yaşananların yanı sıra açıklandı. Bu olayların sorumlularının daha çok Afrikalı ve Asyalı olduğu taciz ve tecavüze uğrayan kadınların polise verdiği ifadelerden tespit edilmiş. Tabii ki aralarında Alman, Amerika‘lı ve Sırplarında olduğu açıklansa da çoğunluğunu Afrika‘lı ve Asyalıların oluşturması sorunu kadına taciz ve tecavüz edilmesinin sorgulanmasından ve neden bir gecede böyle artmış olmasına dikkat çekilmesinden uzaklaştırarak bu suçu işleyenlerin çoğunluğunu göçmenlerin oluşturmasına hapsedildi. Bu suç Almanya‘da hiç işlenmiyor da göçmenlerin yarattığı bir suçmuş gibi lanse edildi.. O kadar çok üzgün ve perişan oldular ki Hiristiyan Demokratlar Birliği (CDU) hemen mecliste “Tehlikeli Göçmenlerin“ sınır dışı edilmesi için yasaları birkaç günde çıkardı.
Olaya, ertesi gün tepkiler yağmaya başladı. Önce kadınlar taciz ve tecavüz olaylarının gerçekleştiği katedralin önünde eylem yaptılar. Medya olayın nedenlerine yönelmektense göçmenler üzerine kilitlenmesinde önemli bir rol oynadı. Tüm bunlarla birlikte ırkçı ve ayrımcılığın örgütlü yeni versiyonu PEGİDA aynı yerde miting yapacağını açıkladı. Sonuçta devlet, medya ve ırkçılık elele göçmenleri tacizci ve tecavüzcü olarak toplumsal hafızaya kazımış oldu. Diğer yandan Paris’teki kitle katliamlarını IS gerçekleştirmiş olmasına rağmen bu olaylarda gözler bir şekilde göçmenlere döndü. Her iki olayda da terör ve tecavüzün kaynağı sorgulanması gerekirken göçmenler hedef alınarak göçlerin nedenleri olan yoksulluk ve savaşları üreten kapitalist-emperyalist sistem kendini masum ve kurban gösterebilmek için elinden geleni yaptı.
Tarih boyunca cins, inanç, ulusal ve etnik farlılıkları sömürü için, baskı ve savaş aracı olarak kullanan sistem günümüzde de savaşlarla Asya ve Afrika ülkelerinde ekonomi, eğitim sağlık ve kültürel yaşamları felç ederek toplumsal ilişkileri de dumura uğratmıştır. Kadın ve erkek arasında kendini gösteren toplumsal ilişkiler savaş koşullarında tamamen gerilere doğru savrulmaktadır. Bu savrulma Asya ve Afrikalı toplumlar için yoksulluk, din gericiliği ve milliyetçilik üzerinden savaşlarla karşılık bulsa da kaynağı emperyalizmdir. İnsanlar kendilerini, karar vermedikleri, seçmedikleri açlık, yoksulluk ve savaş koşullarından kurtarabilmek için göç ederlerken yanlarında savaşlardan önceki toplumsal ilişkileri bile değil, yoksulluk ve savaşlar içinde felç edilip dumura uğratılmış ilişkileri alıp gelmektedirler. Geldikleri ülkelerde yaşamlarına başlarken bu toplumların kadın bakış açısı üzerinden kendilerine yön vermektedirler.
Başta emperyalist ülkelerin en büyük gelir kaynaklarından birini fuhuş sektörü oluşturmaktadır. Bu konuda başı çeken ülkelerden biride Almanya’dır, fuhuş serbest ve yıllık 1.4-1.6 milyar Euro arası gelir elde edildiği bilinmektedir. 2006 dünya futbol şampiyonası Almanya‘da oynanırken en çok konuşulan konu futbol değildi. Fuhuş için getirilen 40 000 kadın ve Berlin, Köln ve Dortmund’da açılan genelevlerdi. Tecavüz ve taciz olaylarının en çok yaşandığı ilk on ülkeden İngiltere’de her yıl 85.000 kadın tecavüze, Almanya’da 2 milyondan fazla kadın cinsel istismara, ABD tecavüzün en yoğun yaşandığı ülke. …tecavüze uğrayanların %10’u erkek her 6 kadından biri ve her 33 erkekten biri tecavüze ve tacize uğramış vaziyette. Üstelik bu durum kurbanlar henüz 13-14 yaşlarındayken başlıyor. Önemli bir kısmı da aile içinde yaşanmış olaylar. Fransa’da 1980 yılına kadar tecavüz bu ülkede suç bile değildi. Yılda hala 75.000 kadın tecavüze uğruyor. Kadınları korumak için kanunları yetersiz kalıyor2. Bu rakamlarla anlatılan ise kadına tecavüz ve tacizin her toplumun kendi gerçekliği olduğudur. Göçmenlerin üzerine yıkarak kendi kadın gerçekliklerinin üstünü örterlerken diğer yandan kadının mağduriyetini dahi nesneleştirerek tehlikeli göçmenleri geri gönderme yasası çıkarttılar. Peki kendi tecavüzcü vatandaşları içinde aynı yasayı uygulayacak mı? Yoksa ceza yasaları mı ağırlaştırılacak? En başta Bild gazetesi olmak üzere yazılı ve görsel basında kadın bedenin kullanılmasının önüne geçilmesi için bir hazırlık var mı? Emeği üzerindeki ikili sömürüden eğitimdeki ayrımcılığa vb kadar haksızlıkları giderecek yasalarda hazırlanıyor mu? Evet cevapları olmayan bu soruları daha da çoğaltabiliriz ama kadının, Katedralin önünde erkekler tarafından tecavüze uğradığı kadar, parlamentoda siyaseten tecavüze uğradığı kesinleşmiştir.
Bu yılın Ocak ayı Kürtler için direnişin daha da büyümeye devam ettiği bir aya döndü. Cizire’de, Silopi’de ve daha birçok yerde direnen halk ve uluslararası dayanışma Kürtlerin taleplerinin kabul edilmesi için omuz omuza olmaya devam ediyor. Öz savunmalar artık kadın öz savunmaları olarak kadının mücadelesinin önemli bir mevzisine dönüştü. Diğer yandan Cenevre’de yapılamayan toplantıya Kürtlerin kabul edilmemesi için her türlü yolu deneyen Türk devleti Kürtlere yönelik katliamlarına devam etmektedir. Cenevre görüşmeleri olacak mı Kürtler katılacak mı diye tartışmalar bir yanda sürerken SYKES-PICOT anlaşması hatırlanarak süreç herkes tarafından anlaşılmaya çalışıldı. Bu anlaşma 1916 da dönemin süper güçleri Fransa ve İngiltere arasında Osmanlının nasıl parçalanacağı ile ilgili bir anlaşmadır. Fransa ve İngiltere 1916’da aralarında anlaşarak 1923’te Lozan’da kendi çıkarları doğrultusunda diğer devletlere kabul ettiriyorlar. Kısacası o dönemin süper güçleri Fransa ve İngiltere’nin kendi çıkarlarına göre Osmanlıyı parçalayıp Kürtleri dörde bölerek çizdikleri Ortadoğu haritası, bugüne kadar savaş alanı olmaktan öteye gidemedi. Bugün Cenevre’de Kürtlerin katılması ya da katılamaması durumunu Türk egemenleri kendi başarıları olarak lanse etseler de durum onların bu rüyalarını gerçek sanmalarından ibaret. Asıl mesele bugünün süper güçleri Amerika ve Rusya’nın aralarında anlaşma meselesidir. Diğer yandan Kürtlerin olmadığı bir toplantıda Kürtler ve bölge ile ilgili alınacak kararları Kürtler neden kabul etsinler yada o kararlar ne kadar Kürtlerin çıkarlarını temsil edebilir.
Tarihsel olarak bakıldığında dahi masada bir çözüm bulunmamaktadır. Ortaya çıkacak şey ise Lozan’da nasıl kendilerine uygun devletler ve sınırlar (Türkiye, İran,Irak ve Suriye vb gibi) çizdilerse bugünde hangi emperyalistler olursa olsun aynı amaçla sınırlar çizeceklerdir. Dolayısıyla o sınırların içi halkların hapishanelerine ve mezarlıklarına dönüşmeyeceğini kimse iddia edemez.
Diğer yandan Sosyalizmin alternatif olarak ulusal mücadelenin yanında gelişememesi yada bir güç olarak kendini var edememesi sürecin emperyalistlerce bu noktaya getirilmesinde belirleyici olmuştur. Bugün dayanışma, seçim ittifakı vb ile tanık olduğumuz devrimci hareketlerin sesi tamamen KUH içinde kaybolmuş kendi özgün güçlerini geliştirme ve özgün siyasetlerini belirleme koşullarını doğru tespit edip konumlanamamışlardır. Devrimci güçlerin bu süreçteki en önemli görevi şovenizme ve din gericiliğine karşı Kürtleri desteklemenin yanı sıra ayrı bir cephe açmaktır. Devrim ve sosyalizm mücadelesi sadece destekleme ya da yanında olmak demek değildir. Aksine İşçi sınıfı ve tüm emekçilerin birliği önündeki engellerin başında gelen milliyetçiliğe ve din baskısına karşı eşitlik ve adalet mücadeleleri örgütlemektir. Her sınıf kendi savaşını verir ama işçi sınıfı ( ve tüm emekçilerin birliği) tüm savaşların kaderini belirler. Ekim devrimi nasıl emperyalizme geri adım attırdıysa gelişecek olan devrimler de aynı adımı attıracaktır. Bunun için sol(devrimci ve komünistler) olarak Kürtleşmek değil, devrimci ve komünistler olarak asıl görevimiz işçi sınıfının ve emekçilerin birliğini engelleyen her türlü gericiliğe ve şovenizme karşı savaşmaktır. Açıkçası görevimiz KUH içinde kaybolmak değil sosyalizmin bayrağını yükseltmektir.
1 http://www.haberself.com/ Dünyada Tecavüz ve Taciz Olaylarının En Çok Yaşandığı 10 Ülke
2http://www.haberler.com/alman-adalet-bakani-maas-yilbasindaki-cinsel-taciz-8050742-haberi/
04.02.2016
SILA DOĞRU