ADKH 6. Kurultay Sunumu
TARİHTEN GÜNÜMÜZE KADIN MÜCADELESİ VE DURDUĞUMUZ YER
“Kadın işçiler kadının özgürlüğünün ayrı değil, büyük sosyal sorunun bir parçası olduğundan tamamen emindirler. Bu sorunun bugünkü toplumda hiçbir zaman çözülemeyeceğinin, ancak toplumun köklü değişiminden sonra bunun mümkün olabileceğinin de bilincindedirler… Kadının özgürlüğü, tüm insanoğlunun özgürlüğü gibi, yalnızca emeğin sermayenin boyunduruğundan kurtulmasıyla olacaktır. Sadece sosyalist toplumda, kadınların işçiler gibi haklarının tam sahibi olması mümkündür.”(24) Clara Zetkin
Tamamen, ekonomik sistemlerden kaynaklı her sistemin kendine özgü ortaya çıkardığı sömürü biçimleri var olmuştur ve her dönemin kendine ait, haksızlıkları eşitsizlikleri kendini göstermiştir.
Şu anda da dünyada emek sermeye çelişkisi, ezilen uluslar, ezilen inançlar, cins sorunu gibi eşitsizlikler, haksız savaşlar, işgaller, giderek yoksullaşan bir çoğunluk vb eşitsizlikler gündemdedir.
Ama bütün bu eşitsizliklerden bir tanesinin kesinlikle diğerlerinden ayırt edilip özenle incelenmesi gerekir ki, bu da ezilen cins olarak kadının toplumsal konumudur.
Cins sorununu özenle ele alınmasını gerektiren özelliği binlerce yıllık olması değil, aynı zamanda bugüne kadar değişik pencerelerden ele alınarak doğru bir çizgide mücadelesini verilmemesidir, her verilen mücadele anlamlı olduğu kadar eksiklikler ve hatalarda içerir.
Binlerce yıldır eşit olamamış bir cinsin, özgür olma mücadelesinden bahsediyoruz. Tabiatın, doğa koşullarının, çocuk doğurmanın vermiş olduğu doğal şekillenişten dolayı var olma mücadelesi veren kadın bir şekilde öne çıkmıştır ve bu öne çıkış aynı zamanda onun yaratıcılığını da geliştirmiş ve birçok işi deneme yanılma yöntemiyle bulmuş ve idare etmeyi öğrenmiştir. Ancak özel mülkiyetin ortaya çıkması, insan emeğinin ve özelde de kadın emeğinin görünmez kılınması, sınıfların ortaya çıkması ve yaşanan bütün sınıflı toplumlarda daha çok dibe çekilen bir kadın çığlığından bahsediyoruz.
Kadın; tarih boyunca din, ahlak, kültür, değer yargıları vb anlayışların hedefi durumunda olmuştur. Kadın olmasından kaynaklı biçilen tüm roller, gerici egemen ideolojiye tabi ve bir bütün olarak kadını yok sayan anlayışlardı.
Bu cendere altında kadın toplumsal gücünü yitirmiş bir cins olarak erkek egemenliğinin belirleyiciliği ve kadının zayıflığı anlayışıyla cins bilincini geliştirememiştir. Kendisine öğretilen cins bilinciyle sürekli edilgen babasına, eşine tabi olan, ailenin devamını sağlamakla yükümlü, korunmaya muhtaç, tek başına toplumda var olamayacağını düşünen düşün dürtülen bir kadın durumu var ortada. Yasa koyucuların en gerekli gücü olurken bir taraftan da kendisini yok etmiştir. Burjuva erkek egemen sistemin kadına yönelik anlayışlarını bir şekilde onaylamış ve yeri geldiğinde boyun eğmiştir. Aslında bu durumundan dolayı bir yönüyle bu sistemin devamcısı olma durumunda kalmıştır.
Bu durum günümüzde hala devam etse de kadının özgürlük mücadelesi için can bedeli sokağa dökülen kadın kitlelerinin bıraktığı miras bugün üzerinde yükseldiğimiz temeldir. Tarihe şöyle bir baktığımızda örgütlü mücadeleyi Fransız devriminden başlayarak ele almak, günümüze ışık tutacaktır.
İlk burjuva devrimi olan 1789 Fransız devriminde kadınlar tüm gücüyle devrimdeki yerini almış, büyük fedakârlıklar göstermiştir. En ön saflarda mücadele eden kadının devrimden sonra eski konumundan ileriye taşınabildiği söylenemez, sadece devrime katılmakla kalmayan kadınlar, kitlesel kadın eylemlikleri örgütlediler ve Fransa çapında kadın dernekleri kurdular. Cinslerin eşitliği istemi, kadın hakları ve özgürlüğü düşüncesini dillendirmeye başladılar. Devrim meclisi tarafından yayınlanan insan hakları bildirgesinin gerçekte erkek hakları bildirgesi olduğunu anlayan devrimci kadın önderler, buna karşın kadın hakları bildirgesi yayınladılar ve ’ kadının idam sehpasın çıkma hakkı varsa, kürsüye çıkma hakkı da olmalıdır.’ diyerek toplumsal ve siyasal eşitlik talep ettiler. Burjuva devrimi bütün talepleri ret ederek ve bu talepleri dile getiren kadın önderleri giyotine yollayarak, tüm kadın örgütlerini kapatarak bu devrimin kadını özgürleştirmesi sorunu olmadığını ortaya çıkardı.
Kapitalizmin geliştiği ve buna karsı keskinleşen sınıf çelişkisinin sonucu olarak sınıfsal mücadelelerin yükseldiği 1800’li yıllarda, kadın sorunu, Marx ve Engels’in materyalist tarih anlayışı ile yeni bir perspektif sunduğu bir duruma ulaştı. Engelsin ‘ailenin özel mülkiyeti ve devletin kökeni’ yapıtı ile geniş detaylandırıldığı kadın sorunu toplumsal devrimin bir öznesi haline geldi. Ekim devriminde kadınların oynadığı rol ve bu şanlı mücadele tarihinde ortaya çıkan kadın önderlerin sayısı hiçte azımsanmayacak niteliktedir. Fabrikalarda başlayan direniş ruhu devrim sırasında en ileri cephelerde savaşa götürdü kadını. Clara, Rosa, Kollontai, Krupskaya, gibi kadın önderler, bugün elimizde meşale olarak tuttuğumuz kadının kurtuluşu yolunu aydınlatmışlardır. Fakat kadınlar savaş sonrası erkek egemen anlayışla yüzleşmek zorunda kaldılar. Faşizme karşı aynı cephelerde erkeklerle aynı koşullarda savaşan kadın zafer sonrası erkekler gibi hareket edemiyordu. Savaşa katılan kadınlara kötü gözle bakılıyordu birçok kadın yıllarca savaşa katıldıklarını ve kahramanlıklarını gizleyerek yaşadılar. Kadınlar yeni Sovyet’in yönetim organlarında yer almak yerine evlerine, çamaşırhanelere ya da bakım evlerine gönderildiler.
Çin’de ise devrimden önce adı bile olmayan, tüm feodal değer yargılarının kıskacı altında erkeğe bin bir ihtişamla sunulan bir kadın kitlesi vardı. Devrim mücadelesi sırasında kadınların ideolojik ve politik olarak eğitilmeleri sağlandı. Kadına bakıştaki erkek egemen anlayışı erkeklerinde kavraması noktasında eğitim verildi. Öncü kadın yaratma çalışmaları ve bilinci verilmeye çalışıldı ve kadının kadın olmaktan kaynaklı özgün sorunlarının giderilmesi noktasında adımlar atıldı. Bunların hepsi çok önemli çalışmalardı ama yine de tarihten gelen erkek egemen anlayışın değer yargıları ve içselleştirilmiş olan kültürü sürekli kadına kadın olduğunu hatırlatıyordu. Devrim mücadelesinde çok önemli rol oynayan kadınlar kazanımların ardından geriye itildiler. Sektörler göre konumlandırıldılar.
Bütün sosyalist devrimlerde erkeklerle beraber en ön saflarda savaşan, örgütlenen kadınlar, devrimden sonra cins devrimini tamamlamalarını sekteye uğratan politikalarla karşılaşmıştır. Fabrikaya, toplumsal üretim hayatına değil, eve davet edilmiştir. Entelektüel hayatta, toplumsal hayatta öne çıkması şöyle dursun, hayatın parçası olmasına dair bazı yönlerden geride bırakılmıştır.
Enternasyonal proletaryanın dünya çapında kazandığı mevzilerdeki yukarıda izah ettiğimiz ülkelerde ki devrimci iktidarlar döneminde kadını gerisin geriye geleneksel ilişkiler ağına geri itilmesi yeniden erkeğin gölgesinde bırakılması ve bu sosyalist ülkelerde ki yeni burjuvazinin iktidarı yeniden ele geçirmesi ve sınıf kutuplaşmalarının derinleşmesi nedeni ile, her bir iktidarın yıkılmasının bir sonucu olarak dünyada ki kadın hareketlerinin komünist devrimlere olan güven ve inancının zayıflamasına yol açtı. Bunun bir sonucu olarak kadın hareketleri dünya çapında mevcut gerici sistemleri ve özel mülkiyetçi ufku aşamayan liberal hareketlerin ve reformist hareketlerin etkisine girerek bu sınırlar içinde kalmıştır.
Bizler öncelikle geçmişten bugüne kadın mücadelelerini özümsemeli, geçmiş deneyimleri çizgilerini doğru sorgulayarak, doğru bir mücadele hattı ve çizgisi belirlemeliyiz. Buradan hareketle, değişik coğrafyalardaki kadın mücadelelerine gelirsek;
Başta Hindistan, Bangladeş, Endonezya olmak üzere birçok ülkede kadın ve çocuklar kurulan fabrikaların modern köleleri olarak çalıştırılmaktadırlar. Tayland, Kamboçça daha birçok ülkede sayıları giderek artan kadın fuhuş batağına sürükleniyor. 21. yüz yılda kadınlar orta çağ da ki gibi İran’da, Afganistan’da, Suudi Arabistan’da recim cezasına çarptırılıyor. Taciz ve tecavüz kurbanı kadınlar yasalarca korunmak bir yana azmettirmekle suçlanıyorlar. Yine yakın zaman da Türkiye Kuzey Kürdistan da olduğu gibi kendi bedenleri üzerindeki söz hakları Kürtaj vb. yasaklarla elinden alınıyor. Ezilen halklar cephesinde mücadele yürüten politik kadınlar faşist iktidarların hedefi haline gelerek işkencelere uğruyor, hapis cezalarına çarptırılıyorlar. Kadının mücadelesinin Kürt kadını özgülünde bugün geldiği yer önemli bir aşamadır ve Kürt kadının sesi bugün yankısını bulmaktadır. Paris’te katledilen üç yiğit Kürt kadının da bu özgürlük mücadelesinin en önemli sembolleri durumuna gelmiştir.
Orta Doğu’ya geldiğimizde Orta Doğu kendine has anlayışları, değer yargıları, din üzerinden kadın cinsinin hiçleştirildiği ve aynı zamanda da emperyalist işgalcilerin talan savaşları ile sürekli katliama uğrayan acılar çeken, sindirilen, bedeni üzerinde hiçbir hakka sahip olmayan kadınların yaşadığı bir coğrafya. İç içe geçen faktörlerin sarmaladığı farklı dinamikleri barındıran Orta Doğu bugün itibariyle emperyalist saldırganlığın planları doğrultusunda kaynayan bir kazana dönüşmüştür. Yıllardır diktatörlüklerini sürdüren bir zamanlar emperyalist egemenlerce iktidara getirilen diktatörler yine aynı egemenlerce tahtlarından alaşağı edilmiştir. Tam da bu savaş ortamında kadınlarda özgürlük talebiyle sokaklara dökülmüş ve isyana katılmış ve taleplerini dillendirmiştir. Ama gelin görün ki “Arap Baharı” olarak adlandırılan bu süreçlerde kadın adına bahar ne yazık ki gelmemiştir. Birkaç örnek verecek olursak Mısır’da, Tunus’da, Yemen’de ve Libya’da özgürlük için sokağa çıkan kadına yeni iktidarlar şeriat kanunlarının dayandığı anayasaları gündeme getirerek ve kadınların bazı ülkelerde temsil haklarını nerdeyse kaybettiklerini görmekteyiz. Ve yine şiddet artmış, kadın sünnetleri devam etmekte ve örtünen kadın sayısında artış görülmektedir. Yani sözün kısası Orta Doğu’da kadın olmak bıçak sırtında yaşamak demek.
Kadının demokratik mücadelesinde ve özgürleşme arayışında hareketler baktığımızda Feminizm gündeme gelmektedir. Feminizm burjuva demokratik devrimler sürecinde, burjuva demokratik bakış açısıyla şekillenen kendi döneminin kadının özgürlüğü için haklı ve gerçek bir kavga bayrağı olmuştur.
Feministlerin kendi içindeki farklı anlayışlar feminizmi çeşitli türlere bölmüştür. Tabi ki feminizmin dönemlere ve türlere ayrılmasında hiç kuskusuz ki toplumsal hareketin etkisi büyüktür. Fakat tarihte ve bugün yaygın olarak karsımıza çıkan liberal feminizm, sosyalist feminizm ve radikal feminizmdir…
Feminizmin en kısa tanımı ‘toplumda kadının yararlanacağı hakları çoğaltmak ve erkeğe göre eşit kılmak amacını güden bir düşünce akımıdır’ şeklindedir. Bu tanıma baktığımızda kadın erkek eşitliğini savunuyor, fakat nasıl bir eşitlik.
Feminist akım belli süreçlerde diğer toplumsal hareketlerle iletişim halinde bulunup, sol muhalif cephede yer alsa da, gerek kadın sorunu noktasında çözüm projeleri tartışılırken gerekse de sınıf ve tabaka farkı gözetmeksizin kadın sorununa yaklaştığı için, örneğin sadece kadın olduğu için Merkel’i destekleyen bazı feministlerin yaklaşımında olduğu gibi yürüttükleri mücadele ile en azından batı da belli hakların kazanımında önemli etki yaratmış ve başarı kazanmışsa da nihai çözümden uzaktır. Geldiği nokta itibari ile Avrupa da feminist hareketin genel kadın kitlesinden kopup marjinalleştiği, çevreci vs. harekete eklemlendiği ya da akademik çalışmalar ötesine geçmediği görülmektedir.
Avrupa ve ABD de kadın hakları doğrultusunda burjuva kadın hareketleri oluştu. Bunların talepleri kendi sınıf çıkarlarına zarar vermeyecek bir tarzda gelişti. Kadın hakları uğruna istemlerinin kendi sınıf konumları çerçevesinde sınırlayıp, güdükleştirdiler. Kadının özgürleşmesi ve kurtuluşu hedefi değil, yalnızca burjuva kadınının burjuva erkeği ile eşit medeni ve politik haklara kavuşması arzusuyla hareket ettiler.
Örneğin yaşadığımız Avrupa ülkelerinde kadınların ezici bir çoğunluğunun erkeklerle eşit ve özgür olduğunu ve bu durumun kanunlar çerçevesinde de sağlandığını savunmaları bu kültürel saldırının bir sonucudur. Nitekim cinsler arasında gelir dağılımındaki adaletsizlik, kadının uğradığı şiddet, karar mekanizmalarındaki kadın sayısı, kadın bedeninin sömürüsü, kadının istihdam edildiği alanlar vb. birçok konuda yapılan istatistiklere baktığımızda ya da her yıl dolup taşan kadın sığınma evleri, öldürülen kadın sayısını hesapladığımızda, kadının Avrupa toplumdaki statüsünün eşitlikle zerre kadar bağdaşmadığını görürüz. Avrupa da yaşayan kadın kitlelerinin görece dünyanın sömürge ve yarı sömürge ülkelerindeki hemcinslerinden elde ettiği haklar bakımından bir adım daha ileride olmaları, ikinci cins olarak ezilmedikleri yanılgısına bizleri düşürmemelidir.
…Tüm bu gelişmeler ışığında emperyalistlerin yaratmış olduğu sistemin bir diğer açmazı da bugün yaşanılan ve birçok ülkeyi etkileyen ekonomik krizdir. Kadının yaşadığı sıkıntıları bu sorundan bağımsız ele alamayız. Üretimde yer alan kadının erkekle aynı koşullara sahip olamamasının yanı sıra bugün özellikle kapitalizmin kendi yarattığı krizinin faturası, tüm emekçilere kesilirken, kadınlar bu krizden daha fazla etkilenmektedir. Kriz dolayısıyla kadının yaşam koşulları daha da ağırlaşmakta, eğitim de, sağlıkta ve günlük yaşamdaki kesintiler, kadına şiddetin bir diğer boyutu olan, ekonomik şiddet olarak dönmektedir.
Kadın mücadelesi, sınıf mücadelesinden ayrı ele alınamaz. Bütün çelişkiler ekonomik temel üzerinden yükselir ve gerçek özgürlüklerin kazanılması mülkiyet sisteminin değiştirilip, toplumsallaşması ile mümkündür. Bu ret edemeyeceğimiz bir gerçeklik olmasına rağmen bugüne kadar salt bu perspektifle ele alınan kadın sorunu sosyalistlerin sınıf indirgemeci bakış açısı eleştirisini almasına sebep olmuştur.
Toplumun ve onun yarısını oluşturan kadının sorunlarını birinden ayrı ele alarak üretilecek bir çözüm projesinin ayakları havada bir anlayış olacağını geçmişte yaşadıklarımız çok net bir şekilde gösterdi. Ama kökleri binlerce yıl ötelere giden deyim yerindeyse insanlığın genlerine işlemiş olan ataerkil anlayıştan kaynaklı, geleceğe yönelik yapılan tüm alternatif toplum projelerinde, ezilen cins sorununun temel konular içinde ele alınması gerektiği de bir o kadar kesinlik kazanmıştır.
Kadınlar bu mücadeleler içinde eşitlik, özgürlük, demokrasi kavgasının yükselmesi noktasında oynadığı rolle kendini göstermiştir.
Kadının ikinci cinsliğinin tarihi, mağduriyetinin tarihidir. Bizim için incelenmesi ve araştırılması gereken bir dönem olmakla beraber, asıl üzerinde durmamız gereken kadının mağduriyeti değil mücadelesidir. Ve bu mücadele yöntemleridir. Kadının yaşadığı sorunlara karsı tarihsel süreçten bugüne gerçekleştirmiş olduğu mücadele, kadının aynı zamanda tekrar toplumsallaşma ve dolayısıyla çözüm gücü olabilme mücadelesidir. Bu mücadelenin neresinde duruyoruz ve biz kadınlar işe önce nereden başlamalıyız sorusunu sormak gerekiyor.
‘BİZ’
Bu soruya verilecek cevap önce kendimizden başlayarak. Gerçek anlamda özgürlük mücadelesi veren ve bunun içinde egemenlerin özgürlük yanılsamalarına karşı mücadele eden bizlerin, festivalimizin sloganında da vurguladığımız gibi, önce kendi içindeki egemeni yenmesi gerekir. Örgütlü kadınlar olarak kendi açmazlarımızı düşünelim. Öz güven, güven sorunu, çözüm üretmedeki yetersizliklerimiz, gündeme yetişemememiz ve kadın olarak toplumsal mücadelede ki önceliklerimiz noktasında yaşadığımız tıkanıklık bizi edilgen ve pasif hale sokuyor. Bizler bu halimizle barışmalı mıyız yoksa bu durumun üzerine giderek mücadeleyi içselleştirerek sürekli değişerek ilerlemeli miyiz? Doğru olan ebetteki ikincisidir. Değişmeyen ve ilerlemeyen, kimseyi değiştiremez ve ilerletemez. Unutmayalım ki, en çok da değiştiricinin değişmeye ihtiyacı vardır. Bilinç unsuruna, bilincin oynayacağı role, siyasete titizlikle önem vermeliyiz. Geleneksel rollerimizi aynı şekilde sürdürmemiz bizim bu yaşama mahkûm olduğumuzu ortaya koyar. Bu durumdan sıyrılmak ve toplumsal mücadelenin öncüsü durumuna gelmemiz zorunluluktur. Çünkü bu aynı zamanda ezilen emekçi kadın yığınlarını kurtuluşa götürmede üzerimize aldığımız sorumluluğun da bir koşuludur.
Bu anlamda örgütlü kadınlar olarak örgütlü erkeklerin gerisinde değil yan yana mücadelenin öznesi olmalıyız. Erkeğe düşmanlaşmadan mücadele ederek yeni bir toplumu kendimizle birlikte yaratabiliriz.
Geldiğimiz toplumun sorunlarını ve kadın olmamızdan kaynaklı sorunlarımızı gözden kaçırmadan bir çalışma tarzı ile hareket etmeliyiz. Kendimize ve birbirimize yabancılaşmadan bir araya gelerek, sorunlarımızı tartışmak ve kadın dayanışmasını yaratacak ve büyütecek örgütlenmeleri yaratmalıyız. Kadının mağduriyeti üzerinden değil mücadelede ki kararlılığını esas alarak bir duruş sergilemeliyiz. Özgün sorunlarımıza karşı özgün araçlar yaratmalıyız. Yani bugün içinde yer aldığımız kadın hareketimizin dinamiklerini çoğaltmalı ve kadının potansiyelini açığa çıkarmalıyız. Bugün içinde bulunduğumuz örgütlenme kadının kurtuluşu adına ve yeni bir dünya yaratma adına bizce en doğru örgütlenmedir. Önemli olan bu örgütlenmeyi sahiplenmek ve kadınlar olarak bu cüreti göstermektir.
Kadın-erkek arasındaki çelişkinin çözülebilir bir çelişki olduğu temelinden hareket eden ve kadının özgürleşmesi konusunda çözüm projesini, ezilen sınıf ve halkların kurtuluşundan bağımsız olmadığı perspektifiyle hareket eden mücadele yöntemi bizim mücadelemizdir.
Kadın cinsi olarak kimlik sorunumuz olduğu ve varlığımız sadece cinsel kimliğimizle tanımlandığı sürece cins mücadelemizi sürdürmek zorundayız, ama sadece bu mücadeleyle sınırlama hatasına düşmemeliyiz. Aksi durumda bizi sadece cinsel kimliğimizle tanımlayan erkek egemen iktidarla ortaklaşmış oluruz. Bu nedenle özgürlük mücadelesi veriyor isek kadını sorun haline getiren her unsura karsı mücadele perspektifini taşımalıyız.
Mücadele alanlarının geliştirilmesinde daha fazla çaba harcamalıyız. Güçlü, merkezi bir gücü yaratamadığımız sürece, bu gücün kurumsal, kitlesel bir işleyişe kavuşması noktasındaki faaliyetin önemini ve aciliyetini duyumsamadıkça, geldiğimiz noktada bir adım daha atmamız mümkün olmayacaktır.
Bizler bir araya gelir ve bir araya gelişlerimizi örgütlersek ve bu örgütlenmeyi doğru bir zeminde ve pratikte örgütleme çabasına girersek örgütlenmeyi bir mağduriyet politikası aracına dönüştürmeden, örgütlülüğümüzü geniş kadın kitleleriyle buluşturma zorunluluğumuzu temel amacımız olarak belirler ve bu hedeften uzaklaşmamak için her adımda kendimizi sorgulayarak gerekirse her şeye yeni baştan başlayacak kadar bilinçli, öngörülü ve hedefine kilitlenmiş bir mücadele yürütürsek, kaderimizi alaşağı edebilir, üzerimizden yükselen egemenleri derinden sarsabiliriz. Tıpkı bir deprem gibi… Her şeyi yıkıp, farklı bir şey inşa edebiliriz.