PAZAR

 

O gün horozlar ortalık ağarmadan öttü. Anladım ki kurdun ağzında güvercin kanı var. Kalktım, ışığı yaktım. Baktım, yandaki boş odanın toprak zeminini karınca ölüleri kaplamış. Mübarek Mushaf-ı Reş, duvardaki yerinden karınca ölülerinin üzerine düşmüş. Altın varak kaplamasına karınca ölüleri yapışmış. Uğursuzluğu sezdim. Alnım daraldı, uyuyamadım. Pencereye gittim. Küçük kuşun küçük kafeste büyük rüyalar gördüğünü gördüm, kafesten çıkardım. Pencereden yıldız oymaklarına baktım. Karanlığı dinledim. Köpekler ilkin uludu, sonra havlamaya başladı. Ardından bombalar patladı, kurşun cayırtılarıyla ırgalandı köy. Anladım ki basıldık.

Şahit bin Car’ın soyuna düşman olan Kara libaslı cihatçılar, köyün havlayan, hamle eden bütün köpeklerini vurdular. Evin küçük pisingi acı acı miyavladı. Kuş kafese girdi. Açılmayan kapılar kırıldı. Evlerde ne kadar insan varsa, hepsini dışarı çıkarıp, köyün meydanında topladılar. Korkmuş, küçülmüştük. Etrafımızda dokuz on araba vardı, ışıklarını bize çevirmişlerdi. Erkekleri kadınlardan, çocuklardan ayırdılar. “Şeyhiniz, piriniz kim?” dediler. “Pir benim, merhamet edin,”dedi, dayım. “Niyetimiz temizdir, dara çekmeyin.” Dayım mübarek bir adamdı, Kadire Mihrani’nin soyundan gelmeydi. Laleş’teki Hallaç Makamı’nı her ay ziyaret ederdi. Önce dayımın,sonra da diğer erkeklerin ellerini arkadan bağladılar, köyün üst tarafındaki küçük tepeye, mukaddes ağacın altındaki taşlıklara götürdüler. Şêx Adîyê Şamiyê Kurrê Misafir’in ruhuna misafir olan göçmen kuşlar kaçtı. Yüreğimiz tüfek sesleriyle parçalandı. Ağladık, bağırdık, saçımızı başımızı yolduk. Fayda etmedi.
Üstü açık iki kamyon geldi. Yaşlı kadınlarla çocukları bir yana ayırdılar. Bunlar köyde kalacak dediler. Beş altı yaşından yukarı kızlarla genç kadınları bileklerinden kendirlerle birbirlerine bağlayıp kamyonlara doldurdular. Yalvardık, yakardık fayda etmedi. Ben, on yaşındaki kızımla aynı kamyona bindirildim. Biri kız, biri erkek, iki çocuğum köyde kaldı, kanlı cesetlerle beraber. Hayvanlarımızın bir bölümünü iki kamyona yüklemiş, geride kalanları da sonradan öğrendiğime göre Fellucalı bir tüccara satmışlardı.
Tekbir seslerini dinleye dinleye ana yola girdik. Şafak aydınlığı, yolu yılan derisi gibi parlattı. Baktım arkamızda önümüzde kara bayraklı, küçük arabalar. Herbirinin üzerinde bir makinalı tüfek. Bizi, kara kaderimizle beraber Musul’a getirdiler. Bir okulun önünde durdurdular. Okulun bahçesinde tanklar dizilmişti. Çevresinde silahlı cihatçılar vardı. Bizi kamyonlardan indirdiler. Kendirlerimizi çözdüler, yan yana dizdiler. Kızları kadınlardan ayırdılar. İlkİn kızları, sonra da bizi cihatçıların arasından geçirip okula doldurdular. Tavırları yumuşaktı. Lakin bakışları, çeneleri hoş değildi. Kızımı benden ayırmaları beni iyice yıkmıştı.
Okulda üç büyük oda vardı. Kızlarımızı koydukları odanın yanındaki odaya doldurdular bizi. Koyun ağılında bir koyun olduğumu anladım. Odada, bizden önce Sincar dağlarının eteğindeki Korşo köyünden getirilmiş altı kadın daha vardı. Duvar dibindeki sıralardan kalkıp bize yer verdiler. Oda sıkış sıkış dolmuştu.
Altı kadının, hele de Tel Afer’li yeşil gözlü kadının anlattıkları, acılara gark etti, içimizi kanattı. Az sonra kapı açıldı, sarı sakallı bir cihatçı bir çuval kara çarşaf getirdi, “bunları giyinin,” dedi. “Bu da bizim kara bahtımızdır,” dedik. Aldık giyindik. Bir çuval ekmek, bir kova humus, bir naylon bidon su getirdiler sonra.
Karanlık çöktüğünde, kapı açıldı, on cihatçı girdi içeri. “Yüzlerinizi açın, sıraya girin,” dediler. Emre uyduk. Her biri bir kadın seçti götürdü. “Çok şükür beni seçmediler,” derken, kapı açıldı, bu sefer sekiz cihatçı girdi içeri. Yüzümüzü açtık, sıraya girdik. Kara sakallı, uzun boylu bir cihatçı beni seçti. Ağladım, gitmek istemedim, ayak diredim, diz çöktüm, yalvardım. Adam, kolumdan tuttu, çekti, “Müşriklere karşı yürüttüğümüz cihatın bir ganimetisin sen, itiraz etme, vurulursun,” dedi. Adam beni okuldan çıkardı, tankların arkasında kurdukları çadırlardan birine soktu. Nefsini körelttikten sonra, ‘Sen iyi bir kadına benziyorsun,” dedi. Ağlıyordum. Kirlenmiştim perişandım. Dayanamadım, kızımın da okulda, yan odada olduğunu söyledim. Köle Pazarına götürülüp, kuma olarak satılıncaya kadar, kızımla beni okulun tuvaletinde zaman zaman görüştüreceğini söyledi. “Seni her gece çadıra getirdiğimde, bana direnme,” dedi. “Direnirsen, Avrupalı cihatçıların eline düşersin, okulun arkasındaki evlere götürür, seni soyar, oynatırlar.” Konuşurken tekliyordu. Sustum. Beni okula getirdi. Kızımla görüştürmek istedi. Kızların konulduğu odaya birlikte girdik. Köşede, ufak tefek, kara burçak bir kızın dışında kimse yoktu. Dünyam yıkıldı. Yalvardım. “Kızımı bul,” dedim. “Şimdi bulamam,” dedi. Yarın beni kızımla görüştüreceği sözünü verdi. Beni odama getirdi.
Aklım fikrim kızımdaydı. Kadınların bir bölümü dönmüştü. Perişanlardı. Ağlayan, saçını yolan, yüzünü tırnak tırnak yırtan vardı. Her biri bir haber kapıp getirmişti. Kimilerine göre bizi bir ay kullanacak, ondan sonra Rakka’ya götürüp, orda El Hansa adlı bir kadın tugayına teslim edeceklerdi. Kadın tugayı da bizi beşer onar seçecek, Rakkada işletilen kerhanelere dağıtacaktı. Kimilerine göre de, yeni kadınlar gelince bizi okuldan alıp Musul Pazarına götürüp orda satacaklardı. Kadınlar, satılmanın okulda kalmaktan ya da Rakkaya götürülüp, kerhanelere dağıtılmaktan daha iyi olduğunu söylüyorlardı. Bizden önce Girizer köyünden okula getirilen, genç güzel bir kadın vardı. O da Rakka’ya genç kızların gönderileceğini söylüyordu.
Perişandım. Kanım çekilmiş, dudaklarım uçuklamıştı. Elim ayağım titriyordu. Kızımı nereye götürmüş, ne yapmışlardı? Belki kızımla karşılaşırım diye tuvalete gittim birkaç sefer. Karşılaşamadım. Bir kıza sordum, gelmemiş dedi. Odama geldim, bekledim. Yatsı namazında cihatçılar, okulun dış kapısını kilitleyip gittiklerinde, biz kadınlar kızların odasına girdik. Kızım beni görünce, oturduğu yerden kalktı ağladı. Gözleri kaymış, dudakları şişmişti. Çarşafını beline kadar indirdim. Boynunda morartılar vardı. Göğüs düğmeleri kopmuştu. Nerden aklıma geldiyse, açtım, göğüslerine baktım. Isırılmıştı, morartılar vardı. Sordum, başından geçenleri anlattı. Nutkum kurudu. Bahtıma lanet okudum, döndüm odama.
O gece uyuyamadım. Çareler aradım. İlkin kızımı, sonra da kendimi asmaya karar verdim sonunda. Yedek bir çarşafım vardı yırttım, üçlü örgü ettim, kendire çevirdim, kendiri de belime doladım. Kadınlar anladılar, bir şey demediler.
Sabah oldu. Yüzümüzü pencereden bakan güneşe çevirdik, dua ettik, Heft Sirr’i (yedi sır) yardıma çağırdık. Az sonra kapı açıldı, çayla birlikte ekmek, peynir, yumurta getirdiler. Kahvaltıdan sonra tuvalete gittim. Yan yana üç tuvalet odası vardı. Tavandan ince bir demir boru geçiyordu. Kızımla birlikte, bu odalardan birine girmeyi aklıma koydum. Odama geldim. Hiçbir şey gözümde değildi. Ne kadar umudum, güzelliğim, değerim, değmezliğim varsa hepsi yıkılmıştı.
Gün boyu cihatçılar geldi üçer beşer, kadın seçip götürdüler. İkindi üzeri Karasakallı geldi. Beni aldı, kızımla görüşmem için kızların odasına götürdü. Kızımı sabah götürmüş, yeni getirmişlerdi. Kızımın kızların yanında utanıp konuşmadığını söyledim. Tuvalette görüşme izni istedim. Kabul etti. Hemen tuvalete geçtik. Tuvaletin bir gözüne soktum, kapıyı kapattım. Hiçbir şey demeden ipleri belimden çözdüm. Kızımı oturttum. Tavanla birleşmemiş yan tahta bölmeden tuttum, omuzuna bastım, iki ayrı ipin uçlarını boruya bağladım. Kızımı ayağa kaldırdım. Taşlaşmıştı, ses seda yoktu. Kucakladım, yukarı kaldırdım, ilmiği boynuna geçirdim. “Hakkını helal et ana,” dedi. Kızımı bıraktım. Hırladı, döndü. Yüzünü gördüm birden. Diliyle gözleri dışarı çıkmıştı. Dünyam karardı, başım döndü. İlmiği boğazıma geçirmeye kalmadan sırt üst düştüm. Düşüş, o düşüş.
Gözlerimi açtığımda odamdaydım. Yüzüme bir yığın yüz çevrilmişti. “Gözün aydın, kızını cennete gönderdin,” diyenler oldu. “Namusu her gün pay-ı mal olacak, acı çekecekti.” Bir şey demedim. İçim parça parçaydı zaten, ama rahatlamıştım. O gün bize et, marul ve domates verdiler. Kadınlar, “bu et, ceylan etidir, marulla birlikte yedirip bizi dinimizden edecekler,” dediler. Yemeklere el sürmeden geri verdiler. Tersliği anlayan cihatçılar, ellerinde kırbaçlarla içeri girip bizi fena halde dövdüler.
Dayak umrumda değildi. Kızımın dışarı çıkan diliyle gözleri, gözümün önünden gitmiyordu. O günden sonra tuvalete nöbetçi kadın koydular. On gün her gece, kara sakallı beni çadırına götürdü. Onbirinci gün iki kamyon dolusu yeni kadın getirdiler. Bizi, onları getiren kamyonlara doldurup Köle pazarına götürdüler. Pazarda, bileklerinden kendirli, dizi dizi beş yüzden fazla kara çarşaflı kadın vardı. Hıristiyan kadınları demir parmaklı arabaların içine koymuşlardı. Arabaların etrafında erkek müşteriler dolanıyordu. Onların satılma şanslarının daha yüksek olduğunu söylüyorlardı. Öğleden sonra sıramız geldi. Beni bir bölük kadınla beraber bir binaya soktular. Duvarlara kadınların resimlerini asmış, üstlerine fiyatlarını yazmışlardı. Çok müşteri vardı. Kendiri çözdüler, beni bir odaya aldılar. İçeri müşteriler girdi. Odanın orta yerine diktiler beni. Yüzümü açtılar. Çevremi müşteriler sardı. Ağzımı açtırıp dişlerime baktırdılar. Üç kişi talip olunca, açık artırmaya koydular. Sol yanağında kara et beni olan, pörtlek gözlü, göbekli bir adama kaldım. Adam kesesini çıkardı, dinarları cihatçının avucuna tek tek saydı. Kaça satıldığımı söylemek istemiyorum. Adam beni aldı, binanın arkasına götürdü. Orda kırmızı bir araba vardı. İçinde bir adam uyuyordu. Kaldırdı. Şöförüymüş. Adam benimle birlikte arka koltuğa oturdu. Yüzlerce kadına baktığını, beni ölen karısına benzettiği için aldığını, bundan sonra karısı olduğumu söyledi. Ağlamak geldi içimden ağlayamadım. Dertliydi herhal, çok soru sordu, hiçbirine cevap vermedim.
Beni bir köyün girişinde, iki katlı güzel bir eve götürdü. Üst kata çıkardı, kalacağım odayı gösterdi. Gitti yan odadan çerçevelenmiş bir kadın resmi getirdi. “Bu benim ölen karım,” dedi. Baktım, aynada kendimi görmüş gibi oldum. Adam kadının acılı geçmişini anlattı. Kansere yakalanan oğlunun geçen yıl ölmesinden sonra, kadının dayanamadığını, kendini astığını söyledi. Sustu, usul usul ağladı. Ben de dayanamadım, kızımı nasıl astığımı anlattım adama. Adam dondu kaldı. Kafasını ellerinin arasına aldı, “Ben, Felluce’li şeyhler gibi davranamam,” dedi. “Eğer bu evde kalmak istemiyorsan, seni yarın istediğin yere götürür bırakırım.”

Kasım-2014

Resim  M.Oruçoğlu  Sürgün

muzafferorucoglu.wordpress.com

Share