CİNSEL ŞİDDETE BİR DE BÖYLE BAKALIM

image

Ensar Vakfı olayını hepimiz başından beri takip ettik, süreci az çok biliyoruz. Bu olay ve arkasından su yüzüne çıkarılan çocuklara yönelik cinsel şiddet olayları kadına yönelik şiddet olaylarından da nefret suçlarından da bağımsız ele alınamaz aslında. Şunu tekrar gördük ki Özgecan Aslan olayında veya Bağdat Caddesi’nde cinsel saldırıya uğrayan genç kadının olayında tanık olduğumuz ‘cinsel saldırı karşısında muhafazakâr söylemlere başvurma’ tutumu işe yaramıyor. Muhafazakârların en güçlü olduğu yerlerde, en önemli kurumlarında cinsel şiddet suçu zaten örgütlü bir biçimde işleniyor. Evet bu bir suç ve evet örgütlü olarak işleniyor. Başından beri de olayın bu iki yönünü görmememiz için çabalıyorlar. Öncelikle saldırganın söylemlerinde bunu gördük, kendisi suçu üstlendiğinde “küçüklüğünden beri erkeklere karşı cinsel ilgi duyduğunu” belirtti. Böylece erkek egemen söylemin çok karşılaştığımız bir klişesini de yeniden üretti: Cinsel şiddetin cinsel ilişki gibi gösterilmesi. Çocuklara yönelik cinsel şiddeti sanki eşcinsellikmiş gibi göstermeye çalışan saldırgan sonradan bu ifadesinden de dönerek bunun kendisine sadece bir süre hastanede kalarak cezadan kurtulması için verilen bir akıl olduğunu belirtti. Sonrası malum, korunması gereken çocuklarken kurumlar korunmaya ve aklanmaya çalışıldı. Biz bunları görünce ne yazık ki şaşırmadık. Çünkü Pozantı olayı hâlâ aklımızda, çünkü bugün de tecavüz gibi bir savaş suçunun işlenmekte olduğunu biliyoruz. Cinsel şiddeti bir işkence yöntemi olarak bizzat kullanan devletin de kendi ‘iç grubuna’ dahi farklı davranmayacağını tahmin edebilirdik.

Ben konuyu buradan itibaren farklı bir açıdan ele almak istiyorum. Pozantı’yı tekrar hatırlayalım. Cinsel saldırıya uğrayan çocukların her biri kendisinin değil arkadaşının saldırıya uğradığını söylemiş, olay böylelikle ortaya çıkmıştı. Bu çocuklar ‘taciz’, ‘tecavüz’ gibi ifadeleri kullanmaktan dahi kaçınmışlardı. Konunun uzmanlarıysa geleneksel toplum içinde erkek çocuklarının cinsel saldırıyı ifade etmelerinin zorluğuna değinmişlerdi. Şu soruları soralım: Davalar sonuçlanıp kötüler cezalandırıldığında, beş yüz yıl beş bin yıl hapis cezası verildiğinde mutlu sona ulaşıyor muyuz? Saldırıya uğrayan çocukların o ‘geleneksel toplum’ içinde yaşamlarına nasıl devam ettiği sadece birkaç psikiyatristi mi ilgilendiriyor? Geleneksel toplum olarak aslında hepimiz bu süreçten sorumlu değil miyiz? Kendimizi istediğimiz kadar ‘ilerici’ olarak görelim, o geleneksel toplumu birlikte oluşturuyoruz. Kullandığımız dil bunu ele veriyor. Irz kelimesinin iffet, namus anlamına geldiğini bildiğimiz halde ‘ırza geçmek’ diyoruz. Cinsel saldırıya uğramayı namusla ilişkilendiriyoruz. Popüler kültürde, televizyon dizilerinde hala ‘bedenine zorla sahip olma’ kullanımıyla karşılaşıyoruz. Cinsel saldırıda bulunan kişi, saldırdığı kişinin bedenine geçici de olsa sahip değildir. Bedensel ve ruhsal bütünlüğüne zarar vermiş demektir. Cinsel şiddet cinsel şiddettir ve bu haliyle yeterince ağırdır. Bunu ifade etmek olayı küçümsemek değildir. Aksine olayı namusa zarar gelmesi, erkekliğin zedelenmesi haline getirmek yaşanan travmayı ağırlaştırarak suça ortak olmak demektir. Bir diğer örnek de haberler sunulurken kullanılan görseller. Sürekli eleştiri geldiği hâlde karanlığın içinden uzanan bir el, yüzünü utançla örtmüş kız çocuğu resimleri kullanılıyor. Bunlar saldırıya uğrayanla ilgili ‘geleceği elinden alınmış, hayatı mahvolmuş’ algısı yaratıyor ve destekleyici değil güçsüzleştirici bir tavır sergileniyor. Bunların kullanılış amacı saldırganın yaşadığı zor durumla ilgili insanlarda merhamet uyandırmaksa hatırlatalım: Ensar Vakfı Başkanı da olayı duyan eşinin ağladığını söyleyerek ne kadar merhametli olduklarını bize göstermişti. Halbuki istediğimiz merhamet değil adalet.

Gördüğümüz gibi geleneksel, muhafazakâr bakış açısı işimize yaramıyor. Çocuklara, kadınlara, lgbtlere, yaşlılara vaya hayvanlara karşı her türden şiddetin politik olduğunu kabul edip ona göre tavır almamız ve özeleştirimizi de yapmamız lazım. Tacize tecavüze ne kadar karşı olduğumuzu söylememiz yetmiyor. Tacizcinin de yaptığı eylemi taciz olarak görmediğini, toplumun normlarına dayanarak kendini haklı gördüğünü sürekli hatırlamamız gerekli. Her şiddet ve istismar olayında saldırıya uğrayanın yanlışlarını aramaktan, olayı istisna gibi görüp kendimizi rahatlatmaktan ve saldırganları marjinalleştirmekten vazgeçmeliyiz. O saldırganlar bu toplumun ‘normal’ insanları çünkü toplumun erkek egemen-heteroseksist normlarının kendisi sorunlu. Ensar Vakfı olayında da saldırganın marjinalleştirilerek olayın kapatılması çabası görüşümüzü destekliyor zaten. Bu noktada da feminizme, lgbt hareketine ve erkek egemen sistemin, eril devletin ezdiği tüm azınlıkların haklarını savunan bir dile ve siyasete ne kadar ihtiyacımız olduğu anlaşılıyor. Konuyu saptırmadan, gerçekten ezilenlerin hakkını savunmak ancak böyle bir yaklaşımla mümkün olabilir çünkü.

ZEYNEP UZUMÇEKER

demokratikkadınhareketi.com

 

Share