Kadının kendine ve emeğine yabancılaşması

Latince’de başkası, yabancı manasına gelen AHenus kökünden türeyerek batı dil­lerine alicnation şeklinde geçen yabancılaş­ma kavramı, hukukî kullanımıyla, bir mül­kiyetin, satış veya hediye gibi herhangi bir yolla bir kişiden başka bir kişiye intikali, mülkiyetin benzer yollarla el değiştirmesi anlamına gelmektedir. Psikiyatride yaban­cılaşma, genellikle normalden uzaklaşma, normalden bir sapış olarak görülmektedir ki, bu patolojik bîr durum, bir akıl hastalığı veya delilik olarak değerlendirilmektedir. Günümüz psikoloji ve sosyoloji teorileri ise yabancılaşma terimini, bir ferdin topluma, doğaya, diğer insanlara veya kendisine kar­şı duyduğu yabancılaşma hissi olarak ta­nımlamaktadırlar.Marxise yabancılaşmayı özetle; insan emeği tarafından yaratılan nesnelerin, insanı köleleştiren yabancı bir öz olarak kendisine geri dönme süreci olarak tanımlar.

İlkel Komünal dönemde doğal üretim içerisinde üretenler aynı zamanda tüketenlerdi. Fakat bu şekil üretim ve tüketim biçimi artan iş bölümü ve yerleşik hayatla birlikte; artı ürün, artı değer ve buna bağlı olarak özel mülkiyetin ortaya çıkması ile birlikte değişmiştir. Özel mülkiyet insanın doğaya, insana ve ürettiklerine dolayısıyla emeğine yabancılaşmasının da başlangıcı olmuştur.Bu durum çok geçmeden cinsler arasında da kendisini göstererek ezilen cinsin ortaya çıkmasına, yine insanın duygularına, düşüncelerine ve nihayetinde fiziğine de yabancılaşmasını beraberinde getirmiştir

Özel mülkiyetle birlikte sınıfların ortaya çıkması ve egemen sınıfın ezilen sınıfa dayattığı mecburiyettir de yabancılaşma. Bu mecburiyet aynı zamanda birçok özlemin bastırılmasına da yolaçacaktır. Buna yabancılaştırılmış hayat da diyebiliriz. Yani artı ürün, artı değer ve emeğin gaspı.Örneğin, köleci toplumda kölelerin köle sahiplerine kendi yaşamını idame ettirmenin dışında verdiği bütün yaşam.Feodal toplumda köylülerin derebeylerine ve toprak ağalarına sağladığı kar ve kapitalizmde proletaryanın burjuvaziye sağladığı artı değer, özel mülkiyet, sermaye. Kısacası üretenlerin ürettiklerine sahip olamayışı emeğin egemen sınıf tarafından gasp edilmesidir aynı zaman da yabancılaşma.

Kadın ve yabancılaşma

Mülk’ün çıkışıyla birliktesahip olunanın kendinden üreyenlere bırakılması arzusunun bir sonucu olarak ikinci cins insan konumuna düşürülen kadın da emeğine, bedenine, cinselliğine kısacası tüm varlığına yabancılaşmıştır. İkinci sınıf insan olarak görülmesi dezavantajı nedeniyle de bundan en ağır şekilde zarar görmektedir.

İlk olarak kadının dinlerdeki konumu değişmiştir. Binlerce yıl ana-tanrıça olarak tapınılan kadın tek nesne iken, zamanla erkekleri temsil eden ikonalar taşa kazınmıştır. Buda anaerkil temellerin giderek zayıfladığı anlamına geliyordu.

İş bölümü sonucu erkeğin sürekli dışarı işleri ile uğraşması ve üretim için gerekli araç gereçleri elinde bulundurması mülk sahibi olmasına yolaçmıştır. Bu özel mülkiyet ilişkisi anaerkil sistemi temelden ortadan kaldırmış ve erkek egemen (ataerki-babaerki) sisteme yol açmıştır.Ve o günden bu güne de kadınların toplumdaki yeri onların yaşamış oldukları toplumsal sistemin üretim ilişkileriyle belirlenmiştir.

Dolayısıyla cinsiyet eşitsizliğinin temelini oluşturan, onu besleyen ve yaşatan üretim araçları üzerindeki özel mülkiyete dayalı sömürü ilişkileridir.

Köleci toplumda kadın kölelerinde kölesi olmuş ve bu dönem yabancılaşmanın ve her türlüsömürünün en yoğun, en ağır yaşandığı dönem olmuştur. Hatta köle kadının canı da kendisine ait olmamış, istendiği gibi alınıp-satılmış ve öldürülmüştür.

Feodalizmde ise kadının bahçesinde, tarlasında yaptığı iş, ufak tefek işlerden sayılmış ve hiç bir değeri olmamıştır.

Geri kalmış bağımlı ülkelerdeki kadınların ortak sorunu feodal değer yargılarından kaynaklanan eğitimsizlik, din bağnazlığının tuzağında, olayları tanrı buyruğunda ele alan kısıtlı düşünce yapısıdır.Şükretmeci mantık tüm ezilenlere boyun eğdirirken ençokta kadına boyun eğdirmiştir.

Kadın hep başkaları için yaşamıştır.Evlenmeden önce babasının kızıdır,o ne derse öyle olur. Ailesi için, kardeşleri için, çevresi için yaşamıştır. Aynı zamanda da örf-adetlerin baskısıyla şükretmek öğretilmiştir. Evlendikten sonra da eşi için, çocukları için yaşamış, yuvam yıkılmasın diye yaşamın bütün yükünü sırtlamış ama kendisi için yaşamamıştır. Yaşamı kendisi yaratmıştır fakat yarattığına da yabancılaşmıştır.

Marks’ın din konusundaki söyledikleri bugün de gerçeğin ta kendisidir; “Din halkın düşsel mutluluğuna olan özlemidir. Din bir hayal arayan toplumun içinden çıkar, ama halk gerçek mutluluğu anladıktan sonra yiter”. Halkın gerçek mutluluğuna engel olmak yönetici sınıfların birinci görevidir zaten.

Dinin korunması egemenlerin kendi güç ve yetkilerinin korunması demektir. Din adamlarının şu sözleri çarpıcıdır.Saint Paaul; ” erkek kadın için yaratılmadı ama kadın erkek için yaratıldı”.

Saint Jean Chirisastome; ” Bütün vahşi hayvanlar içinde kadından daha zararlısı bulunmaz.”

Napolyon; ” tabiat kadınları bize köle olarak yarattı.”

Sonuçta diyebiliriz ki belkide köleci toplumun kadına yapamadığını feodal toplum yapmıştır.

 

 

 

 

Kapitalist – Emperyalist Ülkelerde Kadın

 

Bu sistemde de kadının durumu çok farklı değildir. Sermayenin işgücüne göre konumlanmakla birlikte yine tali plandadır.

Kadının hem emeği hem de bedeni pazara sunulmuştur. Kapitalist devlet yasalarıyla, kurumlarıyla bir yandan kadını eve hapsederken, bir yandan da belli saatler için açtığı kreş ve çocuk yuvalarıyla kadını tali iş gücü olarak yerleştirmeyi planlamıştır.Geçim zorlukları içinde olan kadının ucuz işgücünün pazara sunulması kapitalistlerin proletaryanın sermayeye karşı direnişinin kırılma aracı olarak kullanılmasına yolaçmıştır.

Bu nedenle emekçi kadının kurtuluşunun ancak ve ancak tüm ezilenlerin kurtuluşuyla olacağını bilince çıkartarak cins farkı olmaksızın “eşit işe eşit ücret” talebini öne çıkarmak zorunludur.Bu talep kadının emeğini her zaman ve yedek iş gücü olmaktan çıkarırken, sermayeye karşı proletaryanın direnişini de güçlendirecektir.

Kapitalizmde kadının hem emeği hem de bedeni pazara sunulmuştur. Fahişelere tecavüzün cezası yasalarca 3/2 düşürülmüştür. Fuhuş, para ve özel mülkiyetle başlar. İlkçağ, ortaçağ ve günümüzde değişik biçimlerde kendini gösterir. İlk çağda konukseverlik belirtisi olarak evin kadınını konuğa sunma geleneği vardı.Ortaçağda fuhuş’u yasaklamak için çok çaba gösterilse de kölelik kurumunun iyice yerleşip, köle kadınlarla cinsel ilişkinin rahatlıkla kurulabilmesi, fahişeliğin artmasına neden olmuştur.Para karşılığı fuhuş feodalizmde derebeylerin ülkesine gelir sağlamak hazineyi zenginleştirmek için konuklarının ülkesinin kadınları ile fuhuş yapmayı planladıkları dönemde başlamıştır.

Günümüz emperyalist Avrupa’sında sınıf çatışması keskinliğini yitirdiği gibi, Avrupalı kadında sınıf savaşımından uzaktır. Ne kadar ezilirse ezilsin ezildiğinin bilincinde değildir ya da görmezden gelir. Bu açıdan bizim gibi ülkelerin kadınlarından daha geri durumdadır. Oysaki ülkelerinden uzak olmanın etkisiyle daha çok ezilmektedirler. Ekonomik olarak fazla olmasa da kültürel olarak, sosyal olarak, kimlik olarak; dillerini yerlerini bilmedikleri bir ülkeye geldiler ve sosyal olarak daha çok kapandılar. Kimlikleri, kişilikleri daha çok baskı altında kaldı. Çoğunlukla en ağır temizlik işlerinde çalıştılar ama yine de örgütlenmede az gelişmiş ülke kadınlarına göre daha çok kaçar oldular.

Büyük Fransız devriminde çoğunluk olarak yerlerini alan kadınlara oy hakkı bile vermeyen burjuvazi, kendisine karşı direnenlere giyotinde boyunlarının kesilmesi özgürlüğünü vermiştir.

Çok ilginçtir az gelişmiş ülkelerde 8 Mart’lar hep alanlarda yapılırken Avrupa’da göçmen kadınların çalışmalarıyla alanlarda yapılmaktadır.

İnsanı insan yapan temel faktör onun bilinçli emeğidir. Ona yabancılaştığı ölçüde insanlığından da uzaklaşır. En çok emeğe yabancılaştırılan cins de kadındır. Bugüne kadar hiçbir emeği değer kaydedilmediğinden tarihte çoğu dönemler insan yerine bile konulmamıştır. Kapitalizmle birlikte sanayi pazarına çıkan kadın yine kapitalizmin ihtiyacına göre konumlanmış, emeği hem yedek hemde ucuz iş gücü olarak toplumsal üretimde artçı konumda bırakılmıştır.

Yıllardır belki emeğinin sömürüldüğünün farkında bile olmayan kadın emeğinin ücretlendirilmesiyle( yani bir değer biçilmesiyle) birlikte hem emeğin değerini daha iyi anlamış, hem de sömürünün çekilmezliğini bizzat yaşayarak görmüştür. İşte bundandırki emekçi kadının “eşit işe eşit ücret” isyanı tam da kapitalizmin başlarına denk gelir.

Durum böyleyken Avrupa’da birçok kadının “burada en çok erkekler eziliyor biz ezilmiyoruz” anlayışı da emeğine yabancılaşmayı ne kadar kanıksadıklarına örnek verilebilir. Ne yazıkki bunu da en çok kanıksayan kesim ev kadınlarıdır. Onların bu emeği görülmediği yok sayıldığı gibi kendileri de görmüyor ya da küçümsüyor. İşte tam da bu noktada diyebiliriz ki yabancılaşmanın yaşandığı en üst boyuttur eviçi emeği.

 

Yabancılaşmadan kurtulmanın yollarına gelince

 

1 – Bilinçlenmek için ideolojik eğitim

2- Yalnızca eğitimle kalmayıp, ezilen sınıfın bir bireyi olarak hem sınıf mücadelesinde, hem de kadının özgül sorunları çerçevesinde hareket eden örgütlenmelerde yer almak

3- Çevresinde ve dünyada gelişen olaylara karşı düşüncelerini serbestçe ortaya koymak

4- Her alanda hak ve görevlerinin bilincinde olmak

5-Kendisine ve çevresine eleştirel gözle yaklaşmak, gelişmek ve geliştirmek olarak özetlenebilir.

 

AVRUPA DEMOKRATİK KADIN HAREKETİ

Share