Annem’e Mektup

 

Annem’e Mektup
Binbir yüzlü bir şehirde aldım ölüm haberini. Işıltılı çehresinin yanında bir sürgünler diyarı da olan Paris’te…
Yaratıcım, emektarım, cefakarım, güç kaynağım, varlık nedenim Annem; artık yoksun… Ne de kolay söylemesi değil mi?
Sayısız sürgün gibi ben de görmemenin, görüşememenin, koklaşamamanın dayanılmaz boşluğunu, çaresizliğini bir mektupla “telafi” etmeye çalışacağım.
Hastahane odalarına mahkûm olduğundan bu yana aklım, yüreğimin bir yarısı sendeydi. Seninle yapıyordum çocukluğuma doğru olan hayali yolculuklarımı.
Sana, anılarına baktığımda kadının, Annelerin asırlık inlemelerini, derin kanayan yaralarını, şaşılası dirençlerini, “kader”e boyun eğişlerini, binbir acı içindeki gülümselerini, olağanüstü iradi güçlerini, yavrularının üzerine gerdikleri kartal kanatlarını görüyorum.
Sınırsız, karşılıksız bir şefkat, hesapsız sevgiler, vefa duygusu, “taş çatlatan” bir sebat ve dayanma gücü canlanıyor hayalimde.
Sevinçlerini, üzüntülerini, bekleyişlerini, hastalık hallerini göremedim. Son anlarında yanıbaşında olamadım, dokunamadım.
Yokluğun ağır gelecek… Kabullenmek çok zaman alacak. Ölümün daha şimdiden yollara düşürdü beni; çocukluğumun patikalarına, labirentlerine doğru… Yüz çizgilerinin herbirini yeniden okumaya çalışıyorum.
Sırtladığın sorumluluklar, köy yaşamının bunaltan, bitmek bilmeyen işleri, tepenizde hiç eksik olmayan devlet korkusu, yani tüm bir meşakkatli yaşamın çocuklarına sarılarak oynama ve şımartacak denli sevme zamanı bırakmadı belki. Ama biz çocukların sevgini, hep hazır-nazır varlığını hissettik. Nadiren hatırladığım sarılışlarının yaydığı enerji ve kokun bir ömre bedeldi benim için.
Yıl 1994, Nevşehir “E tipi” cezaevinde ziyaretime gelmiştin. Aramızda cam bölme ve demir parmaklıklar vardı. Kucaklaşmamız yasaktı yani. Kadın gardiyanların gözetiminde “görüşecektik”. Ama içlerinde -vicdani, insani güzellikleri ölmemiş- biri vardı ki, “görev ihlali”ni göze alıp demir kapı aralığından uzattığım kafamı koynuna yaslamama göz yummuştu. O anki kokun beni çocukluğumun cıvıl cıvıl yıllarına götüren, belleğime kazınan en mutlu anlarımdandı. Çünkü kokunla bana merhametini, koruma güdünü, sevgini, hüzün ve direncini yeniden getirmiştin.
Çok ağladın benim için. Kaç kez cenazemi bekledin… Güneşin doğuşuna ve batışına yüzünü dönerek yaptığın duaların çoğunda ben vardım. Kendini çaresiz, kimsesiz hissettiğin zor zamanlarındaki serzenişlerinde, beddualarında yine ben vardım.
2002’nin yaz mevsimiydi; son kucaklaşmamız yani. Anneliğinin en yoğun duygu ve erdemleriyle sarılıp, “sen artık uzaklara gidiyorsun ve ben seni bir daha görmeden ölecem” diyişindeki çaresizlik bir düğüm olarak kalacaktı boğazımda. Yıllar sonraki çocuk hıçkırıklarımla bile söküp atamayacağım bir kör düğüm…
“Bize ne yaptı” diyenlere, yolunu beklediklerine çok kederlendin.
Yüksek sesle ifade etmesen bile beklediğin vefa duygusunu bulamamanın sana nasıl dert olduğunu biliyordum. Kapını çalmalarını dört gözle beklediklerin aramadıklarında/sormadıklarında için için kahırlandığın çok oldu. Meşakkatli yaşamında “ah”lar hiç eksik olmadı. Ama gururu elden bırakmadın. Acılarını, kırgınlıklarını içinde eritmeye çalıştın.
Annem, bugün bizlere üçer-beşer veda eden Dersim soykırımının artakalan çocuklarındandı. Ruh dünyalarındaki derin yarılmaların, travmaların bütün izlerini taşıyordu. Ama söz konusu trajik, hazin geçmişe rağmen ayakta kalabilmeleri insanın, daha çok da kadının “demirden sert taştan berk” irade gücüne bir kanıttı.
1938’in kızılca kıyamet zamanlarından kalan travmatik bir anısını hiç unutmadı.
Gündüzleri yaz güneşinin, mitralyöz takırtılarının, damlarını başlarına yıkan seri bombalamaların, geceleri ise baskına uğrama korkusunun hükümferman günleridir. Bir şafak vakti kuşatılır köyleri. Etrafına makinalı tüfeklerin mevzilendiği harman yerine toplanır köy halkı. Kadınların feryatları, iniltili ağlayışları, çocuklarını nasıl bağırlarında sakladıkları, infaz mangalarına, “çocuklarımızdan önce bizi öldürün” yakarışları tüm benliğinde yaşıyordu.
“Bir asker gözünün kadının topuğuna değmesi bile günahtır” diyen bir kültürle mayalandığı için de korkuları hep canlı kaldı.
Öyle bir yürek taşıyordu ki Annem, sonra ki yıllar boyunca köye yapılan askeri operasyonlarda bana ait kitap ve bildileri koynunda gizleyerek arama timlerinin gözlerinden kaçırabiliyordu.
Kızını koruma güdüsüyle “suç unsuru” sayılan kitap ve yayınları ateşe atan, kaybetme korkusuyla militan devrimci faaliyetlerine katılmasını istemeyen ve ve onu engellemek için çokça direnen de oydu.
Ama öte yandan, kız çocuklarını okula göndermeyen koca bir kültür coğrafyasında Babamın kızların “okuyupta ne olacaklar, kim çalışacak evde” tutumuna itiraz eden, “benim çilem bitmeyecek ama kızlarımın okuma-yazması olsun” diyerek direnen, dediğini yaptıran da oydu.
Babamı gölgede bırakan inisiyatifi, çalışkanlığı ve sorumlu kişiliğiyle
evimizin hem erkeği hem de kadınıydı.
Bütün kişilik gelişimimde onun emeği ve tayin edici etkisi vardır.
Kişiliğindeki sorumluluk duygusu, insan severlik, dayanışma, kadirbilirlik, sadakat gibi tüm üstün değerlerini devrettiği, saygı ve minnet duygularıma fazlasıyla layık ablamın ve çocuklarının varlığı acılarımı dayanılır kılıyor.
Bundan böyle duygu dünyamda, ruhumda, bilincimde yaşayacaksın biricik Annem.
O güç ve güven kaynağı asırlık çınar gölgeni hep üzerimde hissedeceğim…

🌹🌹🌹

9-10 Kasım-2018

Share