. tarafından

Avrupadaki Kadın Örgütler: HDP milletvekilleri derhal serbest bırakılsın!

Kasım 4, 2016 de ANASAYFA . tarafından

hdp-parti-logosu-orginal-haliAralarında ADKH’nin de bulunduğu göçmen kadın örgütlerinin HDP Milletvekillerine yönelik gözaltı ve tutuklama saldırılarına ilişkin yapmış olduğu açıklamayı yayınlıyoruz:

Faşist saray darbecisi AKP her gün yeni ‘’darbeler’’ yapmaya devam ediyor. Parlamentoda parlamentaristlere, 6 milyon emekçinin seçtiği Halkların Demokratik Partisi HDP’ye darbe yaparak  HDP Eş başkanları Figen Yüksekdağ ve Selahattin Demirtaş ile birlikte toplam 11 milletvekilini 3 Kasım’da gece  operasyonu ile zorla gözaltına aldı. Gözaltı aşamasına kadar Faşist Türk devleti ve onun diktatörü Erdoğan,  HDP’li vekillerin dokunulmazlıklarının kaldırılması için Anayasa ve Meclis iç tüzüğüne ters düzenlemeler yaparak süreci başlattı. Adalet Bakanlığı tarafından HDP’li vekillerin ‘’ifade vermeye gelin’’ çağrısına ‘’hayır biz halkın temsilcileri dokunulmazlığımız var ifade vermeye gelmeyeceğiz, direneceğiz’’ yanıtını verdiler. Vekiller tüm siyasi çalışmalarını parlamentoda, sokakta, eylemde devam ettirerek Türk burjuva rejimine ve faşist AKP’ye karşı direndikleri gibi, zorla gözaltına alındıkları gece yarısı da emniyetin kapıları kırarak zorla götürmek istemelerine karşıda teslim olmadılar. Bugün faşist mahkemelerin, yargısının hazırlandığı fezlekelerde devrimci, demokratik siyaset yapan vekillere atfedilen suçlamaları dair kısaca özetlersek ‘’DTK, KCK faaliyetlerini yürütmek, PKK’ye üyesi olmak,  6-8-Ekim Kobane için ayaklanma çağrısı yapmak, halkı kin ve düşmanlığa tahrik etmek, cumhurbaşkanına hakaret etmek, emniyeti aşağılamak, gösteri yürüyüşleri Kanunu’na muhalefet etmek, devletin birliğini bütünlüğünü bozmaya teşebbüs etmek, askeri yasak bölgeye girmek’’ gibi gerekçeler sunuluyor. Bugüne kadar HDP ne yaptı! HDP, faşizmin saldırıları olan savaş, katliam, inkarcılık, yasakçılık, ayrımcılık gibi her türlü gerici politikalara karşı  mücadele etti. HDP  kadınların, halkların, işçilerin, ezilenlerin, gençlerin partisi oldu. HDP yok sayılan ulusal kimliklerin, inanç toplulukların temsilcisiydi. HDP yolsuzluklara karşı sessiz kalmadı. HDP, erkek egemenliğine karşı özgürlük ve eşitlik talebiyle mücadele eden kadınların partisi oldu.  Bundan dolayı da faşist rejimin HDP vekillerine atfen suçlamaların hiçbir hükmü yoktur. Esas terörist katliamcı olan faşist Türk devleti ve onun sözcüsü AKP, Erdoğan’dır. AKP’nin savaş konseptli politikalarına bakacak olursak esas yargılanması gereken AKP’nin, rejimin kendisidir.

Faşist, politik İslamcı AKP  7 Haziran seçim yenilgisinin ardında HDP’ye karşı siyasi linç kampanyası yürütmüştü. 20 Temmuz 2015’ten itibaren faşist Erdoğan ve Türk burjuva devleti Saray Darbesi gerçekleştirdi. O günden, 2016 15 Temmuz darbesine ve bugüne kadar Olağan Üstü Hal, Kanun Hükmünde Kararnameleri çıkartarak devrimci, ilerici, demokrat tüm toplumsal kesimleri hedef tahtasına oturttu. Gazeteler, radyolar, televizyonlar kapatıldı, internetler kesildi, yayın yasakları getirildi. Akademisyenler üniversitelerden atıldı, uzaklaştırıldı. Parti binaları, evler sıkça basılarak demokratik zeminde siyaset yapanlar tutuklandı. Kürt halkının Kürdistan bölgesinde yerel yönetimlere halkın seçtiği belediye başkanları tutuklandı, belediyeler HDP’nin elinden alınarak devlete ait yönetimlere ‘’Kayyum’’lara verildi. Kürt kentlerinde taş üstünde taş bırakılmadığı, insanlar yakılıp, katledildiği gibi ilçelerde sokağa çıkma yasakları, köy, mezra yasakları uygulandı. Fettullah Gülen darbesi bahanesiyle tek adam diktatörlüğü, Hitler faşizminin pratiğini Türkiye ve Kürdistan’da emekçilere korkunç acılar yaşatılarak uygulandı. Suruç, Ankara gibi yerlerde DAİŞ işbirliği ile devrimci sosyalistler, barış sever halkımız bombalanarak katledildi. Rojava’da halkların kardeşçe yaşadığı devrimi boğmak için faşist IŞİD çeteleri korundu, büyütüldü, tırlar dolusu silah IŞİD’e yollandı. Cerablus işgali ile Kobane ve Erfin kantonlarının birleştirilmesi engellenerek Rojava devriminin ilerlemesinin önü kesilmeye çalışıldı. Gerçek teröristin AKP’nin olduğu kendi kapitalist, faşist çıkarları için halklarımıza ve onun öncülerine azgınca saldırdığını bu örneklerden de görülebiliyoruz.

Biz Avrupa’daki göçmen ve yerli demokratik, sosyalist, feminist kadın örgütleri olarak Halkların Demokratik Partisi HDP’yi sahipleniyoruz. HDP’nin kadın özgürlük mücadelesinin tüm taleplerine ve çağrılarına göre kendisini var etmeye çalıştığı, ezilen tüm kadınlara sahip çıkan bir parti olduğunu biliyoruz. HDP programında, tüzüğünde kendisini kadın eksenli örgütlüyor. Eşbaşkanlık sistemiyle eşitlik mücadelesinin parlamentoda, belediye yönetimlerinde önemli bir simgesi oldu. Seçimlerde milletvekili ve belediye başkan adayların yarısını kadınlardan belirledi. Kadın eksenli anayasayı savundu. Kadın ve Eşitlik Bakanlığının kurulmasında ısrar etti. Belediyelerde işçilerin toplu iş sözleşme taleplerinde ‘’8 Mart Dünya Emekçi Gününü ücretli izin günü olsun’’ maddesine imza attı. Bütçenin toplumsal cinsiyete dayalı düzenlenmesini istedi. Kadına yönelik şiddete karşı caydırıcı önlemler alınması için mücadele etti. Kürdistan’daki savaşın durdurulması kadın ve çocukların savaşta yaşadığı zulmün son bulmasını barış eksenli istedi. Gözaltında bulunan HDP’li tüm milletvekilleri ve kadın milletvekilleri Figen Yüksekdağ, Nursel Aydoğan, Leyla Birlik, Selma Irmak, Gülser Yıldırım’ın  HDP’nin kadın partisi olması mücadelesinin temsilcileri olarak görüyor ve sahipleniyoruz.

Öfkemiz büyük! Şimdi erkek egemen sisteme karşı mücadele eden HDP’yi ve onun kadın vekillerini sahiplenme, enternasyonal dayanışma günüdür. Bu dayanışmayı büyütelim!

Tüm emekçi kadınları ve halklarımızı HDP eşbaşkanları  Figen Yüksekdağ, Selahattin Demirtaş şahsında gözaltındaki tüm milletvekillerimizin derhal serbest bırakılması için sokağa eyleme çağırıyoruz.

Avrupa Sosyalist Kadınlar Birliği

                  Avrupa Demokratik Kadın Hareketi

                  Yeni Kadın

                  TJK-E

                  YJK-E

                  FEDA- Kadın

                  Ezidi Kadın Meclisi

                  Ceni Kadın Bürosu

4 Kasım 2016

 

Share
. tarafından

Gebze’de Bir Tutsak Bedenini Ateşe Verdi

Kasım 8, 2016 de ANASAYFA . tarafından

zehra-epliGebze Hapishanesi’nde bulunan tutsak Zehra Epli,AKP/Erdoğan iktidarının savaş politikalarını ve baskıları protesto etmek için bedenini ateşe verdi

HABER MERKEZİ(8.11.2016)- Gebze Hapishanesi’nde bulunan tutsak Zehra Epli,AKP/Erdoğan iktidarının savaş politikalarını ve baskıları protesto etmek için bedenini ateşe verdi.

Gebze Hapishanesi’nde PJAK’li tutsak Zehra Epli (Zeynep Sason) bedenini ateşe verdi. Vücudunda ağır yanıklar oluşan Epli, tüm müdahalelere rağmen kurtarılamadı.

Epli’nin 3 yıl kır gerillası mücadelesinin ardından Sur direnişine katıldığı ve burada gözaltına alındığı öğrenildi.

Avukatların verdiği bilgiye göre 8 ay önce Diyarbakır Cezaevi’nden Gebze’ye getirilen Zehra Epli, B-4 koğuşunda kalmaya başladı. Günün koğuş nöbetçisi olan Epli, saat 06:30 kendini battaniyeye sararak ateşe verdi. Battaniyenin tam yanmaması nedeniyle kendini asmaya çalışan Epli’yi arkadaşları buldu. Epli tüm müdahalelere rağmen kurtarılamadı.

Epli’nin eylemiyle ilgili mektup bıraktığı, ancak avukatların mektuba ulaşamadığı öğrenildi.

Kaynak:Halkın günlüğü

Share
. tarafından

Güney Kore’de “Kürtaj Yasağı Yasasına” Karşı Kadın Direnişi

Kasım 8, 2016 de ANASAYFA . tarafından

cwj9kk3xgaadvhm
Polonya’daki kürtaj yasağına karşı örgütlenen kadın hareketinden ilham alan Güney Koreli kadınlar 29 Ekim’de siyahlar giyinerek kürtaj yasağı yasasının iptal edilmesi talebi ile yürüdüler
HABER MERKEZİ(8.11.2016)-
Güney Kore’de kürtaja ancak tecavüz, ensest, fetüste veya kadında hayati bir sağlık problemi olması durumlarında izin veriliyor. Daha da ötesi, bu gerekçelerin hiçbiri 24 haftadan sonra kürtajın yasal olarak kabul edilmesi için yeterli değil.Polonya’daki kürtaj yasağına karşı örgütlenen kadın hareketinden ilham alan Güney Koreli kadınlar 29 Ekim’de siyahlar giyinerek kürtaj yasağı yasasının iptal edilmesi talebi ile yürüdüler. Kürtajın kriminalize edilmesine karşı seçim hakkının savunulduğu eylem korecede siyah protesto anlamına gelen #검은시위 başlığı ile paylaşıldı.
23 Eylül’de Sağlık Bakanlığı mevcut yasada değişikliğe gidilerek ‘yasadışı’ kürtaj yapan doktorlara daha ağır yaptırımlar uygulanacağını açıkladı. Ülkedeki kadın hakları örgütleri ise bu reformun kürtaj yasağını daha da ağırlaştıracağının ve kadınları sağlıksız, riskli kürtaj operasyonlarına mecbur bırakacağının altını çiziyor.

Kaynak:isyandan.com

Share
. tarafından

Bangladeş’te Kadınlardan Şiddete Karşı “Direniş Hareketi”

Kasım 8, 2016 de ANASAYFA . tarafından

bangladeskadin
HABER MERKEZİ(8.11.2016)- 
Bir kadına yönelik yapılan saldırı ve beş yaşındaki bir çocuğa tecavüz edilmesinin ardından Bangladeş’in en önemli kadın hakları hareketi, kadın ve çocuklara karşı yönelen şiddet dalgasına karşı “Direniş Hareketi” başlattığını kamuoyuna açıkladı.

150.000 üyeli Bangladeş Kadın Konseyi başkanı Ayesha Khanam “Bu Direniş Hareketi’nin son zamanlarda yapılan bir çok saldırıya ışık tutacağını” söyledi.

Ekim ayının başından beri bir çok kadın ve çocuğun tecavüze uğradığı, vahşi saldırılarla karşı karşıya kaldığı Bangladeş’te, erkek egemen sistem ülke çapında kadın ve çocukları hedef alıyor.

Kaynak:isyandan.com

Share
. tarafından

İzlandalı Kadınlar Eşdeğer İşe Eşit Ücret İçin İş Bıraktı

Kasım 8, 2016 de ANASAYFA . tarafından

918784
İzlanda genelinde kadınlar 24 Ekim 2016 tarihinde saat 14.38’de ücret belirlemedeki cinsiyet ayrımına karşı işyerlerini terk ederek iş bıraktılar
HABER MERKEZİ(8.11.2016)-
İzlanda genelinde kadınlar 24 Ekim 2016 tarihinde saat 14.38’de ücret belirlemedeki cinsiyet ayrımına karşı işyerlerini terk ederek iş bıraktılar.

Bundan 41 yıl önce 24 Ekim 1975’te İzlandalı kadınlar, kadınların toplumsal yaşama katkı sunmadığının kabul edilmesi üzerine sokağa çıkmışlardı. Eylemin üzerinden 5 yıl geçtikten sonra İzlanda’da ilk defa bir kadın devlet başkanı  seçilmişti.

Bugün ise kadınlar, cinsiyet farklılığından dolayı maaş ücretleri arasında yaşanan eşitsizliği protesto etmek için sokaklara çıktı. Kadınlar 14.38’de iş bıraktı ve Austurvöllur’de 15.15’te toplanmaya başladı.

ASÍ (İzlanda İşçi Konfederasyonu) Başkanı Gylfi Arnbjörnsson, cinsiyet farklılığından dolayı ücret eşitsizliğinin 60 yıldır devam etmesinden dolayı bu eylemi gerçekleştirdiklerini söylüyor.

İzlanda’da cinsiyete dayalı ücret farkı oranı yüzde 14.

İzlandalı kadınlar ilk kez 2005 yılında böyle bir eylem düzenlendiğinde, saat 14.08’de iş yerlerini terk etmişlerdi, eylem 2010 yılında ikinci kez düzenlendiğinde ise iş yerini terkediş saati 14.25 olmuştu.  Kadınlar bu sene ise sendikaların ve kadın örgütlerinin yaptığı hesaba dayanarak, ücretlerinin karşılığı olarak, mesai sonu anlamına gelen saat 14.38’de iş bıraktılar.

Bu oranlara her yıl ortalama üç dakika daha ekleniyor. Eğer eğilim değişmemeye devam ederse, cinsiyete dayalı ücret farkı İzlanda’da 2068’e kadar kapanmayacak.

cvnl1ftw8aa4ham

Kaynak:isyandan.com

Share
. tarafından

Fransa’da Kadınlardan Eşit Ücret Hakkı İçin İş Bırakma Eylemi

Kasım 8, 2016 de ANASAYFA . tarafından

HABER MERKEZİ(8.11.2016)- Fransa’nın Paris kentinde kadınlar eşit ücret talebiyle iş bırakma eylemi gerçekleştirdiler. Paris’in yanı sıra Toulouse, Nantes, Lyon ve Bordeaux gibi kentlerde kadınlar eşit ücret hakkı için 7 Kasım Pazartesi günü saat tam 16:34’te iş bıraktılar.

Feminist haber bülteni Les Glorieuses verilerine göre Fransa’da kadınlar ile erkekler arasındaki ücret farkı %15,1 ki bu da kadınların yılın tam 38,2 iş gününde erkeklere kıyasla bedava çalıştıkları anlamına geliyor.

Sosyal medyada # 7novembre16h34 başlığıyla yer bulan eylemin çağrısı facebook sayfası üzerinden şu sözlerle yapıldı:

Kadınları, erkekleri, sendikaları ve kadın örgütlerini ‘7 Kasım 16:34’ hareketine katılmaya ve ücret eşitsizliğini gündemleştirmek için gösteriler, eylemler yapmaya çağırıyoruz. Kolektif hareket ederek, ücretlerdeki cinsiyet ayrımcılığının sadece kadınların sorunu olmadığını gösterebiliriz.

Hareketin facebook sayfasında Paris’in yanı sıra Toulouse, Nantes ve Bordeaux gibi kentlerde gerçekleştirilen gösteri ve yürüyüşler de yayımlandı.

Resmi Twitter'da görüntüle

*Çeviri: Kadınlar ücret eşitsizliğini görünür kılmak için iş bıraktı. Cumhuriyet Meydanı, Paris.

Henüz daha eylem başlamamışken sosyal medyada Paris’teki Cumhuriyet Meydanı’nda toplanan kalabalıkların fotoğrafları paylaşılmaya başlandı. Eylem, Osez le Féminisme (Feminist Olmak İçin Cüret) gibi çok sayıda kadın hakları örgütü tarafından da desteklendi.

24 Ekim’de de İzlanda’da binlerce kadın ücret eşitsizliğini protesto etmek için saat 14:38’te iş bırakmıştı.

Kaynak:isyandan.org

Share
. tarafından

Almanya Basınında Türkiye’de Yaşanan Son Gelişmeler

Kasım 8, 2016 de ANASAYFA . tarafından

Ayşegül Karakülhancı Duman

KÖLN- Türkiye’de akademisyen, yazar ve gazetecilerin tutuklanmaları, işten çıkarılmalarıyla başlayan sürece Almanya kamuoyu uzun zamandır eleştirel yaklaşıyor. Fakat 15 Temmuz darbe girişimi, insanların kafalarında yeni soru işaretleri oluşmasına neden oldu. Özellikle AK Parti’nin ve Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın bir kere daha mağdur konumunda olmaları, Türkiye’de demokrasinin belki güçlenmesi için yeni bir başlangıç olur diye bir beklenti oluşturdu. Bu durum hem Erdoğan ile ilgili eleştirilerin önünü kesti, hem de Almanya Başbakanı Angela Merkel’e, mülteci sorunundan, muhafazakar CSU partisi ile seçmenini ve yine aşırı sağcı parti AfD’nin seçmenini rahatlatmak için süre kazandırmış oldu.

Avrupa Birliği ve Almanya açısından en vahimi, Türkiye’deki ve Avrupa’daki muhaliflerin tüm uyarı ve protestolarına rağmen, Angela Merkel’in aldığı yanlış kararlar sonucunda, AK Parti hükümeti ve Erdoğan’la geldiği noktanın çıkmaza girdiğini geç kabullenmesi oldu.

DBP’li belediyelere kayyum atanması, Diyarbakır Belediyesi Eşbaşkanları Gültan Kışanak ve Fırat Anlı’nın tutuklanmaları yavaş yavaş Alman basınının üzerinden 15 Temmuz etkisinin kalkmasına ve Erdoğan’ın politikalarının yeniden eleştirilmesini başlattı. Bu gelişmelerin ardından, tutuklu yazar Aslı Erdoğan’ın destek ve dayanışma isteyen mektubu basında yer aldı. Tam da kamuoyunun Türkiye ve AB arasındaki ilişkileri yeniden sorgulamaya başladığı sırada, Cumhuriyet gazetesinin yazarlarının tutuklanmaları, Almanya’da eleştiri dozunu arttırdı. Evet, uzun zamandır birçok muhalif kesim baskı altındaydı, özellikle Kürt basın ve yayın organlarına veya politikacılarına yönelik saldırılar vardı ama, söz konusu Kürtlerdi ve sol muhalefetti. Her iki grup ta maalesef Avrupa’da ikinci sırada geliyordu. Ama Cumhuriyet’in kapatılması, Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran temel unsurlara indirilmiş bir darbe olarak algılandı. Bu nedenle Alman basın yayın organlarında geniş yer buldu.

DIE ZEIT: BİR DEMOKRASİ ÖLÜYOR

31 Ekim’de Almanya’nın önemli gazetelerinden biri olan Süddeutsche Zeitung, Cumhuriyet’in kapatılmasını, “her şey faşizmin ilerleyişini hatırlatıyor” başlığıyla verdi. Özellikle Can Dündar‘ın WDR televizyonuna verdiği röportaj hemen hemen tüm gazetelerdeydi. Avrupa Parlamentosu başkanı Martin Schulz durumu, “kırmızı çizgi aşıldı” diyerek eleştirdi. Buna karşılık Türkiye Cumhuriyeti başbakanı Binali Yıldırım’ın “onların kırmızı çizgisi bizi ilgilendirmez” tepkisi, Süddeutsche Zeitung dış politika yazarlarından Luisa Seeling‘in 2 Kasım’da kaleme aldığı köşe yazısında durumun gerçekten de başbakan Yıldırım’ın dediği gibi olduğunu, “uluslararası kızgınlığı Ankara ciddiye alsaydı en çok tanınan muhalif gazete Cumhuriyet’i kapattırmazdı” diye yazdı. Cumhuriyet’in kapatılmasına, başbakan Angela Merkel‘in durumu “kırmızı alarma geçmek” olarak değerlendirmesi, Can Dündar’ın da WDR’e verdiği röportajda eleştirdiği gibi, çok geç gelen ve basına yapılanları kınamaktan kaçınılan bir açıklamaydı.

2 Kasım’dan sonra, Türkiye’yle ilgili yazı ve eleştiriler çığ gibi büyüdü:

3 Kasım’da Spiegel‘de Hasnain Kazim “Zensur in der Türkei” (Türkiye’de sansür) başlıklı yazısında, gazeteci Erol Önderoğlu’nun eleştirilerine yer verdi. Önderoğlu’nun, muhalif insanların takip edilip susturulduğunu gözlemlediğini aktardı.

Die Zeit gazetesi “Türkei: Eine Demokratie stirbt” (Türkiye: Bir demokrasi ölüyor) başlığını attı.

3 Kasım’da Erdoğan’ın “Almanya terör örgütlerine çanak tutuyor” şeklindeki sert açıklamalarına, Almanya Dışişleri Bakanı Frank-Walter Steinmeier, “Erdoğan’ın Almanya’nın güvenlik durumu ile ilgili yaptığı açıklamanın anlaşılamaz” olduğunu ifade etti. Erdoğan’ın bu çıkışının sebebinin, Almanya’nın 15 Temmuz darbe girişiminden sonra iltica talebinde bulunan kişilerin listesini Erdoğan’a vermeyi reddetmesi olduğu düşünülüyor.

Yine 3 Kasım’da Frankfurter Allgemeine gazetesinin önemli yazarlarından Michael Martens makalesinde, “AB uzun zamandır Erdoğan’ın umurunda değil, Türkiye Cumhurbaşkanı’nın idamla ilgili açıklamalarından sonra, kendisinin başka bir planı olduğunu, Avrupa perspektifinin kağıt üzerinde kaldığını ve Brüksel’in talep ve önerilerini umursamadığını” kaleme aldı.

BILD: DİKTATÖR ERDOĞAN

Tam Cumhuriyet gazetesi ile ilgili eleştirilerin devam ettiği sırada, 4 Kasım’da HDP’li vekillerin ve eşbaşkanların tutuklanmaları gündeme oturdu.

Dışişleri Bakanı Steinmeier, “Türkiye’nin AB’ye dahil olma isteği ile ilgili karar vermesinin zamanının geldiğini”, söylemesinin yanısıra, “terörle mücadelenin, muhalefeti susturmak ve tutuklamak için kullanılamaz” olduğunu belirtmesi önemliydi.

Oldukça sert bir başka eleştiriyi 5 Kasım’da Avusturya başbakanı Christian Kern yaptı. Kern, “Tüm bu olanlar Erdoğan’ın otorite programına hız verdiğini, anayasa ve demokrasinin ayaklar altına alındığını gösterir. Belki de AB’nin para musluğunun kapatılması gerekiyor ve AB’yle Türkiye arasında yapılmış olan mülteci anlaşmasının Türkiye tarafından iptal edilmesi ihtimaline hazırlıklı olmak gerekiyor” dedi.

HDP’li vekillerin ve eşbaşkanların tutuklanması eş zamanlı olarak Avrupanın birçok ülkesinde ve Almanya’nın hemen hemen tüm şehirlerinde protesto edildi. Cumartesi günü Kuzey Ren-Vestfalya eyaletinin tüm Türkiyeli, Ortadoğulu, Almanyalı demokrat kurumlarınca ortak düzenlenen Köln merkezli mitingine 7 binin üzerinde kişinin katılması, birçok televizyon kanalında ve gazetede yer buldu. En dikkat çekense, yapılan bu haberlerde kullanılan dilin uzun zamandan beri ilk defa muhalif kesimden yana ve yumuşak üslupta olmasıydı: Birkaç ay öncesine kadar Türkiye havuz medyasına yakın dil kullanan gazetelerdeki bu değişim önemliydi. Almanya’nın en çok okunan ama pek politik olmayan Bild gazetesi bile ilk sayfadan, “Diktatör Erdoğan: Bu gidişat nereye” başlığını attı.

6 Kasım’da Frankfurter Allgemeine gazetesi Brüksel temsilcisi Michael Stabenow yaşanılan durumu Avrupa Birliği açısından değerlendirdiği, “Europa in der Zwickmühle” (Avrupa çıkışsız) başlıklı makalesinde yer alan “Brüksel’de, İŞİD  terör milisleri ile mücadelede Türkiye ile ilgili korkutucu soruların olduğu” cümlesi oldukça ciddi bir ifade.

Aynı yazıda, Avrupa Dışişleri ve Güvenlik Teşkilatı Yüksek Temsilcisi Federica Mogherini‘nin ve Avrupa Birliği’nin genişlemeden sorumlu yetkilisi Johannes Hahn‘ın “Türkye’de parlementer demokrasi var mı, tartışılır”, değerlendirmelerine de yer verildi.

AB Türkiye Raportürü Kati Piri ise, Birlik ile Türkiye arasında görüşmelerin durdurulmasını teklif etti. Kati Piri’nin “Şu anda Ankara ile yapılacak görüşmelerin hiçbir getirisi olmadığı” görüşü, medyada yazılanlar arasında.

MÜLTECİ ANLAŞMASI AB’NİN ELİNİ ZAYIFLATIYOR

Belçika mahkemesinin Kürt politikacıları ve medya temsilcileri hakkında verdiği olumlu karar, uzun zamandan beri ilk defa Kürt muhalifler açısından Avrupa Birliği’nde duyulan en pozitif haber oldu.

Ama hâlâ Türkiye ve AB arasındaki mülteci anlaşması geçerli ve yürürlükte: Bu noktayı AB’nin çözememesi her daim Ankara’ya ve Erdoğan’a karşı elini zayıflatan durum.

7 Kasım’da Lüksemburg Dışişleri Bakanı Jean Asselborn, Deutschlandfunk‘a yaptığı açıklamada: “Açıkça söylemek gerekir ki, Erdoğan’ın kullandığı metodlar, Nazi dönemimde kullanılan yöntemlerdir. İnsan haklarını korumak için ekonomik yaptırımların uygulanması gerekmektedir. Türkiye’de milyonlarca insan bu karanlıktan çıkmak için AB’yi umut olarak görmektedir” ifadelerini kullandı. Ama Almanya bu görüşte değil, hükümet sözcüsü Steffen Seibert, konuşma kanallarını açık tutmanın yararlı olacağı görüşünde.

Artık Türkiye konusunda Almanya dışında birçok ülke daha sert yaptırımlar uygulanması konusunda hemfikir. Almanya için durum elbette diğer ülkelere oranla daha zor. Hem tarihsel olarak uzun yıllarca devam etmiş bir ortaklığı var, hem de burada yaşayan Türkiyeli nüfüsu diğer Avrupa ülkelerine kıyasla oldukça yüksek. Ama Almanya hükümetinin kabul etmesi gereken gerçeklik, Erdoğan’ın ve Ankara’nın demokratikleşmeyeceği. Bu nedenle daha açık eleştirmeleri gerektiği. Zaten Türkiye’deki anti demokratik uygulama ve baskı yoğunluğunun daha da artması durumunda Almanya kamuoyu ve Avrupa Birliği ülkeleri Merkel’in ve hükümetinin bu pasif tutumuna çok da anlayışlı bakmayacak ve her geçen gün hükümet üzerinde bu konuda baskı artacak.

Kaynak:gazeteduvar.com.tr

Share
. tarafından

OHAL gerekçesi ile yüzlerce demokratik kurum kapatıldı!

Kasım 12, 2016 de ANASAYFA . tarafından

OHAL kapsamında içişleri bakanlığı tarafından dün yayınlanan bir genelge ile yüzlerce devrimci ve demokratik kurum kapatılarak mühürlendi. Kapatılarak mühürlenen kurumlar arasında DHF’ bağlı İzmir ve Gazi demokratik haklar Dernekleri de bulunmaktadır.

HABER MERKEZİ (12.11.2016)- Erdoğan/AKP iktidarının halklarımıza ve onun devrimci, demokratik kurumlarına yönelik topyekün kirli savaş ve saldırganlığı sistematik bir biçimde devam etmektedir. 15 Temmuz darbe girişimini gerekçe yaparak devreye koyduğu OHAL ve KHK’ler ile kendi gerici iktidarını sağlamlaştırmaya çalışan Erdoğan/AKP iktidarı ‘’FETÖ’’ ile mücadele adı altında manipülasyonlar yaratarak bütün devrimci ve demokratik toplumsal güçleri hedef alarak bastırmaya ave susturmaya çalışmaktadır. Darbe girişiminden bugüne kadar binlerce devrimci, demokrat, Yurtsever ilerici,  kamu emekçisi, basın emekçisi, aydın ve yazar, akademisyen, öğrenci, avukat ve toplumsal mücadelenin daha değişik alanlarında olmak üzere binlerce insan devletin gözaltı, işkence, tutuklama ve görevden uzaklaştırma saldırılarına maruz kalmıştır.

Bu stratejik saldırılar kapsamında dünde içişleri bakanlığının yayınladığı bir genelge ile ‘’Terör örgütleri ile bağlantılı’’ gerekçesi ile 400 yakın dernek kapatılarak mühürlendi.

Kapatılarak mühürlenen kurumların yüzde doksanı devrimci, demokrat ve yurtsever kurumlardır. Bu kapsamda Kuzey Kürdistan başta olmak üzer, Ülkenin onlarca yerinde adı geçen dernekler polisler tarafından basılarak mühürlenmiştir. Kapatılan kurumlar arasında Çağdaş Hukukçular Derneği(ÇHD), Mezopotamya Kültür merkezleri(MKM), Gündem Çocuk Dernekleri, Yakınlarını Kaybedenlerle Dayanışma Dernekleri, Kadın yaşam derneği, Halkın Hukuk Bürosu, Demokratik Öğrenci Dernekleri ve daha yüzlerce kurum bulunmaktadır.

ÇHD’de baskın yapmaya giden özel harekât polisleri Avukatların direnişi ile karşılaştılar. Dernek binasını sloganlarla terk etmeyen avukatlara saldıran özel harekât polisleri onlarca avukatı gözaltına aldı.

DHF’ye bağlı derneklerde basılarak mühürlendi!

Saldırılar kapsamında Demokratik Haklar Federasyonu’nun bağlı derneklerde basılarak mühürlendi. Bu kapsamda DHF’ye bağlı İzmir Demokratik Haklar Derneği ve Gazi Demokratik Haklar Dernekleri basılarak mühürlendi.

Gazi Demokratik Haklar Derneği basılarak talan edildi!


Gece saatlerinde Gazi Demokratik Haklar Derneğini basan polisler,dernekte bulunan bilgisayarlar, kitaplar, arşivler, flamalar ve daha bir çok şeye el koydular.Yapılan baskında şehitlerin resimleri parçalanarak üzerlerine hakeretler içeren küfürler yazıldığı öğrenildi.

 


Kaynak:Halkın günlüğü gazetesi

Share
. tarafından

DHF: Devrimci kurumlarımızı savunmaya devam edeceğiz!

Kasım 12, 2016 de ANASAYFA . tarafından

dhf-amblem-12-kasm
DEMOKRATİK HAKLAR FEDERASYONU (12.11.2016)-
Faşist diktatörlük tüm barbarlığı ile halklarımıza ve halklarımızın örgütlü dinamikleri olan kurumlarına saldırmaya devam ediyor. Halklarımıza karşı topyekün stratejik bir savaş yürüten faşist diktatörlük geçmişte olduğu gibi bugünde halklarımızın özgürlük ve kurtuluş mücadelesini asla bastıramayacaktır. Tarihsel mücadele ve direniş birikimlerini kuşanan halklarımız faşizme ve her türden gericiliğe karşı meydan okumaya ve hak ettiği yer olan tarihin çöplüğüne yollamaya devam edecektir.

Topyekün stratejik savaş ve saldırganlık kapsamında dün de iç işleri bakanlığının yayınladığı bir genelge ile 400 yakın devrimci, demokratik ve ilerici kurum basılarak talan edilmiş ve mühürlenmiştir. Basılarak mühürlenen kurumlar arasında, Çağdaş Hukukçular Derneği(ÇHD), Mezopotamya Kültür Merkezleri(MKM), Demokratik Öğrenci Dernekleri(DÖD), TAYAD, YAKAY-DER ve daha yüzlerce demokratik kurum bulunmaktadır. Saldırılar kapsamında Demokratik Haklar Federasyonu(DHF)’nuna bağlı İstanbul merkez ve Gazi Demokratik haklar Dernekleri ile İzmir Demokratik haklar Derneği de basılarak mühürlenmiştir.

İstanbul’da bulunan merkez büromuz ve Gazi Demokratik Haklar Derneğini gece saatlerinde basan polis, Derneklerde bulunan Bilgisayarlar, Flamalar, kitaplar, arşivler ve daha birçok şeye el koymuşlardır. Derneği tam anlamıyla dağıtarak talan eden polis, şehit resimlerini parçalayarak üzerine hakaretler içeren küfürler yazmıştır. Ayrıca Derneklerin duvarları ve çevresindeki tüm yazılar ve resimler silinmiştir. Derneklerimiz talan eden polis eşyalara el koyarak derneklerimizi mühürlemiştir. Keza yine İzmir Demokratik Haklar Derneğimizde gece saatlerinde polis tarafından basılarak mühürlenmiştir.

Devrimci mevzilerimizi savunmaya devam edeceğiz!

Halklarımızın kan ve can bedeli değerler yaratarak ilmek ilmek inşa ettikleri devrimci ve demokratik kurumlarımız haklılığından ve meşruluğundan aldığı güçle mücadelesine devam edecektir. Hiç bir saldırı ve engelleme bizleri sosyalizm mücadelemizden alıkoyamayacaktır.  Karanlıklar içinden aydınlığı, saldırılar altında direnişi, zulüm altında isyanı ve köhnemiş kapitalist sistem altında sosyalizmi binlerce kez haykırmaya devam edeceğiz.

Yaşanan kapsamlı saldırlar altında devrimci kurumlarımızı ve demokratik mevzilerimizi savunmaya devam edeceğiz. Hiçbir saldırı ve engelleme önümüze koymuş olduğumuz çalışmalarımızı asla durduramayacaktır. Başta üye ve taraftarlarımız olmak üzere bütün halkımızı saldırılara karşı birleşmeye, mücadele etmeye, devrimci ve demokratik kurumlarımızı daha güçlü bir şekilde sahiplenmeye çağırıyoruz!

Share
. tarafından

SİBEL ÖZBUDUN: KRİZ, SAVAŞ VE İŞÇİ SINIFI ÜZERİNE GÖRÜŞLER[*]

Kasım 12, 2016 de ANASAYFA . tarafından

“Silent leges inter arma.”[1]

SİBEL ÖZBUDUN – Bilmeyen yok: Sürdürülemez kapitalizm krizde… Dahası krizden çıkmak için attığı her adım, her debelenişi, onu içine düştüğü girdabın daha derinlerine doğru çekiyor.

Sistemin şu an yaşamakta olduğumuz krizin başlangıcı, çevre ülkelerde patlak veren 2002-2003 malî krizine tarihlendirilebilir. Bunu önlemek için sistem aktörlerinin attığı her adımın, çöküntüyü ötelemekten ve çapını büyütmekten başkaca bir işe yaramadığını da deneyimler bize gösterdi – 2008 krizinde olduğu gibi… Bunu Marksist, hatta Marksist-olmayan iktisatçılar da bize anlatıyor. Örneğin, ABD Merkez Bankası eski başkanı Yellen, mevcut durumdan söz ederken, “Biz ‘yeni normal’ denen şeyle boğuşuyoruz,” diyor. “Olağanüstü önlemlerden çıkış gözükmüyor… Belki de bu, asla eve dönülemeyen durumlardan biridir.”[2]

“Yeni normal”, neo-liberal jargonda kapitalizmin içinde bulunduğu krizden çıkamayacağının ve kriz koşullarının veri kabul edilmesi gerektiğinin itirafı… “Merkez bankalarının bankası” BIS’in (Bank of International Settlement) 2016 raporunda finans dalgalarının seyrini takibe alması[3] boşuna değil: mevcut krizin süreğenliğinin kabulü ve de onu (nafile) “denetleme” isteği…

Rosa Luxemburg’dan beri biliriz ki, kapitalizm krize girince, başvurduğu çarelerden ilki, “savaş”tır. Yeni kaynaklara erişimi sağlamak, nüfuz alanını genişletmek, enerji koridorları üzerinde denetim sahibi olmak, krizi militarist birikim aracılığıyla aşmak,[4] “aşırı üretim” krizini savaşın getireceği yıkımla aşma tasarısı; savaş yıkımının ekonominin canlandırılmasına yol açacağı düşüncesi (sadece Türk inşaat firmalarının Ortadoğu’daki savaş ve iç savaşların harap ettiği kentlerin yeniden imarından “kaptığı” pay düşünüldüğünde,[5] bu kalemin yabana atılmayacak bir meblağ tuttuğu görülecektir)… “Savaşçı” egemenlerin hesaplarındandır…

Mevcut krizde de durum böyle… Emperyalist güçler, 11 Eylül (2001) saldırısının ardından ABD’nin devreye soktuğu GWOT (Terörizme Karşı Küresel Savaş) konseptinden, “Büyük Güçler arası Savaş” konseptine doğru bir yönelişe girdiler. “Büyük güçler”, yani (en kaba hatlarıyla) ABD ile Rusya-Çin kutuplaşması. İleride nasıl bir dizilime dönüşeceği henüz belirlenmiş olmasa da, Ukrayna, Kırım ve son olarak da Suriye’deki “vekalet savaşı” bu “yüksek gerilim”in duraklarını oluşturuyor.

“Yüksek gerilim”in ana sahnelerinden biri, hiç kuşku yok ki, Ortadoğu[6]… ABD’nin (Önce “Büyük”, sonra da “Genişletilmiş”) Ortadoğu Proje(ler)ini açıklamasından bu yana başlayan yeniden biçimlendirme sürecinin sona ermediği Ortadoğu; özellikle de bugün çeşitli yerel güçlerin bir “vekalet savaşı” yürüttüğü Suriye. ABD’nin Irak petrollerinin taşınmasında kritik önem verdiği; Rusya’nın ise bu tasarımdan hiç mi hiç hoşnut olmadığı Suriye…

Şuna hiç kuşku yok, herkesin Sykes-Picot’nun sonundan bahsettiği, ama yerini alacak yeni düzeni kimsenin kestiremediği Ortadoğu, en azından ABD’nin Irak’a müdahalesinden beri, yeryüzünün en karmaşık savaş bölgesidir… Ve AKP’nin dümeninde olduğu Türkiye, Suriye’de ne idüğü belirsiz ÖSO milislerine verdiği fiziksel destek, Suriye ve Irak topraklarındaki fiili mevcudiyeti, Meclis’teki üç partinin her seferinde tıpış tıpış onayladıkları savaş tezkerelerinin ve Cumhurbaşkanı’nın dozajı her gün biraz daha yükselen efelenmelerinin de tanıklık ettiği gibi, adım adım bu savaşa doğru sürüklenmektedir.

Türkiye’nin eski ve yeni iktisadi ve siyasal elitlerinin ülkenin içine sürüklenmekte olduğu savaşa dair pek çok girift hesabı vardır, kuşkusuz. Kadim “bölünme” korkusuyla Suriye sınırındaki Kürt oluşumunu kırmak, hiç değilse kantonların birleşerek ülkenin güneyinde bir Kürt kuşağının oluşmasını engellemek; “Arap baharı” trenini kaçırmış olmanın düş kırıklığıyla, Suriye’deki rejim değişikliğine daha aktif müdahil olarak pastanın bölüşümünden daha iri bir pay kapmak; bölgede oluşmakta olan Sünnî eksenin liderliğine soyunarak alt-emperyalist bir konuma geçmek vd. vd. Bu konjonktür, eski (Kemalist) elitlerin “misak-ı milli”yi koruma, yeni (İslâmcı) elitlerin ise Osmanlı İmparatorluğu’nun Ortadoğu’daki nüfuz alanını canlandırma arzularının birbirine eklemlenmesine yol açtı… Simgesel biçimini “Yenikapı mutabakatı”nda bulan bu eklemlenme, gelmekte olan savaşın önlenmesinde egemen blok içerisindeki çelişkilere bel bağlayanlar için hazin bir gelişme; ama bir nesnellik, ne yazık ki…

Bunlar, eskisiyle, yenisiyle egemenlerin arzu ve hesapları. Peki ya emekçiler… İşçi sınıfı? Türkiye’nin sürüklenmekte olduğu bataklıktan onların ne gibi bir hesabı olabilir?

Egemenler, bu sorunun karşılığı için emekçilere dönüp diyorlar ki: vatanı böldürmemek, PKK “terörü”ne geçit vermemek, dış güçlerin oyunlarını bozmak, daha güçlü bir Türkiye vb. vb. için “evlatlarımızı feda etmeye hazırız”…

Bunu söyleyen yalnızca yöneticiler, patronlar, politikacılar, havuz medyasının kalemleri vb. değil. Örneğin “sendikacı” Yıldırım Koç da ‘Aydınlık’taki köşesinden aynı teraneyi seslendiriyor.[7]

Oysa Türkiye’de herkes artık “feda edilecek evlatlar”ın yoksulların, emekçilerin çocukları olduğunu biliyor… Son 15 yıldır PKK ile TSK arasında süregiden çatışmalarda ölenlerin yoksul halk çocukları olduğunu, ekranlardaki “şehit cenazeleri” görüntüleri göstermeye yeter de artar bile…

Ama işçi ve emekçilerin savaşlardan göreceği tek zarar evlatlarının bedenlerini savaş mekanizmasına yakıt etmekten ibaret değil. “Barut ve kan kokularına karışmış ‘ulusal çıkar, milli birlik, vatanın savunulması’ demogojileri arasında işçilerin grevleri yasaklanır, hak alma mücadeleleri bastırılır, politik hak ve özgürlükler için mücadele etmelerinin önü kesilmek istenir. Bütün bunların işçi sınıfına ve emekçi halka faturası sefalet ücretine mahkûm olmak, sosyal ve politik haklardan mahrum olmak, sendikal hak ve özgürlüklerden yararlanamamaktır. Yani işçi ve emekçilerin savaş ve şiddet politikalarından en küçük bir çıkarı olmadığı gibi atılan her kurşun onlara isabet etmektedir.”[8]

Savaşın halk için anlamını en iyi betimleyen, belki de savaşlarla tarumar olmuş bir çağın ozanı, Bertolt Brecht’in şu dizeleridir: Bu gelen savaş ilk değil./ Çok savaş oldu bundan önce./ Bittiği gün en son savaş/ bir yanda yenilenler vardı gene,/ bir yanda yenenler vardı./ Yenilenlerin yanında/ kırılıyordu halk açlıktan./ Yenenlerin yanında/ halk açlıktan kırılıyordu.

Evet, emperyal amaçlı savaşların halka ait olmadığı, yenen tarafta da olsalar, yenilen tarafta da olsalar onlara kırım, yıkım, açlık, sefaletten başka bir şey getirmeyeceği bundan daha çarpıcı biçimde anlatılamaz.

Yine de anlatmaya çalışayım: Örneğimiz ABD öncülüğündeki koalisyon güçlerinin giriştiği Irak işgali ve savaşın -Irak açısından- insani bilançosu olsun.

Hatırlayacak oluşanız, ana akım medyanın Irak’ın sivil kayıplarını örtbas ettiği gerekçesiyle, İngiltere’de bağımsız bir girişim başlatılmıştı savaş sırasında: ‘Iraq Body Count (IBC)/ Irak’ta Cesetleri Sayma’. IBC verilerine göre, Mart 2003-Aralık 2011 tarihleri arasında yüzde 79’u sivil olmak üzere 162 bin Iraklı yaşamını yitirdi. Aynı kuruluş, Ocak 2013 sonu itibariyle Irak savaşında ölen Iraklı sivil sayısını 111 460 ila 121 814 arasında veriyor. (2012 itibariyle 32.5 milyon olan Irak’ın nüfusu için bu, nüfusun 300’de 1’i anlamına geliyor!) Bu ölümlerin önemli bir bölümü ise, savaş ve işgalin tetiklediği istikrarsızlık ve başıbozukluk koşullarında meydana gelen etnik-mezhepsel çatışmalar, intihar saldırıları ve başıbozuk çetelerinin elinden olmuş.

Veriler, savaş koşullarının en çok kadın ve çocukları vurduğunu gösteriyor her zaman olduğu gibi… İşgal boyunca hayatını kaybeden sivillerin yüzde 44’ünü kadınlar, yüzde 42’sini ise çocuklar oluşturuyor. İşgalin insani maliyeti konusunda Massachusetts Teknoloji Üniversitesi Uluslararası Çalışmalar Merkezi’nin internet sayfasına göre işgal sürecince eşlerini yitiren 86 bin kadın Irak Hükümeti’nden mali destek alıyor. Dul kalan her kadının hükümet desteği almadığı düşünüldüğünde, eşini kaybeden kadınların daha fazla olduğu tahmin ediliyor. Neyle, nasıl geçindikleri ise meçhul… İşgal süresince 4.5 milyon çocuk ise yetim kaldı ve bunların 600 bini sokakta yaşıyor.

Savaşın sıradan insanlara tek maliyeti can kaybı ya da işsizlik, yoksulluk değil. Bir de evinden barkından olup başka ülkelere sığınmak zorunda kalmak var: En iyi, her gün onlarcasının boğulmuş bedenleri Ege’den toplanan Suriyeli sığınmacılardan bildiğimiz bir durum. Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği’nin (BMMYK) Ocak 2012 tarihli verilerine göre, 1 milyon 428 bin Iraklı, Suriye başta olmak üzere bölge ülkelerine göç etti. Bu ülkelerde mültecilik veya oturum hakkı tanınmayan Iraklılar, eve döndüklerinde ise evlerini yıkılmış buluyor ya da evlerinde başkalarının yaşadığını görüyor. Bu yüzden Iraklıların eve dönüşü bir çözüm yolu olarak görmedikleri belirtiliyor.

Ülke dışına göç edenlerin yanı sıra, 1 milyon 332 bin 382 Iraklı da kendi ülkesinde mülteci hayatı sürdürüyor (Nüfusun 30’da 1’i!). Bunlardan 467 bin 565’i ülke genelindeki olumsuz yaşam koşulları sunan 382 farklı yerleşim biriminde yaşıyor. BMMYK’ya göre, 31 milyon Iraklı’dan en az 3 milyonu işgalden olumsuz etkilendi ve hâlen hayat koşulları normale dönmedi. ABD’li uzman Elizabeth Ferris, bu rakama, Suriye’deki çatışmalardan dolayı Ocak 2013 itibariyle ülkelerine dönmek zorunda kalan 65 bin Iraklı’nın daha eklendiğini söyledi.[9]

Bu insani maliyet, ABD’nin büyük silah şirketlerinin kârları üzerinden okunduğunda, çok daha çarpıcı bir görünüm alıyor: Irak halkı kırılırken Raytheon, Lockheed, BAE Systems, General Dynamics, Nortron Grumman gibi silah devlerinin kazançları katlanıyor:

“11 Eylül’den sonra ABD savunma harcamaları iki kat, savunma sanayi yıllık kârları dört kat artmış. O on yılda ABD, El Kaide peşinde Afganistan ve Irak savaşlarında 1.3 triyon dolar, temel savunma bütçesine ek 4 trilyon dolar harcamış. AP’nin araştırması (2011), son altı ayda, ABD Afganistan ve Irak’tan çekilirken savunma şirketlerinin hisselerinin yüzde 20 gerilediğini, bir altın dönemin kapanmakta olduğunu savunuyordu.”[10]

İşe bakın ki, ölüm pazarlayan şirketlerin kârları, dolayısıyla da borsa değerleri, ABD Irak’tan çekilme kararını açıkladığında inişe geçiyor. Ancak bir yere kadar. Sıkı durun: bu şirketlerin borsa değerleri, Suriye’nin[11] (dış destekli) iç kargaşa sinyalleri vermeye başladığı 2013’ten itibaren yeniden tırmanmaya başlıyor! Bu, dünyanın emperyal heveslerin odağında yer alan coğrafyalarda yaşamaktan başka suçları olmayan insanlarla, onların kitlesel olarak katledilme, yıkıma uğrama, yerinden yurdundan edilme olasılığını “satın alan” bir avuç yatırımcı arasında ikiye bölünmüş olduğunu gösteriyor!

Bu ise, savaşların önünün alınmasında enternasyonal dayanışmanın önemini büsbütün arttırmakta.

Ama bu konuya girmeden önce, dilerseniz kısaca Türkiye’nin sürüklenmekte olduğu savaşın bu ülkenin sıradan insanlarına neye patlayabileceği konusunda biraz daha kafa yoralım.

Bunun ipuçlarını bir yandan 20 yıla yakındır süregiden “düşük yoğunluklu” Kürt savaşından, bir yandan da bir “savaş provası” olarak OHAL’den izleyebiliriz:

Haydi gelin, insanı, kanı, canı, kültürü, sevdaları, acıları, düşkırıklıklarını… velhasıl herşeyi, ama herşeyi dolar üzerinden maliyet hesabına vuranların dilini kullanalım ve yıllardır süregelen Kürt savaşına onların buz gibi matematiğiyle bakalım.

Dönemin Başbakan Yardımcısı ve Devlet Bakanı Cemil Çiçek 2008 yılında demişti ki: “PKK terör örgütünün Türkiye’ye verdiği maddi kayıp, 300 milyar doların üzerinde. GAP’ın maliyeti 32 milyar dolar. Bu parayla 10 tane GAP projesi yapılabilir, 3 milyon 800 bin kişiye iş imkânı sağlanabilir.”

Bir başka “hesap adamı”, THK Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Ünsal Ban ise 2013 yılında bir araştırmanın sonucunu şöyle aktarıyordu: “30 yılda Teröre harcanan 350 milyar dolarla, Türkiye yeniden inşa edilebilirdi. Hesaplamak güç olsa da; 117 Bakü-Tiflis-Ceyhan (BTC) Boru Hattı, 87 Atatürk Barajı, 100 Yavuz Sultan Selim Köprüsü, 70 Marmaray, İstanbul’a yapılacak 3. havalimanı özelliklerinde 35 havalimanı, 11 Güneydoğu Anadolu Projesi (GAP), 8 Kanal İstanbul Projesi, 52 bin 500 adet 24 derslikli okul, 3 bin 60 tane 400 yataklı tam teşekküllü eğitim ve araştırma hastanesi yapılabileceği düşünüldüğünde, devletimizin ve halkımızın kaybının ciddi boyutlarda olduğu görülmektedir.”[12]

Siz bu sızıldanmalara bakmayın, onlar “300 milyar dolar”larını Kürtlerin üzerine yağdırdıkları bombalardan, kurşunlardan, İHA’lardan, gece görüşlü kameralardan, kalekol, askeri havaalanı inşaatlarından, Batı’ya göç etmek zorunda kalmış yüzbinlerce Kürt emekçisinin boğaz tokluğuna emeğinden çoktan çıkardılar.

Peki ya Kürt savaşına harcanan bu 300 ya da 350 milyar dolar kimin cebinden çıktı dersiniz? Yurttaşların, emekçilerin, sıradan insanların ödedikleri vergilerden elbette…

Ama yitirilen yalnızca para mı? Sadece TBMM İnsan Hakları İnceleme Komisyonu bünyesindeki alt komisyon raporuna göre1984-2012 arasındaki çatışmalarda 22 101 PKK’li, 7 918 (güvenlik güçleri başta olmak üzere) 7918 kamu görevlisi, 5557 sivil yaşamını yitirdi… Bu 35 bin küsur insan arasında pek azı zengin ailelere mensup. Çoğu, yoksul halk çocukları…

Ölümlerin yanısıra, toplam 4000 köy yok edildi, 380 000 ila 1 000 000 arası Kürt köylü evini terk ederek göçmek zorunda kaldı. 119 bin kişi cezaevine girdi…

O zaman altını bir kez daha çizelim; 30 yılı aşkın süredir devam eden Kürt savaşı, Batıda Türkiye emekçilerini her bakımdan daha çok yoksullaştırdı, yoksunlaştırdı. Binlerce evladını genç yaşta toprağa veren aileler, cafcaflı bir şehit cenazesi, ellerine sıkıştırılan üç-beş kuruş, bir madalya ve ardından da sonsuz bir unutuşla baş başa kaldı. Şehitli ya da şehitsiz, aileler daha çok yoksullaştı, sağlığa, eğitime, emekçilerin gereksinimlerine harcanabilecek fonlar, savaş sanayine yöneldi. Şimdiyse efendiler bir kez daha kapılarını çalıp, daha fazla evlat, daha fazla fedakârlık istiyor onlardan…

OHAL’e gelince… 15 Temmuz 2016’daki darbe girişiminin ardından ilan edilen ve bir nev’i “savaşa hazırlık” olarak da görülebilecek Olağanüstü Hâl, ilk cepheyi işçilere, emekçilere karşı açtı: yasaklanan grevler, yağmaya açılan madenler, ormanlar, toplu işten çıkarmalar, sendikalı işçiler ve sendikalar üzerinde baskılar, sosyal hakların gaspı, muhalif basının susturulması… İktidarın elinde işçilere emekçilere karşı bir savaş aygıtına dönüşen OHAL, grevin, hak aramanın, sendikal mücadelenin ya da en ufak itirazın “vatana ihanet”le eşitleneceği savaş durumunda hayatın emekçiler için nasıl bir cehenneme dönüşeceğini göstermiyor mu?

* * *

Bu durumda, işçi sınıfının ve emekçilerin tepelerinde sallanan savaş tehdidine karşı söylenecek bir sözü olmalı… “Gocuklu celep kaldırınca sopasını”, “hemen sürüye katılanlardan ve adeta mağrur, salhaneye koşanlardan” olmadıklarını gösterecek bir söz, bir duruş.

Türkiyeli emekçiler, ya da ülkenin batısı için bu, estirilen şoven rüzgârlara, milliyetçi teranelere, şanlı ecdat atıflarına, din-iman-şehadet yavelerine prim vermemekle başlar. Doğrudur, bu ülkede şoven ve tekçi bir milliyetçilik el kadar bebeklikten başlıyor yurttaşların beynine zerk edilmeye… Hem formel hem de informel sosyalleşme kanalları, dışında kalmanın vatan hainliğine eş tutulduğu bir cemaat ruhunu aşılıyor yurttaşlara. AKP iktidarının toplumsal yaşamın dokularına derinlemesine nüfuz etmeye koyulduğu son yıllarda milliyetçi-muhafazakâr-cemaatçi ruha koyultulmuş bir dindarlık da eklendi… Bugün tümüyle tek sese indirgenmiş medya da bu dindar şovenizmi var gücüyle körüklemekte…

Bu durum, emek eksenli örgütlenmeleri, sendikaları, işçi-emekçi derneklerini, sosyalist partileri önemli bir görevle karşı karşıya bırakıyor. Bu ülkede solun, sosyalistlerin ne yazık ki günümüze dek çoğunlukla ihmal edegeldiği bir görev. Bir işçi sınıfı karşı-kültürünü biçimlendirme uğraşı… Sınıfsal sömürü ve tahakküme karşı tepkilerin dışa vurulabileceği sınıfa özgü -her türlü ‘kutsallık’ atfından arındırılmış, eşitlikçi, seküler, enternasyonalist, sınıf dayanışmacı, barışçı- bir karşı-kültür.

Bu, bu ülkenin kendini “Türk” olarak tanımlayan emekçilerini, kendilerini “evde/güvende” hissetti(rildi)kleri milliyetçi-mukaddesatçı iklimden uzaklaştırmak, ulusal ya da etnik aidiyeti ne olursa olsun tüm emekçilerin sermaye düzeninden kaynaklanan tahakküm, tehdit ve saldırganlıkla karşı karşıya olduğu, bu nedenle kurtuluşlarının ortak olduğu bilincini açığa çıkarmak için uğraşmak demektir.

Ve kaçınılmaz olarak, milliyetçilikle ve din sömürüsüyle hesaplaşmayı gerektirmektedir.

Akıntıya karşı kürek çekmek pahasına…

12 Ekim 2016 20:29:33, Ankara.

N O T L A R

[*] Kaldıraç, No:184, Kasım 2016…

[1] “Savaş sırasında kanunlar susar.” (Çiçeron.)

[2] E. Yıldızoğlu; “Bu Kapitalizm… Bu Kriz”, Cumhuriyet, 26 Eylül 2016.

[3] Korkut Boratav, “Finans Dalgaları: Batıda, Türkiye’de”, Birgün,19 Ağustos 2016.

[4] 11 Eylül’den sonra ABD savunma harcamaları iki kat, savunma sanayi yıllık kârları dört kat artmış. 11 Eylül’ü izleyen on yılda ABD, El Kaide peşinde Afganistan ve Irak savaşlarında 1.3 triyon dolar, temel savunma bütçesine ek 4 trilyon dolar harcamış. (E. Yıldızoğlu, “GWOT Bitti ‘Büyük Savaş’ Verelim”, Cumhuriyet,19 Eylül 2016.

[5] “ABD’nin gündeme getirdiği Ortadoğu’daki ekonomik işbirliği planına göre, dünya müteahhitlik sektöründe zirveye koşan Türkiye, bu alanda ABD ile ortak hareket edecek. İki ülke, Arap baharıyla yıkılan kentlerin yeniden inşasında ortaklık kuracak.” (“Türkiye ‘Arap Baharı’ Pastasına Ortak Oldu”, Haber Kıbrıs, 27 Haziran 2012, http://haberkibris.com/turkiye-arap-bahari-pastasina-ortak-oldu-2012-06-27.html)

[6] Yalnızca şu satırlar dahi Ortadoğu’nun dünya güçleri için önemini özetlemiyor mu: “Ortadoğu dünya petrolünün yüzde 36.7’sini üretiyor. Üreticiler içinde net ihracatçının dört Ortadoğu ülkesi toplam net petrol ihracatın yüzde 35’ini gerçekleştiriyor. Net ithalatçı, ABD, Çin, dört AB ülkesi, Hindistan toplam net ithalatın yüzde 60’ını gerçekleştiriyor. Ortadoğu’nun toplam gaz üretimi içindeki payı yüzde 15.7Ortadoğu’nun tek net ihracatçı ülkesi Katar’ın toplam net gaz ihracatı içinde payı yüzde 14; Rusya’nın payı yüzde 21.4. Net gaz ithalatçısı beş AB ülkesi, toplam net gaz ithalatının yüzde 27’sini gerçekleştiriyor. Gerek ABD ve AB’nin enerji güvenliği, gerekse de yükselen Çin’in enerji gereksiniminin karşılanması açısından bu bölgenin enerji kaynaklarına erişim büyük önem taşıyor. Bu bölgenin önemi, Avrupa’nın petrol ama özellikle Gaz gereksinimi açısından Rusya’ya bağımlılığının azaltılması açısından ayrıca artıyor.” (Ergin Yıldızoğlu, “Boru Hatlarının Jeopolitiğinde…”, Cumhuriyet, 22Ağustos 2016.)

[7] Bkz: Yıldırım Koç, “İşçi Sınıfı ve Barış”, Aydınlık, 24 Ağustos 2015.

[8] Ahmet Yaşaroğlu, “İşçi Sınıfı ve Barış”, Evrensel, 28 Ağustos 2015.

[9] “Irak İşgalinin İnsani Faturası”, Sabah, 16 Mart 2013.

[10] Ergin Yıldızoğlu, “GWOT Bitti, ‘Büyük Savaş’ Verelim”, Cumhuriyet, 19 Eylül 2016.

[11] Bu arada, bitmemiş Suriye savaşının bilançosu ise çok daha vahim bir tablo sergiliyor: “Guardian gazetesi, Suriye Politika Araştırma Merkezi’nin (SCPR) Suriye’de savaşın yarattığı yıkımla ilgili yeni raporundaki verileri yayımladı. Gazetenin Orta Doğu editörü Ian Black’in imzasını taşıyan haberde raporun, savaşın Suriye’de yarattığı yıkımın boyutunu ortaya koyduğu aktarıldı. Rapora göre Suriye’deki savaşta ülke nüfusunun yüzde 11’i öldü ya da yaralandı.

Haberde özetle şu bilgiler yer alıyor: ‘SCPR tarafından yayımlanan rapora göre Suriye’deki savaşta 470 bin kişi yaşamını yitirdi. Savaş nedeniyle ulusal sağlık sistemi ve ülke alt yapısı neredeyse yok oldu. Rapor, toplamda, krizin başladığı 2011 Mart ayından bu yana nüfusun yüzde 11,5’inin öldüğünü ya da yaralandığını belirtiyor. Yaralananların sayısı 1.88 milyon oldu. Ortalama yaşam süresi 201’da 70 iken bu, 2015’te 55.4’e geriledi. Suriye’nin toplam ekonomik kaybı ortalama 255 milyar dolar oldu. (…) Haberde rapordaki diğer bazı detaylar özetle şöyle aktarılıyor: “Tüketici fiyatları geçen yıl yüzde 53 arttı… “Çalışma şartları ve ücretler kötüleşti. Güvenlik kaygıları nedeniyle artık daha az kadın çalışıyor… “Yaklaşık 13.8 milyon Suriyeli, geçim kaynağını yitirdi… “Nüfusun yüzde 21 oranındaki düşüşü Türkiye ve Avrupa’ya giden mültecilerin rakamlarını açıklamaya yardımcı oluyor… “Toplamda nüfusun yüzde 45’i yaşadığı yerlerden ayrılmak zorunda kaldı. 6.36 milyon kişi ülke içinde yer değiştirirken 4 milyon fazla kişi ülke dışına çıktı.” (http://www.bbc.com/turkce/haberler/2016/02/ 160211_suriye_rapor_guardian)

[12] Celal Deniz, “Kürt Sorununun Maliyeti”, Marmara Yerel Haber, 7.9.2016, http://m.marmarayerelhaber.com/Celal-DENiZ/46113-Kurt-sorununun-maliyeti

Kaynak: http://sibelozbudun.blogspot.de/2016/11/kriz-savas-ve-isci-sinifi-uzerine.html

Share
. tarafından

DKH: Mirabel Kardeşler’den Bernalara, 20-25 Kasım’da alanlara!

Kasım 16, 2016 de ANASAYFA . tarafından

dkh-aklamaDEMOKRATİK KADIN HAREKETİ (DKH) – Katliamcı geleneğini layıkıyla yerine getiren AKP iktidarı; şiddeti, ezilenleri baskı altına almak için bir kural haline getirmiş durumda. Ezilen cinsiyet, inanç, milliyet ve uluslara azgınca saldıran siyasi iktidar ve uşakları günümüzde yaptığı saldırı ve katliamları gizlemeyecek kadar aymazlaşmış durumdadır. Saray diktası 15 Temmuz darbe girişimi ile birlikte baskı ve saldırılarını arttırmış ve sonuç olarak kendine muhalif olan herkese açık bir savaş açmıştır. Bu savaşın ilk hedeflerinden birini de kadın ve LGBTİ’ler oluşturmaktadır. 15 Temmuz’un ardından AKP’nin sivil cihatçıları tarafından kadın ve LGBTİ’ler hedef alınmış ve bu tarihten sonra kadın ve LGBTİ’ler için var olan saldırı ve katliamlar daha da arttırılarak tabiri caizse  ‘cadı avı’ başlamıştır. Kadınların bedenleri, kimlikleri ve tercihleri üzerinden verilen fetvaların iddiası büyümüş, şeriat kuralları denebilecek kurallar getirilmiş, uymayan kadınların hakkında resmen ölüm fermanları çıkarılmıştır. Bugün Ayşegül Terzi şort giydiği için saldırıya maruz kalmış İstanbul LGBTİ Derneği ve Demokratik Kadın Hareketi dönem sözcümüz Kıvılcım Arat trans bir kadın olduğu için mahalle halkının linçine maruz kalmıştır. Bunlar günümüzde vermiş olduğumuz sadece 2 örnektir ama coğrafyamız kadına saldırı ve linç dendiğinde sayısız örneğe sahiptir.

Bunların yanı sıra bugün devrimci, demokratik, ilerici parti, kurum, dernek, vakıf, gazete ve ajanslar içerisindeki kadınlara dönük gözaltı ve tutuklama furyaları da artmış durumdadır. Özgür Gündem Gazetesi yazar ve Yayın Danışma Kurulu üyesi Aslı Erdoğan ve Necmiye Alpay, KJA sözcüsü Ayla Akat Ata, DBP Eş Genel Başkanı Sebahat Tuncel, HDP Eş Genel Başkanı Figen Yüksekdağ ve HDP Milletvekilleri Leyla Birlik, Selma Irmak, Nursel Aydoğan ve Gülser Yıldırım devletin sivil darbesi sonucu tutuklanan öncü kadınlardır. Bu süreçte ayrıca JİNHA, KJA ve birçok kadın dernek ve vakfı da AKP iktidarı tarafından mühürlenmiş durumdadır.

Erkek devletin politikası bellidir. Devlet, şiddeti her alanda kadın bedeni ve emeği üzerindeki tahakkümünü sürdürmenin bir aracı olarak kullanılır. Kadını çocuk doğuran, yemek yapan, hizmet eden bir köle olmaktan ileriye taşıyamayan AKP iktidarı aksine kadını şiddet cenderesi içerisine daha da çekmektedir.

Gözaltına alınan kadınlar cinsel şiddet ve işkenceye uğramakta hapishanelerde de benzer uygulama ve saldırılar kadın tutsaklar üzerinden hayata geçirilmektedir.

LGBTİ’ler ise toplumun şiddet sarmalı içerisinde en görünür olan kısmıdır. Devletin teşvikiyle genel ahlak ve genel kültür safsatalarıyla işlenen nefret cinayetleri, dünya geneli LGBTİ’lere yönelik gerçekleştirilen toplu katliamlar, yaşam ve çalışma alanlarının darlaştırılması, mahalle baskıları ve bunun sonucunda gerçekleşen intiharlar bugün AKP iktidarının LGBTİ’lere yönelik geliştirdiği nefret politikalarının ürünüdür.

Biz Türkiye- Kuzey Kürdistanlı kadınlar olarak bu koşullar ışığında 20 Kasım Nefret Suçu Mağduru Transları Anma günü Ve 25 Kasım Kadına Yönelik Şiddete Karşı Uluslararası Mücadele ve Dayanışma Günü’nü karşılamaktayız. Kadınların kahkahalarından, sokağa çıkmasından, çalışma alanlarında bulunmasından korkan bir iktidara karşı ancak ve ancak yaşama hakkını savunarak özsavunmayı kuşanan kadın ve LGBTİ’lerin birleşik mücadelesiyle saldırıları püskürtebileceğimizi biliyoruz.

Bu doğrultu da Demokratik Kadın Hareketi olarak başta üye ve taraftarlarımız olmak üzere bütün kadınlara çağrımızdır: AKP iktidarının açmış olduğu savaşa karşı cüret ve kararlılığımızla yaşam alanlarımızı korumak için 20 ve 25 Kasım doğrultusunda alanları zapt ederek meydanları AKP faşizmine mezar edelim. Kadının özgürleşmesi ancak savaşın öznesi olup birleşik bir kadın mücadelesiyle gelecektir’’.

Yaşasın Kadın Mücadelemiz!

Yaşasın Kadınların ve Ezilenlerin Birleşik Mücadelesi!

Jin, Jiyan, Azadi!

Cinsel, Ulusal, Sınıfsal, Sömürüye Son!
Kurtuluş Yok, Tek Başına! Ya Hep Beraber, Ya Hiçbirimiz!

DEMOKRATİK KADIN HAREKETİ

Share
. tarafından

BEN KADINIM DEMEK YÜREK İSTER, YÜREĞİNİ DİRENİŞLE ÖRGÜTLE!

Kasım 21, 2016 de ANASAYFA . tarafından

hj
ADKH- Tarih 25 Kasım 1960 … Dominik Cumhuriyeti’nde faşist Trujillo diktatörlüğüne karşı mücadele eden, Clandestina hareketinin öncülerinden olan PATRİA,MİNERVA ve MARİA Mirabel kardeşlerin katledildiler.  Haklı olan herşey için canları pahasına savaşan ve artlarında bugün yolumuza ışık tutan mücadele geleneğini bırakan bu “kelebekler” kısa ömürlerinin aksine; insanlık tarihindeki en şanlı yerini almışlardır.

25 Kasım’ın 57. yılını karşılarken; son 57 yıllık tablonun kadınlar açısından esas olarak değişmediğini görmekteyiz. Verilen mücadeleler sonucu yasal kimi haklar kazanılmış olsa da, kadına yönelik toplumsal bakışın esasta değişmediğini evde,sokakta,işyerlerinde,okulda,fabrikada yani gündelik hayat içerisinde bizzat yaşıyoruz.Temeli özel mülkiyet ve sınıflı toplumların ortaya çıkışına dayanan kadın sorunu ve kadına yönelik fiziksel,cinsel,psikolojik,ekonomik şiddet bu sistem devam ettikçe kendisini sürdürecektir. Binlerce yıllık insanlık tarihi bunun en yalın ispatıdır.

Kapitalizmden beslenen militarizmle sarıp sarmalanan din, töre ve geleneklerle içselleştirilen; kadına yönelik şiddet, sistem tarafından dünyanın değişik coğrafyalarında değişik biçimler ve adlarla yeniden, yeniden üretilmektedir.

Bizler bu şiddeti, Ortadoğu’da vahşi IŞİD gericiliğinin Ezidi ve Kürt kadınlarına tecavüzlerinden ve köle pazarlarında satmasından biliyoruz; İran’da idam cezasına çarptırılan Zeynep Sekanavand şahsında tüm kadınlara yönelik baskılardan biliyoruz.Bizler bu şiddeti LGBTİ bireylerin cinsel yönelimleri hiçe sayılarak yaşam haklarının elinden alınması, tecavüze ve şiddete maruz kalmaları ve sokak ortasında Hande Kader gibi nice LGBTİ bireylerinin katledilmesinden biliyoruz. Bu şiddet, Türkiye-Kuzey Kürdistan’da faşist TC. Devletinin AKP eliyle darbeyle mücadele bahanesiyle getirilen OHAL ve yasalarla geçen KHK’larla, başta kürt ulusu olmak üzere kendisine muhalefet eden devrimci-demokrat çevrelerden aydın yazar akademisyen, kamu emekçisine; basın yayın kuruluşlarından yerlerine kayyum atanan belediye başkanlarına kadar bir bütün teslim alma sürecinde kendisini göstermektedir. Bu saldırı sürecinden mücadele eden kadınlara daha katmerli saldıran devlet şiddetini her alanda sürdürmektedir.Bu şiddeti, kadın gerillaların çıplak bedenlerine yaptığı işkencelerden; hapishanelerdeki kadın tutsaklara yönelik cinsel şiddetten tanıyoruz.Bu şiddeti  Gültan Kışanak şahsında halkın iradesine duyulan tahammülsüzlükten-tutuklamalardan; dünyanın ilk kadın haber kanalı Jin Haber Ajansı’nın kapatılmasından; sırtını iktidara dayayan gerici zihniyetin sokak ortasında kadınları tekmelemesinden tanıyoruz.

Kadınlara uygulanan baskı ve şiddet dünya üzerinde artış gösterirken; kadınlar bu şiddete direniş ve mücadeleleriyle cevap vermektedir. Polonya’da kürtaj hakkının tamamen kaldırılmasına karşı kadınlar örgütlü greviyle devlete geri adım attırmışlardır. Arjantin’de kadınların, kadın hakları için uluslararası kadın buluşmasında yaşanan polis ve devlet terörüne diz çöktürmeleri yine kadınların örgütlü mücadelesinin bir sonucudur. “İnsan hakları,demokrasi,eşitlik ve özgürlük” maskesi arkasına saklanan Avrupa’nın kadınlara dönük uygulamaları ikiyüzlülüğünü göstermektedir. Avrupa hapishanelerinde tutuklu bulunan devrimci tutsaklardan  Banu Büyükavcı ve Gülaferit Ünsal şahsında politik tutsaklara yönelik uygulanan keyfi hukuksuzluk buna örnektir.Yine Avrupaya zorunlu göç etmiş, ülkelerinden uzak yerlerde mülteci kamplarındaki kadınlara yönelik taciz,tecavüz,kaybetmeler ve çocukların ailelerinden koparılarak kaçırılması çocuk istismarının çoğalması bu ikiyüzlülüğe örnektir.Çalışan kadınların „eşit işe eşit ücret“ talepleri bugün de devam etmektedir.
Dünya üzerinde hüküm süren emperyalist-kapitalist sömürü düzeninin ve onun getirmiş olduğu savaşların,yıkımın bütün coğrafyalarda kadına yönelik her türlü şiddetle saldırılarını arttırdığı bir dönemdeyiz.Ancak çaresiz ve umutsuz değiliz.Mirabel kardeşlerden aldığımız direniş geleneği ve erternasyonal mücadeleyle kadına yönelik bütün baskı,şiddet ve sömürüyü ortadan kaldıracağımız yeni bir dünyayı kendi ellerimizle kuracağız. Bir kez daha vurgu yapmak isteriz ki; ben kadınım demek yürek ister ve yüreğini direnişle örgütle, biz kadınlar yürekliyiz,direnişçiyiz,örgütlüyüz,biz kadınlar olarak biliyoruz ki bugün daha fazla yan yana durmanın, kenetlenmenin , safları sıklaştırmanın zamanıdır. Hep birlikte alanlarda mücadele etme günüdür.

Bizler Avrupa Demokratik Kadın Hareketi olarak Avrupa’da yaşayan bütün üye ve taraftarlarımız başta olmak üzere devrimci-demokrat-ilerici herkesi 25 Kasım “Kadına Yönelik Şiddete Karşı Uluslararası Mücadele Günü” vesilesi ile yapılacak olan bütün eylemlere katılmaya, sokaklara çağırıyoruz.

 

Emeğimiz bedenimiz kimliğimiz bizimdir !

Cinsel ,sınıfsal,ulusal sömürüye son !

Yaşasın örgütlü mücadelemiz!

Jin-Jiyan-Azadi!

 

                         adkh-amblem

AVRUPA DEMOKRATİK KADIN HAREKETİ
Kasım 2016

 

 

 

 

Share
. tarafından

DKH: Önergenin amacı ‘’Cinsel istismarı meşrulaştırmaktır’’

Kasım 22, 2016 de ANASAYFA . tarafından

dkh-aklamaAKP’nin Genel Kurul’a getirdiği önergeye göre; “cebir, tehdit, hile veya iradeyi etkileyen başka bir neden olmaksızın işlenen cinsel istismar suçunda, mağdurla failin evlenmesi durumunda hükmün açıklanması geri bırakılıyor” önerge açık oylamada 184 oyu alamadığı için salı günü tekrar görüşülecek. Erkek egemen sistemin “seçilmişleri” bu önergeyi sunarken tecavüzü meşru bir zemine çekeceklerinin farkında değiller mi? Elbette önergenin altında yatan gerçeklik gün gibi ortada ve herkes bu gerçekliğin bilincinde. “CİNSEL İSTİSMAR MEŞRULAŞTIRILMAK İSTENİYOR” yani tecavüze uğrayan çocuklar failleri ile evlendirilecek böylece tek taraflı bir uzlaşma sağlanmış olacak. Tek taraflı bir uzlaşma ve taraf belli ataerkil ilişki ağının hâkim olduğu aile ve erkek devlet kıskacı. Kadınların söz hakkının olmadığı, çocuklarımızın geleceğinin tecavüzcü zihniyetin ellerine teslim edildiği bir önergeyi kabul etmiyoruz ve hedefimiz kadınların birleşik mücadele ağını daha da güçlendirerek bu kıskacı parçalamaktır.

 Amacımız Ataerkil sisteminizi yıkmaktır!

Sunulan önerge ile mağdurların değil faillerin lehine kararlar yürürlüğe konulmak isteniyor, Bozdağ kamuoyuna içerde bulunan 3-4 bin insan olduğu bilgisini veriyor yine aynı zihniyet bu insanları toplumun mağdur olan büyük bir kesimi olarak tanımlıyor ve sunulan önergenin amacının ciddi bir sorunu çözmek olduğunu vurguluyor. Ciddi bir sorun olarak ele alının ise tecavüzcülerin hapishanelerde olması olarak ifade ediliyor. AKP İktidarı kimlerin oyunu alarak seçildiğini bir kez daha açıklıyor. Öyle ki ataerkil sistemin kapitalist düzendeki temsilcileri kadınları yine yok sayıyor, bizler dışarıda cinsel istismara maruz kalan kadınlar ve çocuklar, cinsel istismara maruz kaldığı için öz savunma yapan hapishanelerdeki kadınlar olarak ataerkil sistemin tecavüzcüleri koruyan yasalarınızı tanımıyoruz ve yürürlüğe girmemesi için mücadelemizi daha gür bir sesle haykırmaya devam edeceğiz.  Amacımız ataerkil sisteminizi yıkmaktır!

Birleşik kadın mücadele hattını güçlendirelim!

Kadınlara çağrımızdır; mücadelemiz gücünü ağır bedellerin verildiği bir geçmişten alıyor. Ataerkil sistemin kadın iradesini kırmak için attığı adımları sunduğu önergeleri birleşik kadın mücadele hattını güçlendirerek boşa çıkaralım. Cinsel istismarın, çocuk evliliklerinin yasallaşmasını, tecavüzcüleri korumak için sunulan önergeleri kabul etmiyoruz. Ataerkil sistemin temsilcisi AKP iktidarının kadın iradesini kırmak için verdiği uğraşa karşı tek yumruk olalım. Gün kadınların birlik olma günüdür. Kahrolsun ataerkil sistem, yaşasın kadın mücadelemiz.

Share
. tarafından

Amacımız birleşik bir kadın mücadelesi yaratmak!

Kasım 22, 2016 de ANASAYFA . tarafından

HABER MERKEZİ(22.11.2016)- 15 Temmuz darbe girişimi sonrası bütün toplumsal dinamikleri hedef alan topyekün savaş ve saldırganlık politikalarının birinci derecede hedeflerinden biri kuşkusuz ki Kadınlar ve LGBTİ’lerdir. Özellikle son süreçte kadın belediye eş başkanları, milletvekilleri ve kadın mücadelesi yürüten kurumların kapatılması ve yaklaşan 20 ve 25 Kasım günleri dolayısı ile Kadın kurumları ile bir röportaj gerçekleştirdik. Demokratik Kadın Hareketi, Yeni Demokratik Kadın ve Kadın Komünü ile Halkın Günlüğü gazetesinin gerçekleştirmiş olduğu röportajı site okurlarımızla paylaşıyoruz

HG: OHAL kapsamında tüm toplumsal dinamiklere yönelik topyekün bir savaş ve saldırı yürütülmektedir. Bu savaş ve saldırganlığın birinci hedeflerinden biri de Kadınlar ve LGBTİ’lerdir. Özellikle son süreçte Kadın vekillerin, belediye eş başkanlarının tutuklanması ve kadın  kurumlarının kapatılması bağlamında neler söylemek istersiniz?

DKH: AKP iktidarı 15 Temmuz darbe girişimi sonrası iktidarını sağlamlaştırma adına toplumun bütün dinamiklerine savaş açmış durumda. Belediyelere, milletvekillerine, gazetelere, vakıf ve derneklere kısacası halkın iradesine dönük sivil bir darbe söz konusu. Söz söylemek yasak! Sokağa çıkmak yasak! Yazı yazmak yasak! Düşünmek, konuşmak, eleştirmek bunlar başlı başına yasak! Kısacası Türk-İslam sentezli bir diktatörlükle yönetme heveslisi iktidar var karşımızda.Günümüz toplumunda AKP iktidarının bu modeline uymayan ve çelişen kesimin başında kadın ve LGBTİ’ler geliyor. Buradan doğrudur ki; ilk saldırdıkları, sindirmeye çalıştıkları, katlettikleri kadınlar ve LGBTİ’ler 15 Temmuz darbe girişiminin ardından sokaklara inen on binlerce cihatçı, IŞİD vari tarikat ve örgütlenmeler, kadınların coğrafyamızda nasıl bir barbarlık ve tehditle karşı karşıya olduğunu açıkça gösteriyor. Kadınları sokaklardan, çalışma alanlarından, politik arenalardan kısacası kamusal alandan uzaklaştırmaya çalışan AKP iktidarı başta Kürt ulusal mücadelesinde öne çıkmış kadınlar olmak üzere gazeteci, hukukçu, milletvekili, mühendis, akademisyen birçok kadını sivil darbe süreci ile birlikte gözaltına almış ve tutuklamıştır.

Bunun yanı sıra çocuklara yönelik cinsel istismar ve şiddeti de anayasal anlamda meşrulaştıran bir önerge dün gece itibariyle ülke gündemine girmiş durumda. Çocukları, çocuk istismarcılarıyla evlendirerek sorunları çözmeyi hedefleyen AKP, çocuk istismarını ‘tecavüz değil, küçüğün rızasıyla gayri resmi evlilik’ diyerek sapkın ve çürümüş zihniyetlerini bir kez daha gözler önüne sermişlerdir. Adı üstünde ‘tek adamlığın’ bu ülkeye getirebileceği tek şey daha fazla sömürü, daha fazla kan ve daha fazla istismardır.

YDK: Hiç şüphe yok ki, tüm toplumsal dinamikler, muhalif kesimler faşist, gerici, sömürücü vs. iktidarların her daim hedefindedir. Ne kadar az farklı ses varsa, hatta hiç yoksa iktidar o kadar kolay yaygınlaşır, derinleşir ve güçlenir. Bu biraz da söz konusu iktidarın gücüyle de ilgili bir şey. Daha çok saldırdığında daha güçlü görünmesine karşın esasta durum tam tersidir. 15 Temmuz darbe girişimi olsun ya da olmasın, AKP iktidarının bir OHAL sürecine ihtiyacı vardı ve 15 Temmuz gecesi yaşananlar “Allahın bir lütfü” olarak taraflarından gayet etkin bir şekilde değerlendirilmiş oldu. Saldırıların esas hedefi olan toplumsal dinamikler, muhalif kesimler vs. derken elbette bunun sivri uçları da yok değil. Bu sivri uçlardan birisini Kürtler ve Kürt hareketi oluşturuyorsa, diğerini ise açıktır ki kadınlar, LGBTİ’ler ve onların mücadelesi oluşturuyor. Bütün faşist iktidarların aynı zamanda ırkçı, aynı zamanda kadın-LGBTİ düşmanı olması bir tesadüf değildir elbette.

Sermayeye biraz da sus payı olarak verdiği kimi işçi düşmanı uygulamaların (kısmi zamanlı çalışma, istihdam büroları vd.)  en çok da kadın emeğini vurması geleneksel toplumsal kadınlık rollerini zorunlu kılmakta. Yani bir yandan çocuk doğurup genç işgücü nüfus oranını yükseltir, yaşlı hasta bakımını üstlenir vs. iken, diğer yandan bu rolünün dışında kalan zamanda da sermaye için ucuz, itaatkâr işgücü olarak varlığını koruması isteniyor kadınlardan. Ki bu durum, birçok kesimin küçümsediği gibi sadece sosyal bir durum değildir, başta Avrupa olmak üzere birçok ülkede kadın emeği üzerinden gerçekleştirilen sömürünün sistemi ne oranda ayakta tuttuğuna ilişkin veriler mevcuttur ve hiç de yabana atılacak veriler değildir bunlar.  İşte kadınların bu ikili görevi yerine getirmesinin önündeki en temel engel kuşkusuz, mücadele eden kadınlar ve onların kurumlarıdır. Dolayısıyla faşizmin sıkça ifade edilen düsturlarından biri olarak “Önce kadınları vurun” talimatı yaşam buluyor.

Kayyum atanan belediyelerde ilk iş kadın merkezlerinin kapatılması gündeme geliyor, kadın siyasetinin önemli kurumlarından biri olarak eş başkanlık sistemine saldırı gerçekleşiyor, bir gecede 10’dan fazla kadın kurumu, derneği kapatılıyor, JİNHA gibi kadınların sesi olan bir haber sitesi yasaklanıyor vs. vs. Kısacası tüm bu saldırılarla aslında kadının iradesi, kadın siyaseti ortadan kaldırılmak isteniyor. O ünlü deyimle söylersek, iktidar kendisi için gül bahçesi yaratmak istiyor ve bu bahçedeki dikenlerin en sivrisi, ayrık otlarının en zararlısı kadınlardır, kadın siyaseti ve kadın mücadelesidir. Dolayısıyla, HDP şahsında kadın politikacıların tutuklanması, görevden alınması vb. saldırılar da kadın derneklerinin kapatılması da kadın iradesine yapılan topyekun bir saldırıdır. Ancak söylemeye gerek var mı bilmiyoruz ama bu saldırıların bizim mücadele gerekçelerimizi daha da güçlendirdiği, dayanışmamızı daha sağlam ve somut bir zemine oturttuğu açıktır. Ama daha da önemlisi, kadın mücadelesi dört duvar arasında doğmadı, orada büyümedi. Kadın mücadelesi sokakların ürünüdür, ödenen bedellerin karşılığıdır… Dolayısıyla dernek kapatmakla, tutuklamakla kadının iradesinin önüne geçmek mümkün değildir, bugüne kadar da hiç böyle olmadı.

Kadın Komünü: Türkiye OHAL kapsamında KHK’lerle yönetilmek isteniyor. AKP 15 Temmuz sonrasında kendi darbesini gerçekleştiriyor, Öyle ki 15 Temmuz sonrasının ertesi günü Gezi Direnişine yönelik söylemleri de bir kez daha gösteriyor ki Gezi Dinamiğinden hala çok korkuyor bu iktidar ve başkanlık taşlarının dizildiği bu süreçte bütün muhalif sesleri susturmak istiyor. Bu nedenle de öncelikle yine Gezi direnişinde seslerini en fazla duyuran Kadınlara/LGBTİ’lere  yönelik baskısını giderek arttırıyor. AKP İktidarı uyguladığı faşist politikalarla adeta diktatörlük rejimi uygulayıp seçilmiş vekilleri, basın emekçilerini tutuklayıp, kadın derneklerini kapatıyor. Fakat bizler biliyoruz ki dünya tarihinde ve Türkiye devrimci pratiğinde birçok farklı süreçler yaşandı ve  diktatörlükler bir gün ortadan kalkacak ve halkın örgütlü gücü kazanacak.

HG: Önümüzde Kadın mücadelesi cephesinde önemli olan 20 Kasım ve 25 Kasım tarihleri bulunmaktadır. Bu tarihsel süreçlere dair somut çalışmalar hakkında bizleri bilgilendirirmisiniz?

DKH: Coğrafyamızda kadın ve LGBTİ mücadelesinin ivme kazanması ile arttırılan bu saldırılar bir tesadüf değil. Tam da kadınların örgütlü ve birleşik mücadelesine dönük saldırılardır. Korkunun, huzursuzluğun getirdiği saldırılar.

1960’da Mirabel Kardeşler ülke diktatörlüğü tarafından nasıl işkence ve katliamlara maruz kaldıysa günümüz coğrafyasında bulunan kadınlarda aynı saldırı ve katliamlara maruz kalmaktadır. Kürdistan’da Ekin Van’lar Sokak ortasında çırılçıplak katledilirken, Hande Kader’ler devletin nefret politikaları sonucu vahşice katledilmiştir.

Biz Demokratik Kadın Hareketi olarak 20 ve 25 Kasım’da ülke geneli geniş bir kadın örgütlenmesinin yer aldığı platformlarla bu eylemleri karşılayacağız. Amacımız birleşik bir kadın mücadelesi örebilmek ve birleşik mücadeleyi yükseltmektir. Buradan da bütün kadınlara çağrımızdır;  unutulmamalıdır ki; bu savaş bütün kadınlara açılmıştır. Savaşın bir tarafı olmak için yalnızca kadın ve LGBTİ+ olmak yeterlidir. Gelin hep birlikte omuzlayalım yüzyıllardır süren kavgamızı!

YDK: 20 ve 25 Kasım nefrete ve erkek egemen sisteme karşı mücadele de trans ve natrans kadınlar açısından oldukça önemli tarihlerdir elbette. Hem 20 Kasım Nefret Suçu Mağduru Transları Anma Günü hem de 25 Kasım Kadına Yönelik Şiddetle Mücadele Günü, bizim açımızdan da her yıl alanlarda olmaya çalıştığımız, ama öncesinde mutlaka emekçi kadınlara dokunacak, mücadelemizi onlarla birleştirecek yöntemlerle ördüğümüz bir çalışma süreci. Bu yıl yukarıda bahsettiğimiz süreç nedeniyle elbette daha önemli bir süreç diyebiliriz. Zira OHAL, onlarca hak ihlalini görünmez kılarken erkek egemen sistemin hak gasplarını da ya aklıyor ya da üstünü örtüyor. Ayrıca hak ihlallerine yenilerini ekliyor, daha pervasızca bir saldırı konsepti geliştiriyor. Trans ve natrans kadınlara yönelik şiddetin her türünün “meşrulaştırıldığı” bu süreçte nefret kültürünün de yükseldiğini görüyoruz.

15 Temmuz 2016 tarihinden bugüne sadece kayda geçebilen transfobik nefret saldırı sayısının 20’ye yakın olduğu söyleniyor. OHAL süreci ise nefret suçlarının ekmeğine yağ sürmeye devam ediyor. Bunun yanında kadına yönelik doğrudan erkek şiddetinin artışından da bahsetmeliyiz. Yani devlet, sadece OHAL yönetimiyle saldırmıyor kadına, aynı zamanda tüm erkekliği ve erkek kimliğiyle de saldırıyor. Kuşkusuz bunun en somut örneği, gözaltı ve tutuklamalarda yaşananlar… Cinsel şiddeti en başından beri kadına yönelik bir tehdit olarak kullanan erkek devlet, karakolları ve hapishanelerinde bu tehdidi OHAL ile birlikte daha boyutlu olarak devreye koyuyor. Şiddetin her halini yaşamın her alanında çeşitli araçlarıyla OHAL sürecinde bir üst boyuta taşıyarak devreye sokan erkek egemen sistemin amacı kadınlar ve LGBTİ’lerin karşı koyuşunu engellemek, biat ettirmek, uzun yıllardır sürdürülen mücadelenin önüne set çekmektir. Bu yüzden 2016 yılının 20 Kasım ve 25 Kasım günleri bizim için OHAL’den bağımsız olamazdı, olmadı da. YDK olarak erkek devletin OHAL ile biat ettirme politikalarına karşı itaat etmeyeceğimizi belirterek alanlarda olmayı önümüze koyduk ve çalışmalarımızı buna dair yürütüyoruz.

OHAL’li ya da OHAL’siz kadın mücadelesinde önemli bir yere sahip olduğuna inandığımız dayanışma ise bu süreçte en çok ihtiyacımız olan şey olarak karşımıza çıkıyor. Mücadele deneyimlerimizi paylaşmak, ortaklaştırmak bizi güçlendiren, karşı koyuşumuzu anlamlandıran, saldırıları püskürtmeyi hedefleyen bir noktada duruyor. Diğer yandan var olan heteroseksist ve erkek anlayışın OHAL ile birlikte meşrulaştırılarak yaşamın her alanında karşımıza çıkması,  buna karşı ortak ses oluşturmanın gereksinimini her zamankinden fazla hissettiriyor. Saldırıların bu denli arttığı bu süreçte de oluşturulan platform ve eylem ortaklıklarının içerisinde elimizden geldiğince yer alıyoruz.  20 Kasım Nefret Suçu Mağduru Transları Anma Günü hem de 25 Kasım Kadına Yönelik Şiddetle Mücadele Günü için oluşturulan platform ve eylem birlikteliklerinin içerisinde yer almayı, birbirimizin gücüne güç katmak ve saldırıları püskürtmek olarak değerlendiriyoruz. Bu bağlamda bulunduğumuz her yerelde OHAL’in kadın ve LGBTİ’lere dönük saldırılarına karşı yapılan eylemleri örgütlemek ve geniş katılımda bulunmak üzerinden çalışma yürütüyoruz.

Kadın Komünü: Kadın Mücadelesinde önemli günlerden biri olan 25 Kasım Yönelik Uluslar arası Şiddetle Mücadele ‘günü bugün önemini bir kez daha gösteriyor. AKP iktidarıyla birlikte her geçen gün katledilen, cenazeleri sokak ortasında bırakılan, tecavüze/tacize uğrayan kadınlar gün geçtikçe artıyor. Faşizmin giderek güncellendiği bu günlerde kadınlar olarak bizler bugün birlikte mücadelenin önemini bir kez daha altını çiziyor ve 25 Kasım günü de sokaklarda diğer kadın kurumlarıyla beraber ortak hareket etme bilincini yükseltmenin gereğiyle omuz omuza duracağız.

Kaynak:http://www.halkingunlugu.org

Share
. tarafından

AKP’NİN KADINLARA KARŞI SAVAŞI: “MADAM GİBİ ÖLMEK”…[*]

Kasım 22, 2016 de ANASAYFA . tarafından

“sana her zaman söylüyorum
senin yüzünde gülmek var
bakınca bir yaşama ordusu çıkıyor aydınlığa.”[1]
SİBEL ÖZBUDUN – Yine “buyurdu”: “Dünyanın makamları nerede kalıyor? Burada kalıyor. Paran pulun her şeyin nerede kalıyor? Burada kalıyor. Cumhurbaşkanı olsan ne yazar, başbakan olsan ne yazar, multimilyarder olsan ne yazar? Hepsi geçici. Ne diyordum size hatırlayın, biz bir gün ölmeyecek miyiz? Öleceğiz. Bir adam gibi ölmek var, bir şey söyleyecektim ama onu söylemeyeceğim, bir de madam gibi ölmek var. Ölelim ama adam gibi ölelim…”[2]
“Adam gibi ölmek”ten ne anladığı açık. Bu konuşmayı 15 Temmuz “şehitleri” anısına yaptığına göre, “şehitler” kavramının zihninde tetiklediği imgeler uyarınca, korkusuzca, mertçe, çatışarak ölmek anlamını yüklüyor olmalı…
Her ne ise, söylemekten son anda imtina ettiği şeyin yerine kullandığı “Madam gibi ölmek”i ise tariflememiş. “Mevhum-u muhalif”inden çıkarmak durumundayız: “Kadın gibi ölmek – yani korkarak, aman dileyerek, yalvararak, kaçarak, saklanarak…”[3]
İstihza işte; oysa başında bulunduğu iktidar, hazretin “adam gibi” dediği tarzda yaşayan, mücadele eden ve ölmeyi seçen kadınlardan hiç mi hiç haz etmiyor. Bunlardan bir tanesinin, Membiç’de IŞİD’e karşı savaşırken yaşamını yitiren o küçük dev kadının, Eylem Ataş’ın cenazesini 101 gün bekletmediler mi sınır kapısında?
Ya da başka isimleri anımsayalım: 2013’te MİT operasyonuyla Paris’te katledilen üç Kürt kadın: Sakine Cansız, Fidan Doğan, Leyla Söylemez…
Kasım 2014’de IŞİD’e karşı savaşmak üzere Kobanê’ye geçmeye çalışırken sınırda vurulan Kader Ortakaya…
Temmuz 2015’te İstanbul – Bağcılar’da polisle girdiği çatışmada ölen DHKP-C militanı Günay Özarslan…
Ekim 2015’te İstanbul-Sarıyer’deki evinde arama yapmak isteyen polislere “Galoş giyin” dediği için vurularak öldürülen Dilek Doğan…
Aralık 2015’te İstanbul Gaziosmanpaşa’da polisin bir eve yaptığı operasyon sırasında vurularak öldürülen MLKP militanları Şirin Öter ve Yeliz Erbay…
Ağustos 2015’te ölü bedeni çıplak, Muş sokaklarında sürüklenen HPG gerillası Ekim Wan (Kevser Eltürk)…
Ya da Temmuz 2015’de Suruç’ta patlayan canlı bombanın aramızdan aldığı Polen Ünlü, Hatice Ezgi Sadet, Nazlı Akyürek, Fikriye Ece Dinç, Ferdane Kılıç, Nazegül Boyraz, Dilek Bozkurt, Büşra Mete, Aydan Ezgi Şalcı…
Ekim 2015’te barış ve insanca bir yaşam talebini haykırmak için geldikleri Ankara Garı önünde, polis takibatında oldukları hâlde müdahale edilmediği ortaya çıkan iki IŞİD’li canlı bombanın parça parça ettiği kadınlar: Gülhan Karlı Elmascan, Elif Kanlıoğlu, Ayşe Deniz, Berna Koç, Fatma Esen, Gülbahar Aydeniz, Başak Sidar Çevik, Nilgün Çevik, Sezen Vurmaz, Sarıgül Tüylü, Dilan Sarıkaya, Emine Ercan…
Eylül 2016’da Dersim’de bir çatışmada yaşamını yitiren Berfu Dilan Canbay (Arjin Selçuk)…
Mitinglere katıldıkları için saçlarından yerlerde sürüklenen, tekmelenen, kolu-bacağı kırılan, gözaltında ya da cezaevlerinde işkencelere uğratılan yüzlerce kadın…
Ya da muhalif duruşlarından taviz vermedikleri, barış talebinde ısrar ettikleri, AKP’nin “tektipleştirici” söylemine, yalanlarına karşı direndikleri, gerçekleri haykırmakta ısrar ettikleri için kovuşturulan, kürsülerinden kovulan, tutuklanan, yargılanan, cezaevlerine konulan gazeteci, akademisyen, aydın kadınlar: Zeynep Kuray, Gurbet Çakar, Meltem Oktay, Esra Mungan, Meral Camcı, Şebnem Korur Fincancı, Necmiye Alpay, Aslı Erdoğan, Eren Keskin…
Eksik liste, biliyorum. Ama bu kadarı dahi, AKP’nin eleştiren, karşı çıkan, direnen, mücadele eden, yani hazretin yüklediği anlamla “adam gibi” yaşayan ve ölen kadınlardan ne denli nefret ettiğini gözler önüne sermeye yeter.[4]
Söylemlerindeyse “madam gibi” yaşayan kadınları yüceltirler: şahitliğini yaptıkları nikâhlarda gelinlere kocalarına itaat etmelerini öğütler, en az üç çocuk tavsiye ederler. Yüksek sesle gülen kadınlardan, gebe kadınların sokaklarda dolaşmasından haz etmezler… Örtünmüş kadın, tercihleridir: örtülü olmayan kadınların “ya kiralık ya da satılık” olduğunu ima etmekten çekinmezler… Ama bununla da yetinmezler; örtülü genç kadınlar dahi, makyaj yapar, erkeklerle chat’leşir, namazı ihmal ederlerse şeytanın hükmü altında demektir… Kız çocukların bir an önce evlendirilmesinden yanadırlar… 10-11-12 yaşlarında evlenmelerinde pek de mahzur yoktur… Kadının en önemli kariyeri anneliktir, tecavüz sonucu bile olsa çocuğu doğurmalıdır. Çalışmasa da olur, zaten çalışarak erkeklerin işsiz kalmasına yol açmaktadır! Yani kadın, politikayla uğraşmak, sokaklarda hakkını aramak, elde silah, IŞİD karanlığına karşı savaşmak, polisle çatışmak, devlete, otoritelere kafa tutmak ne kelime; mümkün olduğunca “görünmez” olmalı, “fıtrat”ına aykırı işlerle uğraşmamalı, tercihan evde oturup birbiri ardısıra doğurduğu çocuklarla ilgilenmeli, sokağa çıktığında örtünmeli, kocasına itaat etmeli… kırıp dizini oturmalı, edilgin bir yaşam sürdürmelidir.
Son dönemlerde AKP’nin hedef tahtasına “adam gibi” yaşayıp ölmesini bilen kadınları yerleştirmesinin bir nedeni olmalı. Bu kadınlar, onların hiç de kendilerini sunmaya çabaladıkları gibi güçlü olmadıklarını gözler önüne serdiği için olmasın?
Öyle ya, kadınlığa ilişkin tahayyülü, evde börek, reçel yapan, çocuk doğurup çocuk yetiştiren, namaz kaçırmayan, mukabelelere giden, geliniyle çekişen, yeri geldiğinde çocuklarından yakınan, ama kesinlikle kocanın/erkeğin karşısındaki konumunun ikincilliğini kabullenmiş kadınla[5] sınırlı Sünnî-Müslüman erkekler olan iktidar partisi erkânı ve onlara ram olmuş bürokrasi için kendilerine boyun eğmeyen, itiraz eden, meydan okuyan, sokaklara dökülen kadınlar bir bozgun alameti değil mi?
Toplumu dökmeye çalıştıkları dindar, muti, kanaatkâr kalıba karşı bir engel oluşturmuyorlar mı?
Cesaretleri, gözünü budaktan sakınmayışları, cüretleri, keskin akılları, sivri dilleri, ısrarları, direngenlikleri ile toplumu etkileyecek, “fitne”ye sürükleyecek birer kötü örnek değiller mi? Ya-hafazanallah!- kendi “mahalle”lerinin kadınları da onların örneğinden etkilenip “Bey, yetti artık Allah korkusuyla hayatıma şekil-şemal verdiğin. Ben de iki ayağım üzerinde durabilirim” diye kıyam ederse? Ya da, daha kötüsü, camiyle, ezanla, bayrakla, iftar çadırlarıyla, “büyük devlet” olma, Osmanlı’yı diriltme hayalleriyle efsunlanmış emekçiler, yoksullar, esnaf, “bunlar kadın başlarına bu işlere kalkışıyorlar, bizim neyimiz eksik?” diye düşünecek olursa?
Kendi deyişleriyle “adam gibi” yaşamasını ve ölmesini bilen kadınlar, bu nedenle tehlikeli onlar için. Saldırılarını bu nedenle özellikle onlara yöneltiyorlar. Bu nedenledir ki güvenlik güçleri, istihbarat görevlileri, savcılar, dikkatlerini hiç olmadığı kadar itiraz eden kadınlar üzerinde yoğunlaştırmış durumda. İslâmcı ideologların kadınları biçimlendirmeye öncelik veren bir “toplum mühendisliği”ne soyunmuş olmalarının nedeni de bu. İslâmcı, eril, tahakküm ve sömürüye dayalı tasavvurlarının “Aşil topuğu”nu kadınların oluşturduğunu biliyor, en azından seziyorlar.
Bu “Aşil topuğu”ndan vurulacakları günler ise, fazla uzak değil!
18 Ekim 2016 14:41:40, Ankara.
N O T L A R
[*] Kaldıraç, No:184, Kasım 2016…
[1] Edip Cansever.
[2] Recep Tayyip Erdoğan’ın Trabzon havaalanında kendisini karşılayanlara yaptığı konuşmadan, 15 Ekim 2016. http://www.diken.com.tr/erdogan-olumu-tarif-etti-bir-adam-gibi-olmek-var-bir-de-madam-gibi/
[3] Öyle olmalı… Yoksa adını duyurmamak için özel bir çaba sarf eden Aile ve Sosyal Politikalar Bakanı Fatma Betül Sayan “Reis”ini tevil etmek için kendini ortaya atar mıydı? “Kadın-erkek ayrımı yapmaksızın, genciyle yaşlısıyla yediden yetmişe, bu milletin kadınları bu Meclis çatısı altında da. Ben hükümetin bir kadın bakanı olarak, burada bombaların altında oturdum ve milletin iradesine sahip çıktım ve kadın vekillerimiz sahip çıktı ve Türk kadını tankların önünde meydan okudu, Boğaziçi Şehitler Köprüsü’ndeki kadınlarımızı size hatırlatmak isterim. Türk kadını adam gibi ölmesini çok iyi bilir. 15 Temmuzda da bunu gösterdik, 8 tane kadın şehidimiz var. Allah’tan hepsine rahmet diliyorum,” diyor bakan… (19 Ekim 2016, http://www.cnnturk.com/turkiye/fatma-betul-sayan-turk-kadini-adam-gibi-olmesini-cok-iyi-bilir)
[4] Sadece AKP mi? Eski bir solcuymuş galiba… Şimdilerde Türkiye gazetesinde yazan Fuat Uğur, devrimci-sosyalist kadınlara yönelik bu nefrete bakın nasıl benzin döküyor: “İlk sol örgütlenmelerde yer almaya başladığımda… ağır psikolojik travmaları olan, en ufak sorunu devasa bir meseleye dönüştüren kadınlarla karşılaşacağım da aklıma gelmemişti doğrusu. Bezdirici derecede fazla konuşan, hatta hiç susmayan ve otomatiğe bağlamış kadınlar. Tartışmalarda o denli ’şiddete dayalı çözüm’ önermesi yaparlardı ki ’bu neyin öfkesi’ diye sormaktan kendimi alamazdım. Çirkin ördek yavrusu oldukları duygusu çok fazla baskındı üzerlerinde. Kötü giyinir, kadınlıktan soyunur, erkek gibi davranırlardı. Böylece kadın-erkek eşitliğinin sağlanacağına inanırlardı. Her türlü normal kadın kıyafetini ise burjuva alışkanlığı diye yerin dibine batırır, yeni katılmış kızları doğduklarına pişman ederlerdi.” (Fuat Uğur, “Figen Yüksekdağ ve Ruh Kanseri Kadınlar”, Türkiye, 13 Ağustos 2015.)
[5] Bakın bir İslâmcı kadın, “Allah’ın emri” olduğunu söylediği “kocaya itaat”i nasıl yorumluyor: “Benim erkeğe itaatten anladığım, ‘Kadın kocasına saygısızlık etmeyecek, onunla mücadeleye girmeyecek, erkeğin ailedeki otoritesini kabul edecek.’
Kadın istediklerini kocasına tatlı tatlı yaptırabilir. Kadın yine itaat etmiş olur. Kadının sözleri önemsiz olacak, kadının istedikleri yapılmayacak diye bir şey yok. Kadının erkeğin karşısına dikilmesi, bağırması çağırması, kavga etmesi, inatlaşması yasaklanmış. Kadın psikolojisini düşündüğünüz zaman bu tavır, öncelikle duygusal yaratılmış kadını yorar, yıpratır.
Fakat günümüzde maalesef ki kadınların çoğu, erkeklerle mücadele etmeyi bir maharet zannediyorlar. Erkeğe itaat bir geri kalmışlık gibi addediliyor. Bu da aile kurumuna ciddi zararlar veriyor. Sonuç kadınlar mutsuz, erkekler kırgın.
Allah (c.c) bu ayette saliha kadınları ‘kanitat’ olarak vasıflandırmıştır. ‘Kunut’ severek isteyerek itaat üzere olmak, demektir. Zoraki, hoşlanmayarak, içinde sıkıntı duyarak ara sıra yapılan bir itaat değil, tam aksi isteyerek, severek, içinden gelerek itaat edilmesi Rabbimizin emridir.
Bu da ancak nefsine tapınmayan ve Allah’ın rızasını isteyen mü’min hanımlar için mümkündür. Çünkü evin reisini erkek olarak Allah (c.c) tayin etmiştir. Sonuçta kocaya itaat Allah (c.c) itaattir.
Âyeti Kerîme itaat emrinden sonra şöyle devam ediyor: “Hem de Allah’ın korunmasını emrettiği şeyleri gizlide de (kocalarının olmadığı yerde de ırzlarını ve kocalarının mallarını) koruyanlardır.”
Kadınlar, namuslarını ve kocalarının mallarını korur, kocalarının sırlarını ifşa etmez ve kocalarıyla kendileri arasında gizli hâlleri başkasına anlatmazlar. Allah’tan korktukları için kocaları olmadığı zaman bile onların haklarını korurlar.
Maalesef ki günümüzde itaatin tam aksi eşitlik davası ile karı koca arasında mücadele körükleniyor. Ne de olsa bir toplumu yıkmanın en iyi yolu aileyi yıkmaktır. Biz de bu tuzaklara çok çabuk düşüyoruz. Bir türlü mutlu olamıyoruz.” (Sema Maraşlı, “Tüylerimizi diken diken eden emir”, Haber7.com, 13.05.2011, http://www.haber7.com/yazarlar/sema-marasli/743347-tuylerimizi-diken-diken-eden-emir)

 

Share
. tarafından

CİNSEL İSTİSMAR-TACİZ-TECAVÜZ MEŞRULAŞTIRILAMAZ; BİJİ BERXWEDANA JİNÊN!

Kasım 22, 2016 de ANASAYFA . tarafından

ADKH-Cinsel istismar, fiziksel bir şiddet olduğu kadar, ağır ruhsal sorunlara yol açan şiddeti de içerir ve cinsel istismara uğrayan birey üzerinde, hayatı boyunca sonuçları çok ağır olan fiziksel ve ruhsal tramvalara ve güvensizlige (toplumsal ve bireysel) yol acar. Kuşkusuz bu ağır travma ve güvensizlik, toplumun bir ferdi olan birey üzerindeki etkileriyle sınırlı kalmaz, sosyal olarak toplumu da etkileyen bir olgu haline gelir. Yani, cinsel istismar her toplumda karşılaşılan, sosyal, psikolojik ve kültürel yanı olan, toplumsal bir sorundur. Her Toplumda oldugu gibi, Türkiye-Kuzey Kürdistan’da, da cinsel istismara uğrayan mağdurların çoğunluğu arasında, kadınlar ve çocuklar bulunmaktadır. Özellikle çocuklarda yasanan cinsel istismar, ilerleyen süreçlerde, farklı boyutlarda ve farklı şekillerde gelişen psikolojik sorunlar ortaya çıkardığı gibi, bu ağır psikolojik travmaların,toplumun genel durumunu etkileyen bir hal alması da kaçınılmazdır.Erkek eğemen anlayışı ve bu erkek eğemen anlayışını kendi gerici eğemenliğinde ana referans olarak alan mevcut burjuva devlet ve hukuk anlayışı, yarattığı siyasal-ideolojik gerici kültürle, bu gibi toplumsal dejenerasyonu vareden ve geliştiren bir zemin olduğu tartışmasızdır. Geliştirdiği gerici burjuva- feodal ideolojik ve hukuksal kurumsallaşma ile toplumsal yozlaşmanın asıl sebebi olan bu gerici egemenlikler, toplumsal yozlaşmanın birey üzerindeki travmaları ve bu travmaların, bireyin kendi yaşamına dahi son verme gibi ağır sonuçlarında, sorunu sistemin sorunu olduğundan koparıp, bireysel bir kötülük olarak açıklayarak, toplumsal manüpilasyon yaratmaktadırlar. Toplumsal dejenerasyonun her ögesi gibi, cinsel istismar ve tecavüz sorunu, özellikle kapalı toplumlarda daha boyutlu yaşanan, erkek egemen toplumsal statünün yarattığı bir sorun olsada, yaşanan istismarın toplumsal zeminini ve sorunun gelişme trendi, erkek eğemen anlayışı üzerinde şekillenen, gerici eğemenlik sistemleridir. Bu boyutu ile sorun, gerici egemenlik sistemi içinde tartışılmak durumundadır.

Toplumsal duyarlılığı sınırlama, toplumsal çelişkileri manüpile etme ve toplumsal sorunların nedenleri konusunda doğru bir bilinçle müdahaleci olma duruşunu,toplumsal dinamiklerde bir güç haline dönüşmesini engellemek maksadıyla, gerici eğemenlikler, toplumsal dejenerasyonun önünü açmaktadırlar. Hukuk, medya ve eğitim sistemi ile, gerici burjuva “değerler”topluma enjekte edilmektedir.”TC” hakimiyet sisteminin tarihi,bu konuda çarpıcı örneklerle doludur.Özellikle kadınlara bakış açısı ve kadınların toplumsal-bireysel rolü konusunda, gerici feodal değer yargılarına göre biçilen kölelik elbiseleri, yasalar ve ceza hukukuyla beslenmiş, var olan toplumsal zemin, gerici  ataerkil  anlayışa göre şekillenmiş erkeklerde, toplumsal travmalara neden olan yoz pratiklere neden olmuştur. Erkeğin sofrasında, ahırındaki öküzden sonra kadına yer verme  felsefesi, gerici toplumsal zemin ve gerici hukukun birleştiği noktadır. Böyle bir zeminden beslenen ve bugün ağır toplumsal travmalara neden olan, cinsel taciz, tecavüz, kadın cinayetleri, bugün Türkiye-Kuzey Kürdistan coğrafyasında,rutin bir hal almış durumdadır.

Bugün aynı gerici siyasal-ideolojik-kültürel ve hukuksal zeminden beslenen AKP-Erdoğan diktatörlüğü, meclise getirdiği yasa önergesiyle, toplumsal kanayan bir yara olan, çocuk ve kadınlara yönelik cinsel istismar  ve şiddet kültürüne,”meşruluk” kazandırmaktadır. Meclis kuruluna getirmiş oldukları önergeyle,  işlenen cinsel istismar suçunu „mağdurun faili ile evlenmesi” karşılığında, cezanın infazınını yerine getirme hükümlerini ortadan kaldırmaktadır. Bu ceza hukuku ile, mağdurun hakları korunacağı yerde, mağduriyeti yaratan, keza yarattığı mağduriyet,bireysel ve toplumsal travmalara neden olan fail korunmaktadır. Bu  zihniyet, ve bu zihniyetin  yasalarıyla koruduğu istismarcılar ve tecavüzcülerin, ceza hukuku korkusu yaşamadan  cirit attığı  bir toplumda, depresif, cinsel içerikli takıntıları,  karşı  cins başta olmak üzere toplumsal güvensizliği olan, korkak, sorgulamayan, içine kapanık ya da aşırı sinirli ve saldırgan davranışlar gösteren bireyler yaratarak, kendi gerici eğemenliklerine toplumsal sosyal zemin yaratmak istiyorlar. Gerici erkek eğemen anlayışını,gerici sınıf çıkarlarında iktidar erkine dönüştüren AKP-Erdoğan diktatörlüğü,”bir kereden bir şey olmaz” anlayışıyla, Ensar Vakfında yaşanan cocuk tecavuzu ve tacizleriyle,kirli ve bağnaz dünyası babında tescillidir. Cinsel istismar ve çocuk yaşta evlilikleri meşrulaştıran son yasa önerisi ilede,gerici ve yoz dünyasını, tüm kamuoyuna deklere etmiştir.

Yaşanmış tarihsel haksızlıklarla,ezilmişlikle,ötekileştirilmişlikle, kadınlarımızın gerçeği,toplumsal mücadele açısından güçlü bir dinamiktir.Ve kadınların mücadele tarihi,bu dinamiğin toplumsal özne olma durumunda, neleri yaratabileceği konusunda güçlü bir miras olmaktadır.

Bizler Avrupa Demokratik Kadın Hareketi olarak; ataerkil anlayışı, köhnemiş düzenlerinde dinci-gerici çıkarlarında iktidarlaştıran ve bu bağnazlıkla ,her toplumsal dinamik gibi, kadınların toplumsal özne olma iradesine yönelen her türlü saldırılara karşı, güçlü tarihsel mücadele mirasımızın perspektifiyle mücadele etmek, biz ezilen tüm kadınların birlik zeminidir diyor ve herkesi bulunduğu alanlarda direnişi yükseltmeye-aktif mücadeleye çağırıyoruz.

*Tacizi-Tecavüzü AK’latmayacağız!!
*Biji Berxwedane Jiyane!
*Biji Berxwedana Jinên!
*Yaşasın Kadınların Direnişi
*Cinsel İstismar-Taciz-Tecavüz Meşrulaştırılamaz!
*Kahrolsun Dinci-Gerici Zihniyet!

                                        AVRUPA DEMOKRATİK KADIN HAREKETİ
                                                                          Kasım 2016

Share
. tarafından

ADKH ve Yeni Kadın Düisburg’da “tecavüz yasası”nı Protesto Ettiler

Kasım 22, 2016 de ANASAYFA . tarafından

20161122_180920
DÜİSBURG(22.11.2016)
– Avrupa Demokratik Kadın Hareketi (ADKH) ve Yeni Kadın’ın çağrısıyla bugün akşam saatlerinde Duisburg’un istasyon garında, “tecavüz yasası” protesto eylemi gerçekleştirildi.

AKP-Erdoğan diktatörlüğü , Tecavüz ettiği –kız çocuklarıyla- evlenen tecavüzcülerin serbest kalmasını, meclise getirdiği yasa önergesiyle yasallaştırmaya çalıştığı bu günlerde, Duisburg’da kadınlar eylem yaparak, çocuk istismarına karşı, sloganlarını en gür şekilde haykırdılar.

Bu yasanın çocuk istismarı kadar çocuk evliliklerini de meşrulaştıran bir tarafına vurgu yapılarak, her daim kadın düşmanlığı yapan AKP nin dün olduğu gibi bugünde bedenler üzerinden siyaset yapan cinsiyetçi ideolojisinin teşhiri eylemimizde yapılmıştır.

Kadınların öfkesi, isyan çığlıklarının daha da yükseldiği bugünlerde, 25 Kasım Kadına yönelik şiddeti protesto gününde de bedenimiz, özgürlüğümüz bizimdir, direncini göstereceğiz. 25 kasıma çağrının ardından; eylem ,Cinsel sömürüye son, tecavüzü onaylama, tecavüzü koruma sloganlarıyla sonlandırılmıştır.

Share
. tarafından

ÊTRE FEMME ET L’AFFIRMER REQUIERT DU COURAGE ORGANISONS LA RÉSISTANCE !

Kasım 25, 2016 de ANASAYFA . tarafından

adkh-amblemC’est un 25 Novembre 1960… Les sœurs Mirabal, Patria, Minerva et Maria, les pionnières du mouvement Clandestina, qui luttèrent contre le régime fasciste de Trujillo à la République Dominicaine, ont été assassinées ce jour-là. Elles étaient conscientes que lors de cette lutte juste elles risquaient leurs vies. Elles nous ont laissé leur lumière, la tradition de leur combat et contre toute attente, les « papillons » Mirabal sont toujours commémorées malgré leurs courtes vies.

Nous accueillons la 57ème année de ce sinistre jour du 25 Novembre ; lors de ces 57 dernières années, la condition des femmes n’a pas changé de manière significative. Bien que l’on ait gagné quelques droits grâce à la lutte, nous constatons que la perception sociale de la condition féminine n’a pas changé et nous vivons cette réalité dans la maison, dans la rue, sur le lieu de travail, au sein des établissements scolaires, à l’usine, bref dans tous les domaines de la vie. Étant donné que l’origine du problème remonte jusqu’à l’invention de la propriété privée et de la société de classes, la violence physique, sexuelle, psychologique et économique faite aux femmes perdurera tant que ce système continuera d’exister. L’histoire millénaire de l’humanité en est une parfaite exemple.

La violence qui vise les femmes est nourrie par le capitalisme, couvée par le militarisme et intériorisée par la religion, les traditions et les droits coutumiers ; elle prend diverses formes et appellations selon les régions du monde et les sociétés qui y vivent et elle est constamment reproduite partout à travers le monde.

Nous autres, connaissons cette violence instrumentalisée au Moyen-Orient par le Daesh, qui l’utilise comme une arme de guerre comme cela a été le cas, lors des enlèvements et viols dont ont été victimes les femmes yézidies et kurdes ou, dans les « marchés d’esclave » que ces bandes de barbares ont introduits dans les régions sous leur contrôle. Par ailleurs, nous avons vu cette violence en Iran, en la personne de Zeinab Sekaanvand, condamnée à la peine capitale en guise d’exemple d’intimidation à toutes les iraniennes. Rappelons-nous que les individus LGBTI dont l’orientation sexuelle n’est même pas prise en considération, sont victimes de violences, de viols et même, comme en la personne de Hande Kader, sont horriblement assassinés. Cette violence se montre également tout au long du processus de répression mise en œuvre par la main de l’AKP au nom de l’État fasciste turc, sous prétexte de lutte contre les putschistes et au fait, à l’endroit de tous les opposants, avec les dispositifs de l’état d’urgence et à coup de décrets, visant avec en tête les Kurdes et ses représentants élus, les milieux d’intellectuels démocrates, écrivains, universitaires, travailleurs du service public, la presse, les médias, les journalistes, les mairies volées à leurs électeurs et administrées par les liquidateurs judiciaires du pouvoir. L’État pratique une violence décuplée lorsqu’il s’agit de femmes qui le combattent : les corps des guérilleros femmes tombées au combat sont exhibés nus, torturés, les détenues sont victimes de viol dans les prisons. Nous avons aussi vu l’État arrêter Gulten Kisanak, co-maire élue de grande métropole ou encore, fermer par décret la première agence fondée et gérée par les femmes, Agence Jin ; nous connaissons cette mentalité réactionnaire qui s’adosse aux discours du pouvoir et qui donne  en pleine rue des coups de pied aux femmes non voilées.
Tandis que les violences faites aux femmes s’accroît de jour en  jour à travers le monde, celles-ci ripostent en organisant la résistance et les luttes. En Pologne, les femmes ont réussi à faire reculer l’État qui s’apprêtait à interdire l’IVG, un droit fondamental sur leur propre corps, en organisant ‘la grève des femmes’. En Argentine aussi, ce sont les femmes qui se sont mobilisées lors des Journées internationales de rencontres féminines et qui ont réussi à faire incliner la terreur de l’État et la violence policière. D’un autre côté, l’hypocrisie concernant la question féminine de l’UE ne peut plus se dissimuler derrière le masque  « des Droits humains, de la démocratie, de l’égalité et de la liberté » lorsque l’on constate les politiques des femmes des pays européens. Les exemples pullulent : le cas de Banu Buyukavci et celui de Gulaferit Unsal, des révolutionnaires détenues dans les prisons européennes, de manière arbitraire et contre toute règle judiciaire. Par ailleurs, nous avons également constaté cette hypocrisie, lors des harcèlements, viols et enlèvements dont ont été victimes les femmes réfugiées aux camps de rétention dans les pays européens, sans oublier les mineurs, arrachés à leurs familles, enlevés et victimes d’abus sexuels. La revendication des femmes « à travail égal, salaire égal » garde son actualité à travers les pays européens.

Nous sommes dans une période où les violences faites aux femmes se sont accrues sensiblement, en raison des attaques du système capiatliste-impéraliste et de ses guerres et destructions en œuvre dans toutes les régions du monde. Or, nous ne sommes ni condamnées, ni sans espoir. Nous sommes sûres que nous allons fonder un monde nouveau de nos propres mains, sans oppresseurs, ni opprimés, sans exploitation et sans violence, avec la tradition de résistance et les luttes internationales, qui nous ont été léguées par les sœurs Mirabal. Nous souhaitons insister une fois encore sur le fait qu’affirmer que tu es une femme requiert du courage et tu peux retrouver ton courage dans l’organisation de la résistance. Nous les femmes, sommes courageuses ! Nous nous battons avec courage, résistons et organisons le combat… Nous savons également qu’à présent et plus que jamais nous avons besoin de serrer les rangs, de nous tenir fermement par les mains, les unes avec les autres et d’étendre la solidarité féminine ! Ensemble, nous devons sortir dans les rues pour la lutte !

Nous, le Mouvement démocratique des femmes en Europe, appelons toutes nos membres et celles et ceux, progressistes, démocrates, à reprendre le pavé, à manifester et à participer à toutes les actions que l’on organisera à l’occasion de la Journée internationale de lutte contre les violences faites aux femmes, le 25 Novembre.
Notre force de travail, notre corps et notre identité n’appartiennent qu’à nous !

Arrêtez l’exploitation sexuelle ! Arrêtez l’exploitation capitaliste !

Liberté pour les Nations opprimées !

Vive notre lutte !

Jin-Jiyan-Azadi!

Mouvement Démocratique des Femmes en Europe
Novembre 2016

Share
. tarafından

Berlin’de Kadınlar Şiddete Karşı Sokaklarda: Hoch die Internationale Solidarität!

Kasım 25, 2016 de ANASAYFA . tarafından

dsc_0322
BERLİN (25.11.2016) –
25 Kasım Kadına yönelik şiddete karşı uluslararası mücadele günü vesilesi ile Berlin’de enternasyonal kadınların katılım gösterdiği eylem gerçekleştirildi.
Saat 16:00’da Mülteci başvuru merkezi’nin bulunduğu cadde olan Turmstraße’de başlatılan yürüyüş, kurumların yaptığı açıklamalar,ortak bildirinin okunmasıyla devam etti.Yürüyüş boyunca kitle tarafından sık sık „Jin Jiyan Azadi“ „Hoch die Internationale Solidarität“ “Kadın Yaşam Özgürlük” sloganları atıldı.

dsc_0332 dsc_0326

Share
. tarafından

Paris’te 25 Kasım’da Kadınlar Alanlardaydı

Kasım 26, 2016 de ANASAYFA . tarafından

img-20161125-wa0001img-20161125-wa0008

PARİS(26.11.2016)- 25 kasım kadına yönelik şiddete karşı uluslararası mücadele günü vesilesi ile
Paris’de 25 kasım Cuma günü Avrupa Demokratik Kadın Hareketi’nin de aralarında bulunduğu kadın örgütleri ve çok sayıda sivil toplum örgütlerinin yoğun katılım gösterdiği eylemde, Bastille meydanında toplanmanın ardından saat 19’da Publique meydanına doğru yürüyüş gerçekleştirildi.
Yürüyüş boyunca marşlar, sloganlar gösteriler yapan kadınların katılım gösterdiği eylem kalabalık ve canlı geçti.Yapılan yürüyüş Publique meydanında gösterilerle sona erdi.

Share
. tarafından

Zürih’te ADKH ile Birlikte 25 Kasım Yürüyüşü Düzenlendi!

Kasım 26, 2016 de ANASAYFA . tarafından

zuruh
ZÜRİH(26.11.2016)-
25 Kasım Uluslararası kadına yönelik şiddete Karşı Mücadele günü vesilesiyle Zürih’te Avrupa Demokratik Kadın Hareketinin de içinde yer aldığı yüzlerce kadının katılımıyla bir yürüyüş gerçekleştirildi. 25 Kasım Cuma günü saat 19.00’da, Zürih Kunst Haus önünde başlayan ve Langstrasse ‘de sonlandırılan yürüyüş programı içinde 8 ayrı noktada durularak her kadın hareketi kendi mesajasını Almanca- Türkçe sundu. Avrupa Demokratik Kadın Hareketi, Mulhaous ADKH’nin de katılımı ile, Yeni Kadın, Beritan Kadın Meclisi, Aufbau Frauenstruktur, FrauenLesbenKasama, Frauen Lora, Frauen Kafi in der RAF Kochareal gibi örgütlerin katılım göstermiş olduğu eylemde, “Kadına yönelik her türlü şiddet, Cinsel istismar ve çocuk yaşta evlilikleri meşrulaştıran son yasa önerisi” İsviçrede’ki yürüyüşte teşhir edildi.

Avrupa Demokratik Kadın Hareketi olarak, 25 Kasım Kadına Yönelik Şiddete Karşı dünya üzerinde hüküm süren Emperyalist- Kapitalist sömürü düzeninin ve onun getirmis oldugu savaşların, yıkımın, bütün coğrafyalarda kadına yönelik her türlü şiddetle saldırıların artığı bir dönemde, kadın olarak çaresiz ve umutsuz olmadığımızı, kadına yönelik bütün baskı ve şiddeti ortadan kaldıracağımızı, yeni bir dünyayi kendi ellerimizle kuracağımızın mesajının ardından diğer demokratik kadın hareketlerinin ve grupların konuşma ve mesajlarıyla sonlandırıldı.

2

 

 

Share
. tarafından

Hollanda’da Kadınlar 25 Kasım’da Alanlardaydı

Kasım 27, 2016 de ANASAYFA . tarafından

fullsizerender
HOLLANDA(27.11.2016)-
Hollanda’daki Hollandalı ve göçmen kadın örgütleri Rotterdam şehrinde 25 Kasım dünyada kadına karşı şiddeti protesto etmek amacıyla meşaleli yürüyüş düzenledi.
Aralarında, Avrupa demokratik kadın hareketinin de olduğu ,bir cok kadın örgütü dün akşam  önce bınnenwegplein de  bir araya gelerek meşaleli yürüyüş düzenledi. Coşkulu gecen yürüş ,sloganlar ve ortak bildiriden kesitler okunarak  salona kadar sürdürüldü. Etkinlik salonda sarya kadın gurubu ve Hollandalı ların dillendirdıklerı  Ezgiler le son buldu.

Share
. tarafından

Hamburg’da Kadınlar Şiddete Karşı Alanlardaydı

Kasım 27, 2016 de ANASAYFA . tarafından

20161126_151722
HAMBURG (26.11.2016)-
25 Kasım ” Uluslararası Kadına Yönelik Şiddete Karşı Mücadele Günü ” vesilesiyle Hamburg’da Avrupa Demokratik Kadın Hareketinin de içinde olduğu Hamburg Kadın Ağının örgütlediği bir Meeting gerceklestirildi. Yapılan etkinlikte , dünya, Avrupa ve Türkiye – Kuzey Kürdistan’ da kadına yönelik her türlü şiddet ve buna karşi mücadelenin önemi üzerine vurgu yapıldı. Cinsel istismarcıları cezasızlıkla ödüllendirmeyi amaçlayan yasa teklifinin ve çocuk yaşta evliliklerin meşrulaştırılmasına karşı dayanışmayı yükseltmeye çağrı yapıldı.İki saat süren Meeting, kültürel etkinliklerle sonlandırıldı.

Share
. tarafından

Düsseldorf’ta 25 Kasım Gündemli Panel Gerçekleşti

Kasım 27, 2016 de ANASAYFA . tarafından

20161126_165012_1480249565988
DÜSSELDORF (27.11.2016)-
 Ceni Kürt Kadın Barış Bürosu, Gülümseyen Kadınlar Platformu, Avrupa Demokratik Kadın Hareketi (ADKH) ve YJK-E Duesseldorf Kadın İnisiyatifi tarafından Duesseldorf Medya Kültür Evi’nde düzenlenen panele, katılım oldukça fazlaydı.

Konuşmacı olarak Kürt Kadın İlişkiler Merkezi (REPAK) Başkanı Meral Çiçek, Demokratik Kadın Hareketi Dönem Sözcüsü ve LGBTİ aktivisti Kıvılcım Arat ve sosyolog Songül Kaya Karlıdağ yer aldı.

Mücadelede ve hayatın içinde şiddete maruz kalarak yaşamını yitiren kadınların anısına yapılan saygı duruşu ardından ilk söz hakkını alan Meral Çiçek, Dünya Kadın konferansında dikkatini çeken bir olgu üzerinden konuşmasına başladı. Dünyanın her yerinde kadınlara, kapitalist sömürünün şiddetinin, sistematik bir biçimde, nasıl yoğunlaşarak yaşatıldığını vurguladı. Tarihin hiçbir döneminde kapitalist sistemdeki kadar sömürülmediğine dikkat çeken Meral Çiçek “Kadına karşı saldırıları sadece yereldeki bir güç yürütmüyor, bu evrensel bir olgudur. Bu yüzden kadınların mücadelesi evrensel olmak zorundadır” sözlerini dile getirdi. Rojava’da verilen Mücadelenin sadece Kürt Kadınları için değil, Dünya kadınları için mücadeledir cümlelerinin ardından Konuşmasını DAIŞ ile AKP zihniyetinin farksız olduğu  sözleriyle tamamlarken, Kadınların öz savunmayı güçlendirmeleri gerektiğini vurguladı.

İkinci sunumu yapan Kıvılcım Arat ise konuşmasında, devlet kaynaklı cinsel şiddet üzerinde durdu. Cinsel şiddetin sistematik bir araç olarak kullanıldığı savaşlardan örnekler vererek başlayan Kıvılcım Arat, Devletin Türkiye ve Kuzey Kürdistan’da kadınlara karşı kullandığı cinsel şiddete dair örneklerle, katledilen YPS militanlarının cinsel organına onlarca kurşun sıkıldığını belirtti.

Günümüzde yaşananların 80’li ve 90’lı yılları aştığını söylerken, devlet kaynaklı cinsel şiddete maruz bırakılan kadınlar için çalışma yürütecek bir platformun kurulması gerektiğini vurguladı.

Son konuşmacı  Songül Kaya Karlıdağ ise, aile içi şiddeti değerlendirdi. Kaya Karlıdağ, konuyla ilgili yürüttüğü akademik çalışmalarında ulaştığı sonuçlardan örnekler verdi. Kadına yönelik şiddetin aşılmasında bilinçlenme ve güçlenme çalışmalarının yaşam bulduğunu belirtirken, öncelikle kadının şiddete ‘dur’ demesi gerektiğini vurguladı.

Konuşmaların ardından, katılımcıların tartışmalara katılarak, karşılıklı soru cevap şeklinde gerçekleşen panel, oldukça beğenildi.  Kadın hareketlerinin ortak yaratmış olduğu panellerin vurgusuyla, alkış ve zılgıtlarla sonlanırken. Tüm kadınlar birlikte fotoğraf çekilerek panel sonlandırıldı.

20161126_172222_1480249566291

Share
. tarafından

Köln’de 25 Kasım’da Ortak Eylem

Kasım 28, 2016 de ANASAYFA . tarafından

15220191_1214404011953058_6053051216567395286_n
KÖLN(28.11.2016)-
25 Kasım Cuma günü Wallrafplatz da Saat 16:30 da ADKH‘nin de bileşeni olduğu Mücadeleci Kadın Platformu (Kämpferisches Frauenbündnis Köln)’nun çağrısı ile bir miting gerçekleştirildi.

Özgürlük, devrim ve sosyalizm mücadelesinde ölümsüzleşen kadınların şahsında bir dakikalık saygı duruşuyla başlayan mitinge ADKH dışında, Yaşamevi Kadın Komisyonu, Atik Yeni Kadın, Kürt Kadın Kurumu CENî, SKB, Rebell, Courage Frauenverband, MLPD ve Zora da konuşmalarıyla yer aldılar.

ADKH’nın „Ben kadınım demek yürek ister, yüreğini direnişle örgütle!“ şiarıyla çıkarmış olduğu bildiri ADKH temsilcisi tarafından okundu. Temsilci özellikle konuşmasında 25 Kasım dan bir gün önce bir kadının Köln de katledilmesini lanetlerken, akabinde Gizem Peker, Tuğçe Albayrak, Hameln şehrinde şu an Koma da olan Kader şahsında Avrupa da yaşananlara sessiz kalınmaması çağrısında bulundu. Devamında  Kapitalist sistemin yaratmış olduğu şiddete, ondan beslenen zihniyete karşı umutsuz ve çaresiz olmadığımızı, örgütlenerek kadın mücadelesini güce dönüştürmenin ve birlikte hareket etmenin gerekliliğini dile getirdi. Iş yerinde, okulda, sokakta hayatın olduğu her yerde kapitalist sistemi ve faşizmi teşhir etmemiz gerektiğinin vurgusu yapıldı.  Almanya (Avrupa) da Banu Büyükavcı ve Gülaferit Ünsal şahsında tüm politik tutsaklara sahip çıkmaya ve § 129 a-b ye karşı meydanlara mücadele çağrısı ile konuşma sonlandırıldı.

Kültürel bölümde ise Mücadeleci Kadin Platformu`nun korosu yer alırken, Kadın Grubu Koma Denge Xwezaye kadın mücadelesi içerikli şarkı ve stranlarını seslendirdi.

Daha sonra Lila Frauenbündnis Köln (Mor Kadinlar Platformu) düzenlemiş olduğu mitinge Mücadeleci Kadin Platformu olarak bizlerde ortak mücadelenin gerekliliği ruhu ile dahil olduk. Yüzlerce kadının bir araya gelip eylemin ortaklaştırılmasının önemi meydan da da konuşmalarda dile getirildi. Alman, göçmen, mülteci kadın kurumlarının hep birlikte „Jin, Jîyan, Azadî!“ – „Faşizme karşı omuz omuza!“ sloganlar atıldı. Alanda kadınların şiddet görmesine karşı sembolik olarak yüzlerce balonlar havaya uçuruldu. Sloganlar, müzik, dans ve renkler eşliğinde kadınlar hep birlikte yürüyüşe geçti. Rudolplatz meydanına gelindiğinde son konuşmalar yapıldı. Halaylarla miting sonlandırıldı.
img_0436 img_0439

Share
. tarafından

FİDEL İÇİN SANCAĞI YARIYA İNDİRMEYİN, DAHA DA YÜKSELTİN!

Kasım 29, 2016 de ANASAYFA . tarafından

“Fidel çok insan bir dev
Ağarmış saçları sakallarıyla
Karlı bir dağ.
Gözlerinde güleç
Kardelenler açıyor,
Sesi titremeyen bir ses
Umudun sesi.”[1]

 

SİBEL ÖZBUDUN/TEMEL DEMİRER – Edith Wharton, “Işığı yaymanın iki yolu vardır; ya ışık olursun ya da onu yansıtan ayna,” demişti ya; “ışık” oldu O kolayına kaçıp, “ayna olmak” yerine…

Kolay mı? “Köstebeği beklemeyen devrimci”ydi[2] Fidel…
Çünkü “Sen mutluluğun resmini yapabilir misin Abidin?” sorusuna verdiği yanıtta, “1961 yazı ortalarında Küba’nın resmini yapabilir misin” diye ekler Nâzım Hikmet: “yalansız hürriyetin eli/ Fidel’in sıktığı el”dir…
O el ki, Camilo Cienfuegos’lu, Che’li Küba Devrimi’dir
“Şeref ya da onur için değil adil olduğuna inandığımız fikirler için mücadele ediyoruz…
Yurdumuzun tarihi uzak geçmişlere dayanmaz, ama yiğitlik dolu devrim savaşımlarıyla zengin bir tarihtir bu…
Ben bir Marksist Leninistim ve yaşamımın son anına kadar da böyle kalacağım…
Devrim için savaşmayana komünist denmez…
Beni suçlayabilirsiniz, sorun değil: Tarih beni aklayacaktır…
Biz yenilirsek kalkar yine deneriz, diktatörler yenilirlerse sonları olur…
Devrim hareketine 82 kişiyle başladım. Eğer bunu tekrar yapmak zorunda kalsaydım yanıma 10 ya da 15 sadık insan alırdım. Eğer sadıksanız ve hareket planınız varsa ne kadar küçük olduğunuzun hiçbir önemi yoktur…
Soygun felsefesine son verirseniz, savaş felsefesi de ortadan kalkar…
Bir katilin, bir hırsızın başbakan olduğu bir cumhuriyette, dürüst kişilerin yerinin ya mezar, ya cezaevi olduğunu anlayabilmek zor bir şey olmasa gerek…
Gelmiş geçmiş en büyük ahlâksızlık, emperyalizm ve kapitalizmdir…
Yukarı yarım kürenin, aşağı yarım küreyi ezmesine küreselleşme denir…
Diğerleri lüks otomobillere binebilsin diye neden bazı insanlar çıplak ayaklarıyla yürümek zorunda kalsın?
İşçi sınıfı yaratıcı sınıftır. İşçi sınıfı bir ülkede maddi refahın gerektirdiği her şeyi üretir, iktidar işçi sınıfının elinde olmadığı sürece, işçi sınıfı, iktidarın sömürücü toprak sahiplerinin, haksız kazanç sağlayanların, tekellerin, yerli ve yabancı çıkar gruplarının elinde kalmasına izin verdikçe, silahlar işçi sınıfının değil de, çıkar gruplarına hizmet edenlerin elinde oldukça, bu çıkar gruplarının ziyafet sofralarından dökülmesine göz yumduğu kırıntılar ne denli çok olursa olsun, işçi sınıfı yoksul bir hayat sürmeye zorlanacaktır,” diye haykıran vazgeçmeyen -dim dik- duruştur!
Küba Devrimi, başkaldıran insan(lık) tarihinin en has ürünlerindenken; – Gabriel García Márquez’in deyişiyle- “Bizim Fidel” de onun mimarıdır.
Yedi iklim dört bucakta “bizim” diye sahiplenilen; her yerde adıyla seslenilen O; Nâzım Hikmet’in ‘Havana Röportajı’ndaki destandı:
“Fidel de içlerinde 82’nin 12’si sağ kalmıştı/ Fidel de içlerinde 12 kişiydiler 56’nın kasımında/ Fidel de içlerinde 150 kişiydiler aralığında 56’nın/ Fidel de içlerinde 500 kişiydiler şubatında 57’nin/ Fidel de içlerinde 1000 oldular 5000 oldular/ Fidel de içlerinde/ Fidel de içlerinde bir milyon yüz milyon bütün insanlık oldular”
* * * * *
Emil Michel Cioran’ın, “Yaşamı tutkuyla sevenler dışındakilere ölüm hiçbir anlam ifade etmez. Ayrılacağı bir şeyi olmayan biri nasıl ölebilir ki?”[3] saptaması ortadayken; Onun için sakın bayrakları yarıya indirmeyin, ölenler için yapılır bu; oysa Fidel yaşıyor; bayrakları yükseltin; O hâlâ bizimle; yerkürenin tüm Sierra Maestra’larındadır; her daim orada olacaktır…
“Hastalığımın kesinleştiğini anladığım anda, başkanlık görevlerime son vermeye tereddüt etmedim,” diyen Fidel, 87. yaşgünü vesilesiyle kaleme aldığı makalede, “Hâlâ yaşadığına şaşırdığını” belirtip;[4] Goldberg’in “Hastalığınız Tanrı’nın varlığı konusunda fikrinizi değiştirdi mi” sorusunu “Üzgünüm hâlâ bir diyalektik materyalistim,”[5] diye yanıtlarken; Ursula K. Le Guin’in, “İzlenen yolda yol yitirilir,”[6] sözlerini anımsatıyordu…
Hâl böyleyken; yani Vassilis Vassilikos’un ifadesiyle, “Ölüm, tamamlanmayan her şey”ken; 25 Kasım 2016 günü saat 22.29’da bizi -dönmek üzere- bırakıp giden Fidel Castro Ruz, “Zafere kadar, daima!” haykırışının devrimci praksisidir…
Kolay mı? Yakın zaman önce, “Yakında 90 yaşında olacağım. Yakında ben de diğer önderler gibi gideceğim. Elbette hepimizin zamanı gelecek. Ancak Kübalı komünistlerin idealleri, inançları bu dünya için, insanlık için fayda sağlamaya devam edecek. Bu idealler için savaşmaya devam etmeliyiz,” diyen Fidel için “Marksist Leninist olmak bir sorumluluktur”…[7]
* * * * *
Siz bakmayın ABD’nin yeni başkanı Donald Trump’ın, “Zalim bir diktatör”;[8] Nagehan Alçı’nın, “Halkını sömüren diktatör”;[9] -Küba Devrimi’nde Castro ve Che’nin yanında mücadele edip, ardından da Miami’de yaşayan rejim karşıtına dönüşen- Huber Matos Benitez’in, “Castro düzenbazdı, gücünü kullanmaktan zevk alıyordu. O kadar akıllı biriydi ki Hollywood aktörlerinin kabiliyeti onun aktörlüğünün yanında sıfır kalırdı. Dünya tarihinde onun kadar maskara biri henüz çıkmadı. Hayatımda karşılaştığım en kötü huylu ve sapık kişiydi. Ama şunu size söyleyebilirim; Castro hem Küba’dan hem de Kübalılardan nefret ediyor. Ama kendisini öyle pazarladı ki kendini Küba halkına ‘Her şeyi Küba için yapan kral’ olarak gösterdi,”[10] türünden zırvalarına!
“Fidel, geceleri aç yatılmayan eşit bir dünya umududur”;[11] “Fidel’in Küba’sı dünyanın her yerinden 80 bin doktor yetiştirendir”![12]
Kolay mı? Küba en yoksul dönemlerde bile bilim ve araştırmadan vazgeçmedi. En büyük mucize de sağlık alanında oldu. Tahmini ömür süresi 80 yıl, ABD’den fazla. Bebek ölümleri bazı yerlerde sıfır! Hastaneler herkese bedava. Ama esas bomba, kanser aşısı Cimavax. Japonya ve Avrupa’dan sonra Amerika da klinik testlere başladı![13]
* * * * *
Hem nasıl unutabilirsiniz, unutturabilirsiniz?
Küba, 1958 Devrimi öncesi gayriresmi bir Amerikan sömürgesiydi.
Amerika’nın kumar merkezi hatta “genelevi” denirdi.
Al Capone, Lucky Luciano, Meyer Lansky gibi mafya liderleri diktatör Batista’yı maaşa bağlamıştı.
Devrim bu çürük düzeni hedef aldı. Küba Devrimi haklı bir devrimdi.
Amerikan mafyası, CIA ile ortak çalışarak Fidel Castro’ya defalarca suikast girişiminde bulundu.
Kübalı göçmenler Amerika’nın desteğiyle adayı işgal etmeye çalıştı…
Çok zor koşullarda, Kübalıları gururlu, başı dik bir toplum yaptı;[14] “Latin kanıyla sosyalizm birleşirse ne olur? Cevap: Kübalı olur,”[15] saptamasındaki üzere…
* * * * *
Hikâyeyi bilmeyen var mı hâlâ? Varsa ne yazık!
26 Temmuz 1953: Yaklaşık 100 kişilik bir gerilla grubu Moncada Kışlası’na saldırdı. Çoğu hayatını kaybetti. Fidel Castro ve Raúl Castro’nun da içlerinde olduğu sağ kalanlar yakalandı. Fidel 15 yıl ceza aldı.
1955: Batista, yurtiçi ve yurtdışından gelen baskılar üzerine, tüm siyasi mahkûmları serbest bıraktı. Castro kardeşler Meksika’ya sürgün edildiler. Orada Che Guevara ile tanıştılar. Meksika’da, İspanya İç Savaşı’na katılmış olan eski askeri lider, devrimci Alberto Bayo tarafından eğitildiler. “26 Temmuz Hareketi” burada kuruldu.
Kasım 1956: Meksika’da eğitim gören 82 kişi Küba’ya gitmek üzere, Fidel Castro önderliğinde Granma yatına bindiler.
Aralık 1956: Karaya çıktıktan sonra düştükleri pusuda pek çok gerilla hayatını kaybetti. Sağ kalan 12 kişi Sierra Maestra’ya varıp buluşmayı başardılar. Fidel Castro, Che Guevara, Raúl Castro ve Camilo Cienfuegos da aralarındaydı.
1957-Haziran 1958: Dağlarda Batista garnizonlarına küçük çaplı saldırılar. Kentlerde Batista’nın misilleme olarak uyguladığı baskı.
Temmuz 1958: Küba ordusunun Verano operasyonu. Castro kuvvetlerinin direnişi.
1 Ağustos 1958: Geçici ateşkes görüşmeleri.
Ağustos 1958: Castro güçleri karşı saldırıya geçer.
Kasım 1958: Che Guevera, Camilo Cienfuegos ve Jaime Vega komutasındaki üç kol Santa Clara’ya doğru ilerledi. Jaime Vega kolu yok edildi.
30 Aralık 1958: Camilo Cienfuegos, Yaguajay’ı aldı.
31 Aralık 1958: Cienfuegos ve Guevara’nın kuvvetleri Santa Clara’ya girdi.
1 Ocak 1959: Bu haberleri alan ABD destekli diktatör Fulgencio Batista uçakla Dominik Cumhuriyeti’ne kaçtı.
l2 Ocak 1959: Castro kuvvetleri Santiago de Cuba’ya, Che Guevara ve Cienfuegos da Havana’ya girdiler.
l6 Ocak 1959: Fidel Castro, Havana’ya geldi.
1961: CIA’in organize ettiği ABD’deki Kübalılar silahlanarak, Küba’daki Domuzlar Körfezi’ne çıkarma yaptı. Ancak plan başarısızlıkla sonuçlandı. Aynı yıl ABD Küba’ya yönelik yaptırımlara başladı.
1962: Sovyetler Birliği’nin Küba’ya füze yerleştirdiğinin ortaya çıkmasıyla, üçüncü dünya savaşının eşiğine gelindi. Kriz, Küba’daki füzelerin kaldırılmasıyla sona erdi.
1977: Küba-ABD ilişkileri normalleşmeye başladı. İki ülke karşılıklı olarak ‘çıkar ofisleri’ açtı.
1996: ABD’nin yürürlüğe soktuğu Helms-Burton Yasası’yla ambargo daha da ağırlaştırıldı.
1999: ABD’ye götürülen Kübalı Elian Gonzalez adlı çocuk, iki ülke arasında diplomatik kriz yarattı. Baba Gonzalez’in baskısıyla ABD altı aylık krizi sonlandırarak Elian’ı Küba’ya iade etti.
2002: Eski ABD Başkanı Jimmy Carter Küba’yı ziyaret etti.
2013: ABD Başkanı Obama ve Kübalı mevkidaşı Castro, Güney Afrika’nın efsanevi lideri Nelson Mandela’nın cenazesinde el sıkıştı.
2014: ABD Başkanı Obama ve Küba Devlet Başkanı Castro, iki ülke arasındaki ilişkileri normalleştirmek için görüşmelere başladılar.
* * * * *
Nihayet, siz bakmayın “Fidel Castro sonrasında Küba’da nelerin değişebileceği konusu pek çok Kübalının kafasındaki gizli soru… ‘Küba rüyasının sonunu Obama mı getirecek’ sorusu yankılanıyor kafamda,”[16] türünden ucuzluklara!
“ABD’yle normalleşme” mi dediniz?
Eski ABD Başkan Yardımcısı Dick Cheney’yi, George Bush döneminde terör şüphelileri üzerinde uygulanan şiddet içerikli sorgulama tekniklerini savunmakla suçlayarak, “İşkenceyi, bir bilgi alma yöntemi olarak görüyorlar… Terörizm gökten inmedi; yöntemleri 1959’daki Küba Devrimi ile mücadele edebilmek için ABD tarafından oluşturuldu,”[17] diyen Fidel Castro, ABD-Küba görüşmeleri için ABD’ye güvenmediğini belirtip, bunun çatışmaların barışçıl bir biçimde çözülmesini reddettiği anlamına gelmediğini söylerken;[18] ABD ve İsrail, 28 Ekim 2016 tarihinde BM Genel Kurulu’nda gerçekleştirilen abluka oylamasında çekimser oy kullandı.
BM Genel Kurulu’nda konuşan Küba Dışişleri Bakanı Bruno Rodriguez Parrillo ise ablukanın etkilerine değindiği uzun konuşmanın sonlarında şu ifadelere yer verdi: “Kültürümüze ve tarihimize yabancı rüyalara ihtiyacımız yok. Küba Devrimi her gün gençler tarafından bir kez daha inşa ediliyor. Kübalı gençler tıpkı anne babaları, tıpkı nine ve dedeleri gibi yurtsever ve antiemperyalistler. Bizim kendi değerlerimiz ve sembollerimiz var, bunları savunmaya ve zenginleştirmeye devam edeceğiz, ama bu değer ve semboller daima Kübalı olmaya devam edecekler. Bunları başka değer ve sembollerle değiştirmeyeceğiz, egemen ve sosyalist bir ulus olmak için mücadele etmeye devam edeceğiz. Kapitalizme geri dönmeyeceğiz.”[19]
* * * * *
Manuel Cabieses Donoso’nun, “Küba Devrimi’nin en önemli özellikleri, onuru, acılar karşısında gösterdiği bitmez tükenmez dayanışması ve diğer halkların ihtiyaçlarına duyduğu ilgidir,”[20] biçiminde formüle ettiği Fidel’in özgürlük rüyası mutlaka tamamlanacakken; ve bizler sınıfların ve sömürünün tümüyle ortadan kalkacağı bir dünya kurulana kadar yolumuzu aydınlatanlardan Fidel’e borçlu kalacağız; “Gökyüzü gibi bir şey bu çocukluk/ Hiçbir yere gitmiyor,” dizeleri eşliğinde Edip Cansever’in…
* * * * *
Son bir şey daha: Küba Destanı’nın “Virtus omnia subter se habet/ Kahramanlık her şeyi arkasında bırakır,” diyen ve Arthur Schopenhauer’ın, “Mutlu bir hayat olanaksızdır; insanın başarabileceği en iyi şey kahramanca bir hayattır,” saptamasını doğrulayan(lardan)dı Simón Bolívar’ın torunu, José Martí’nin oğlu, Che’nin yoldaşı “Bizim Fidel”…
27 Kasım 2016 22:31:58, Ankara
N O T L A R
[1] Can Yücel, “Fidel’in Gelişi Gidişi”, 1996.
[2] Soner Torlak, “Fidel Castro Ruz: Köstebeği Beklemeyen Devrimci”, Halkın Sesi, Yıl:10, No:237, 22 Temmuz 2015, s.22.
[3] Emil Michel Cioran, Gözyaşları ve Azizler, Çev: İsmail Yerguz, Jaguar Kitap, 2015.
[4] “Hâlâ Yaşadığıma Şaşırıyorum”, Milliyet, 15 Ağustos 2013… http://dunya.milliyet.com.tr/-hala-yasadigima-sasiriyorum-/dunya/detay/1750317/
[5] “Castro’dan İran’a Acı Tavsiyeler”, Radikal, 9 Eylül 2010, s.13.
[6] Ursula K. Le Guin, Yanılsamalar Kenti, Çev: Meltem Tayga, İmge Yay., 3 Baskı, 2016, s.104
[7] “Fidel: Marksist Leninist Olmak Bir Sorumluluktur”, 26 Kasım 2016… http://haber.sol.org.tr/dunya/fidel-marksist-leninist-olmak-bir-sorumluluktur-177022
[8] “Trump Tek Cümlelik Açıklamasının Devamını Getirdi: ‘Castro Zalim Bir Diktatördü’…”, 26 Kasım 2016… http://ilerihaber.org/icerik/trump-tek-cumlelik-aciklamasinin-devamini-getirdi-castro-zalim-bir-diktatordu-63726.html
[9] Nagehan Alçı, “Halkını Sömüren Diktatörün Ülkesi Küba”, Akşam, 26 Temmuz 2012, s.13.
[10] “Che Guevara iyi, cesur bir savaşçıydı ama maceraperestti. En kötü yanı vahşeti sevmesiydi. Binlerce idamın nedenidir. Yazılarını okuduğunuzda onun bir devrimci ruha sahip olmadığını görürsünüz.” (Nevsal Elevli, “Huber Matos Benitez: Castro Düzenbazdı Che Vahşeti Severdi”, Milliyet, 13 Mayıs 2012, s.24.)
[11] Barış İnce, “Fidel, Geceleri Aç Yatılmayan Eşit Bir Dünya Umududur”, Birgün, 26 Kasım 2016… http://www.birgun.net/haber-detay/fidel-geceleri-ac-yatilmayan-esit-bir-dunya-umududur-137113.html
[12] “Fidel’in Küba’sı Dünyanın Her Yerinden 80 Bin Doktor Yetiştirdi”, Birgün, 26 Kasım 2016… http://www.birgun.net/haber-detay/fidel-in-kuba-si-dunyanin-her-yerinden-80-bin-doktor-yetistirdi-137114.html
[13] Çınar Oskay – Sebati Karakurt, “İnsanlığa En Büyük Hediye Küba’dan mı Geliyor?”, Hürriyet, 13 Eylül 2016, s.2.
[14] Çınar Oskay – Sebati Karakurt, “Geleceğin Lideri Canel Devrimin Mirasını Taşıyabilecek mi?”, Hürriyet, 14 Eylül 2016, s.2.
[15] Melek Aldemir, “Küba: Ortaya Karışık Liberalizm”, Radikal, 22 Nisan 2011, s.30-31.
[16] Elçin Poyrazlar, “Gerçek Havana Sokaklarda”, Cumhuriyet, 13 Eylül 2009, s.10.
[17] “Castro, Cheney’yi Suçladı”, Cumhuriyet, 29 Mayıs 2009, s.11.
[18] “Fidel Castro’dan Küba-ABD Görüşmeleri Yorumu: ABD’ye Güvenmiyorum”, Gündem, 28 Ocak 2015, s.12.
[19] “ABD Küba Ablukası’nın Kaldırılmasına Çekimser Oy Kullandı”, 28 Ekim 2016… http://direnisteyiz3.org/abd-kuba-ablukasinin-kaldirilmasina-cekimser-oy-kullandi/
[20] Manuel Cabieses Donoso, “Küba, Seni Seviyoruz….. ”, Sendika.Org, 15 Aralık 2009… http://sendika12.org/2009/12/kuba-seni-seviyoruz-manuel-cabieses-donoso/
Share