İranlı kadınlar ikiyüzlülüğü teşhir ediyor: Burkini yasağı kadar, zorunlu hicaba da ses çıkarın

14291622_1496034160410673_9123120245685633068_n
İran’daki hicab zorunluluğuna karşı yürütülen “Benim Gizli Özgürlüğüm” kampanyasının örgütleyicilerinden Masih Alinejad, Avrupa Parlamentosu’nda yaptığı konuşmada, “Biz İranlı kadınlar zorunlu örtünmeye karşı savaşırken yalnızız, tek başımayız” dedi
HABER MERKEZİ(14.09.2016)- 
İran’da hicab* zorunluluğuna karşı “Benim Gizli Özgürlüğüm (My Stealthy Freedom/MSF)” kampanyasını başlatan kadınlar, Avrupa Parlamentosu’nun burkini yasağını tartıştığı oturumunda, zorunlu örtünme karşıtı mücadelenin Fransa’daki burkini yasağı kadar çok gündemleştirilmemesini eleştirerek, “Zorunlu örtünmeye karşı savaşta yalnızız” vurgusu yaptı.

Oturumda söz alan “Benim Gizli Özgürlüğüm” kampanyasının yürütücülerinden Masih Alinejad, Fransa’daki burkini yasağının “kabul edilemez” olduğunu ancak farklı türlüsünün İran’da uygulandığını hatırlattı. Alinejad, Avrupalı kadın politikacıların burkini yasağına karşı durdukları kadar zorunlu örtünme karşıtı mücadeye de destek vermesini beklediklerini söyledi.

İran’da 1979’daki İslam Devrimi’nin ardından zorunlu hale getirilen hicab uygulamasına karşı kadınlar, “Benim Gizli Özgürlüğüm” isimli bir sivil itaatsizlik hareketi oluşturdu. İranlı kadınlar, zorunlu hicab uygulamasına karşı park ve cadde gibi kamusal alanlarda başları açık şekilde çektikleri fotoğraflarını Facebook’ta oluşturdukları “Benim Gizli Özgürlüğüm” isimli sayfadan paylaşıyor.

* Hicab: Tesettür ile aynı anlamda Arapça ve Farsça yayınlarda tercih edilen bir terim dir. H-c-b kökünden türetilen kelime, sadece fizikî örtünmeyi değil, daha genel bir şekilde tevazu, mahremiyet ve ahlâk, utanma gibi kavramları da ifade eder. Türkçede mahcubiyet utanma anlamındadır.

Kaynak: gazeteyolculuk.net

Masih Alinejad’ın Avrupa Parlementosunda yaptığı konuşmanın videosuna buradan ulaşabilirsiniz.

Share

Filipinler’de Eril Sisteme Karşı Mücadele Eden Kadın Örgütü: GABRİELLA

1010679_10152124621902670_2083271988_n
Adını 200 yıl önce ülkesinin bağımsızlık mücadelesinde sembolleşmiş kadın komutan Gabriella Silang’dan alan Filipinler’in yüz binlerce üyesi bulunan kadın örgütü GABRİELLA, eril sisteme karşı mücadele veriyor
HABER MERKEZİ(11.09.2016)-
 Adını 200 yıl önce ülkesinin bağımsızlık mücadelesinde sembolleşmiş kadın komutan Gabriella Silang’dan alan Filipinler’in yüz binlerce üyesi bulunan kadın örgütü GABRİELLA, eril sisteme karşı mücadele veriyor. 50’den fazla üyesi tutuklanan örgüt, yoksulluk, göç, fuhuşa karşı ülkedeki kadınların isyanı ve umudu.

Uzak Asya ülkelerinden Filipinler’de her 26 saniyede bir kadın şiddete maruz kalıyor ve yoksulluk nedeniyle başka ülkelere göç eden kadınların sayısı 4 milyondan fazla. Neoliberal politikalarla yoksullaştırılan ve batılı zenginler için kurulan “Çocuk fuhuş pazarı”nın uzak doğudaki önemli merkezlerinden biri haline getirilmeye çalışılan Filipinler’de 200 bine yakın aktif üyesi ile GABRIELLA Kadın Partisi, cinsiyet eşitliği ve kadınların özgürlüğü için önemli bir mücadele pratiği sergiliyor.

‘Göçmen işçiler ülkesi’

Filipinler’de kadınların ezilmişliğini en fazla hissettiği alan, göçmen kadınların durumu ve uluslararası seks ticareti. Filipinliler iş göçünde başı çekiyor. Dünya çapında 100 ülkede 7 milyondan fazla Filipinli hemşire, doktor, hizmetçi, denizci ya da zanaatkar olarak çalışıyor. Yurtdışında para kazanıp ülkelerinde geride bıraktıkları yakınlarına havale eden Filipinliler, aynı zamanda ülke ekonomisine de milyarlarca Euro’luk katkıda bulunuyor. Çoğu ülkelerindeki kötü koşullardan kurtuluşu yurtdışında aramış. Ancak iyi bir eğitim almamış olanlar, özellikle de kadınlar için bu arayış tuzaklarla dolu. Filipinli genç kadınlar, ajanslar aracılığıyla “denizaşırı sahne sanatçısı” adıyla eğlence sektöründe hizmet vermek üzere yurtdışına, özellikle de Japonya’ya gönderiliyor.

100 yıllık mücadele deneyimi

Filipinler’de kadın özgürlük mücadelesinin geçmişi 100 yılı aşkın süreye dayanıyor. Ancak tarihsel önemli bir figür olan ülkenin ilk kadın generali Gabriela Silang, 18. yüzyılın ikinci yarısında İspanyol sömürgeciliğine karşı yürütülen ayaklanmaya önderlik etmesiyle Filipinli kadınlara önemli bir miras bıraktı. Kadın mücadelesi ise Filipinler Feminist Örgütü’nün 1905’te kendini deklare etmesi ile başladı. Orta ve üst sınıfa mensup kadınların oluşturdukları bu ilk kadın örgütü daha çok sosyal hak taleplerine odaklı faaliyetler yürüttü. Fakat, daha o yıllarda ve takip eden dönemde baş gösteren anti-emperyalist direniş odaklarında kırsal bölge kadınları da belirleyici roller aldı. 1971 yılına gelindiğinde komünist çizgide kurulan Makibaka’nın (Yeni Kadının Özgür Hareketi) örgütlediği bir yürüyüş ile 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü ülkede ilk kez kutlandı.

Gabrilela Silang’ın mirası

Filipinlerde sayısı binleri bulan bir kadın gerilla gücü var ve bu kadınlar NDFP’nin içinde kendi özgün örgütlenmesini gerçekleştiriyor. 1984 yılında, Marcos diktatörlüğüne karşı direnişin iyice yükseldiği dönemde, adalar ülkesinde hayatın bütün alanlarından kadınlar başkent Manila’da 10 bin kişilik bir yürüyüş gerçekleştirdi. Bu büyük yürüyüşün hemen ardından 200 kadın kuruluşu bir araya gelerek ulusal kadın komisyonu oluşturuldu ve bu komisyon sömürgeciliğe karşı yürütülen ayaklanmanın önderi ülkenin ilk kadın generali Maria Josefa Ca Gabriela Silang’ın anısına ve mücadele gücüne atfen GABRİELLA Kadın Partisi adını aldı.

Joan Salvador: Kadının özgürleşmesi birinci gündemimiz

Ülkedeki kadınların umudu haline gelen politik mücadelenin öncülerinden GABRİELLA’nın Uluslararası İlişkiler Sorumlusu Joan Salvador, ögrütlenme biçimlerini “Bir çatı örgütlenmesi olmasının yanı sıra, demokratik alanda çalışma yürüten bir kadın örgütlenmesidir” diye tanımlıyor. “Kendimizi Filipinler’de demokratik ulusal hareketin bir parçası içinde tanımlıyoruz. Ülkenin bağımsızlığı için de mücadele ediyoruz. Toplumun yarısını oluşturan kadının özgürleşmesi bizim için önemli bir yerde duruyor” diyen Joan, “GABRIELLA hükümetten bağımsız bir örgüttür. İşçi, çiftçi, yoksul kadınlar ve kaçak işçilerden oluşuyor. Kırsaldan gelen kent yoksullarını örgütlüyoruz. GABRIELLA kadın örgütü Filipinler’in en kitlesel kadın örgütlenmesidir. Sadece Filipinler içinde değil ABD, Hong Kong, Kanada, Hollanda, Japonya, Suudi Arabistan ve Dubai’de de kadın örgütlenmemiz bulunmaktadır. 200 bin kadın üyemiz var. 200’ü aşkın kadın örgütü, örgütlenmemizin içinde yer almaktadır” diye anlatıyor.

‘Denizaşırı cinsel sömürüye karşı mücadele ediyoruz’

Örgüt olarak yürüttükleri çalışmalar hakkında da bilgi veren Joan, özellikle deniz aşırı fuhuşa sürüklenen kadınlardan bahsediyor ve bu konuda önemli çalışmalar yürüttüklerini söylüyor. Joan Salvador sözlerini şöyle sürdürüyor: “Örgütümüz, baskıya sömürüye cinsel tacize karşı, kadınların eğitim hakkı ekonomik hakları, siyasi alandaki hakları ve tacize karşı kadın savunması için de eğitimler örgütler. Ekonomik ve siyasi her türlü hak için mücadele yürütür. Kadınların siyasetin merkezine yürümesi, siyasetin her alanında olması için çalışmalar örgütler. Eğitimlerdeki amaç aynı zamanda erkek egemen siyaset içinde kadının güçlendirmeyi amaçlıyor. Filipinler’de erkek egemen yaklaşımların çok köklü olduğunu ifade etmek gerekiyor. Örgütümüz aynı zamanda sendikalar içinde kadın eğitimleri vermektedir. Kadının bu mücadelede etkin olması gerektiğini kavratıyoruz.”

50’den fazla üyesi tutsak

Dışarıdan ‘demokratik’ gibi görünün Filipinler’de muhaliflere yönelik yoğun baskı olduğunu ve bundan kadın örgütlerininde nasibini aldığını kaydeden Joan, “Elbette bu saldırılar sadece yaşamını koruyan halka değil aynı zamanda GABRIELLA üyelerine de yönelik. Yöneticiler tutuklanıyor, katlediliyor kimileri de yasadışı örgüt üyesi gösterilerek katlediliyor. Filipinler’de demokratik haklar için sokağa çıkan kadınlar yasadışı örgütte üye ve yönetici olmaktan yargılanıyor. 50’den fazla GABRIELLA üyesi ve yöneticisi şu anda tutsak durumda. Bunların birçoğu on yıldır hala tutuklu ve hüküm giymemiş durumdadırlar.

Kürt kadınları ile ortak mücadele alanı yaratmak istiyoruz

Son olarak dünyadaki kadın örgütlenmeleriyle ne gibi ilişkileri olduğundan söz eden Joan, özellikle Kürt kadın hareketi ile her platformda bir araya gelip görüş alışverişinde bulunduklarını ve ortak mücadele alanları yaratma amaçlarının olduğunu söyledi.

kaynak: jinha.com.tr

Share

Almanya’da bin 500 Çocuk Yaşta Evlilik Var!


7327125_m3w760h500q75s1v24412_1mqqma
Almanya Federal İçişleri Bakanlığı’nın Alman Meclisi Yeşiller Grubu’nun soru önergesine verdiği yanıtta, ülkede 18 yaşın altındaki bin 475 kişinin evli olduğu belirtildi. Essener Funke Medya Grubu’na ait gazetelerde yayımlanan habere göre, bunlardan 361’inin ise 14 yaşın altında olduğu belirlendi
HABER MERKEZİ(11.09.2016)- 
Almanya Federal İçişleri Bakanlığı’nın Alman Meclisi Yeşiller Grubu’nun soru önergesine verdiği yanıtta, ülkede 18 yaşın altındaki bin 475 kişinin evli olduğu belirtildi. Essener Funke Medya Grubu’na ait gazetelerde yayımlanan habere göre, bunlardan 361’inin ise 14 yaşın altında olduğu belirlendi.

Federal Göç ve Mülteci Dairesi bünyesindeki Yabancılar Merkezi Kayıt biriminin verilerine göre, 18 yaşın altında evli olanların 664’ünü Suriye kökenliler oluşturuyor. Bunu 157 kişi ile Afganistan ve 100 kişi ile Irak kökenliler takip ediyor. Bulgaristan kökenli 65, Polonya kökenli 41, Romanya kökenli 33 ve Yunanistan kökenli 32 reşit olmayan kişi kayıtlara “evli” olarak geçti. Evli olarak kaydedilen yaklaşık bin 500 kişinin bin 152’sini ise kız çocukları oluşturuyor. İçişleri Bakanlığı’nın hazırladığı rapora göre, bu kızların geldikleri ülkelerde yetişkin kişilerle evlendirildiği belirtildi. Raporda ayrıca, çocuk yaşta evlendirilenlerin sayısının daha yüksek olabileceğine dikkat çekildi.

Almanya’da evlenme yaşı 18

Almanya’da 18 yaşın altındakilerin zorla evlendirilmesini engelleyecek hukukî değişiklikler için federal ve eyaletler düzeyinde çalışmalar sürüyor. Almanya Adalet Bakanı Heiko Maas başkanlığında oluşturulan bir çalışma grubu ilk toplantısını geçen pazartesi günü yaptı. Alman hukukuna göre, evlenmeye 18 yaşından itibaren izin veriliyor, bazı istisnaî durumlarda 16 yaşında evlenilmesi kabul ediliyor. Ancak geçen Mayıs ayında Bamberg Eyalet Yüksek Mahkemesi kuzeniyle evli olan 14 yaşındaki Suriyeli bir kızın evliliğini tanıması ülkede tartışma yarattı.

Haber:Deutsche Welle

Share

Süreç ve Görevlerimiz

chc_halk
Tüm kurumlarıyla özel bir yönelimle kadına karşı amansız ve pervasız saldırılara girişen bu sisteme karşı kadınlarında mücadeleler sonucu bir aşamaya getirdikleri kadın bilincini elle tutulur bir örgütlenmeye ve ilerisi için nitelikli önder kadın kadroları yetiştirmeye elverişli bir hale getirecek bir birliktelik dünden daha çok gereklidir bize. Kadının yaşadığı tüm baskılara karşı önderlik rolü ile alanları kuşatmak zamanlarındayız
HABER MERKEZİ(11.09.2016)-
Halkın Günlüğü gazetesi 1-15 Eylül 2016 Tarihli sayısında Aycan Solmaz imzasıyla yayınlanan Süreç ve Görevlerimiz başlıklı köşe yazısını site okurlarımızla paylaşıyoruz.

Türkiye- Kuzey Kürdistan’da savaş tüm boyutlarıyla devam ederken AKP iktidarının kendi iç dalaşları ve iktidar mücadeleleri sonucu gerçekleşen darbe ve sonrasında geliştirilen saldırılar da boyutlanarak devam ediyor. Kürt halkına karşı katliamların yaşandığı bu süreçte iktidarın Avrupa ve Ortadoğu politikaları da buna göre şekillenmeye başladı. Rusya ile tekrar başlayan görüşmeler içeride ve dışarıda politikalarının yeniden şekilleneceğini gösteriyor. Aradaki ekonomik ticari ilişkiler bilindiği üzere devam ederken asıl Ortadoğu üzerine görüşmelerin içeriği, Barzani’nin gelişi, bütünlüklü olarak değerlendirildiğinde Erdoğan AKP iktidarının önümüzdeki günlerde Kürtlere yönelik bir yönelimin olacağını bize gösteriyor demişken TC ordusu İŞİD bahanesiyle Cerablus’a girerek YPG ye saldırılarını başlattı. Sivil halkı gözetmeksizin saldıran devlet özünde Kürt ulusunun özerk bir yapılanmaya girmesini istemeyen muhalif güçlerle birlikte hareket ediyor. İktidar yaptığı açıklamalarda “YPG Fırat’ın batısına geçmeyecektir, orada bir Kürt oluşumuna asla izin vermeyeceğiz” diyerek hareket ediyor ve yapılmak istenen Rojava’yı yalnızlaştırarak dağıtmak ve  bölgede hâkimiyet kurmak ve belki de yeni gerici çetelerin konumlandırılmasını sağlamak. ‘’TC’’ devletinin ABD ve AB ile şu an yaşadığı soğukluk ve Ortadoğu ve Suriye’deki başarısızlık onu Rusya ile bir uzlaşıya götürüyor. Çıkar ilişkileri ile şekillenen bu durum uzun vadede yine bir bağımlılığın köşe taşlarını oluşturuyor da diyebiliriz. Emperyalist gerici güçlerin  Ortadoğu üzerinde hâkimiyet kurma amacıyla yanaştıkları AKP iktidarının işi kolay olmayacaktır. Türk devleti kendisini sürüklediği bu ortam onun krizini daha da derinleştirecektir ve aynı zamanda bunun karşısında gelişen mücadele ile de hiç bir şey öyle kolay ve kendi mecrasında akmayacaktır.

Ortadoğu ve Kuzey Kürdistan da yaşanan bu durumun aslında AKP iktidarının darbe sonrası ilan ettiği OHAL ve yaptırımlarının da bir yönüyle kapatılması anlamına da gelmektedir. Vatana ihanet safsatasıyla kendi yarattıkları bu kaos ortamında KHK’ler ile bir baskı ve sindirme operasyonu yapıyorlar. İlk aşamada FETÖ etrafında dolaştırılan bu yaptırımların ilerleyen günlerde tüm muhalif kesimlere yönelik bir cadı avına dönüşeceğini biliyorduk. AKP’nin aşama aşama yöneldiği sosyalist ve devrimci kesimler her gün yeni bir baskıya uyanıyor. Tutukladıkları FETÖ elemanlarının binleri aşması sonucu hapishanelerden tahliyelere başlarlarken  politik tutsaklara yönelik baskı artıyor, kadın ve erkek tutsakların yerleri değiştiriliyor, habersiz sürgünler, kadın tutsaklara yönelik cinsel saldırılar ve yaptırımlar gündeme geliyor. Devrimci basına yönelik kapatmalar, yazı işleri müdürlerinin gözaltına alınması, insan hakları temelinde mücadele yürüten avukatların ifadeye çağrılması, nefret cinayetlerinin yaşanması ve bir bütün sosyalist ve devrimci kurum ve bireylere yönelik baskınlar devam ediyor. Demokrasi havariliğine soyunarak halkı demokrasiye sahip çıkma adına sokağa döken AKP/Erdoğan iktidarı kendi sultasını kalıcılaştıracak bir ortam için her şeyi yapabileceğini bizlere bir kez daha gösterdi. İlan edilen OHAL ve çıkarılan KHK’ler ile tüm ilerici kesimleri sindirme çabasıdır yapılmak istenilen.

Sistemin bir bütün olarak yaptıkları ve yapacakları noktasında söylenecekleri daha da çoğaltabiliriz. Ancak bu noktada tüm bu baskılar karşısında mücadelenin tüm alanlarında nasıl bir duruş sergileneceği meselesidir yakıcı olan. Emekçilere, ezilenlere, kadınlara, doğaya bir bütün yaşama düşman bu zihniyete karşı birleşik mücadeleyi nasıl ilmek ilmek öreceğiz. Tamda An’da tartışmamız gereken bir noktadayız şu an. Devrimci hareket için elzem olan birlik meselesi geçmişten günümüze bir ihtiyaç olarak gelmiştir bugüne. Komünistlerin dünyayı değiştirme ideali onun için belirleyici yerde dururken aynı zamanda da diğer güçleri de bir araya getirerek devrimci bir birleşik bir hareket yaratmalıdır. Bu birleşimin açık kapalı tüm alanlarda ilkeli birliklerini sağlayarak kadın cephesinde de bu perspektif ile ortak düşman olan eril zihniyete ve onun tüm kurumlarına karşı bu  ele alınmalıdır. Açık alanlarda kadın mücadelesini sahiplenen tüm güçlerle bir platformda birleşilmelidir ve yine diğer alanlarda ön cephelerde savaşan kadın birliktelikleri yaratılmalıdır.

Tamda burada ” faşizme ve egemen sisteme karşı, devrimimizi zafere götürebilmek için, devrimci parti ve örgütlerin politik ve pratik  birliği” bildirgesiyle oluşturulan HBDH tarihi bir adımdır. Faşizmin tüm gerici saldırılarına, kurumlarına karşı bu oluşumun önemi bizlerinde dikkatinden kaçmamaktadır. Tüm kurumlarıyla özel bir yönelimle kadına karşı amansız ve pervasız saldırılara girişen bu sisteme karşı kadınlarında mücadeleler sonucu bir aşamaya getirdikleri kadın bilincini elle tutulur bir örgütlenmeye ve ilerisi için nitelikli önder kadın kadroları yetiştirmeye elverişli bir hale getirecek bir birliktelik dünden daha çok gereklidir bize. Kadının yaşadığı tüm baskılara karşı önderlik rolü ile alanları kuşatmak zamanlarındayız.

Share

UNICEF: Dünyada 50 Milyon Çocuk Göçe Zorlandı

un011166
Birleşmiş Milletler Çocuklara Yardım Fonu (UNICEF), göç eden ve yaşadığı yerden kaçan çocuklarla ilişkin ilk küresel raporunu açıkladı
HABER MERKEZİ(08.09.2016)-
UNICEF tarafından açıklanan “Köklerinden Koparılanlar: Mülteci ve Göçmen Çocukların Giderek Ağırlaşan Krizi” başlıklı raporda, şiddetli çatışmaların ve diğer krizlerin etkisi altında evlerinde kalmaktansa tehlikeli bir yolculuk için her riski göze alan milyonlarca çocuğun ve ailenin durumuna dikkat çekiliyor.

“Bugün dünyada hemen hemen 50 milyon çocuk köklerinden koparılmış durumdadır.”

“Bu çocukların 28 milyonu hiçbir paylarının olmadığı çatışmalar nedeniyle evlerini terk etmek zorunda kalmış ve daha milyonlarcası da daha iyi, daha güvenli bir yaşam için yollara düşmüştür.”

“Kaçtıkları çatışmaların ve şiddetin travmasını yaşayan çocuklar göç yollarında geçişleri sırasında denizde boğulma, kötü beslenme, aşırı su kaybı, insan tacirlerinin eline düşme, kaçırılma, tecavüz ve hatta cinayet gibi çeşitli tehlikelerle karşılaşmaktadır.”

“Çocuklar, geçiş yaptıkları ve sonunda ulaştıkları ülkelerde de çoğu kez yabancı düşmanlığının ve ayrımcılığın hedefi olmaktadır.”

Rapora göre, doğdukları ülke dışında başka bir yerde sığınma arayan insan topluluklarında çocuklar görece daha fazla bulunuyor ve sayıları her gün artıyor.

Tüm mültecilerin yarısı çocuk

Raporda yer alan bazı bilgiler şöyle…

*Çocuklar dünya nüfusunun üçte birini oluşturdukları halde tüm mültecilerin yarısı çocuklardan meydana gelmektedir.

*2015 yılında UNHCR koruması altında olan tüm çocuk mültecilerin yaklaşık yüzde 45’inin çıkış yerleri Suriye ve Afganistan olmuştur.

*Mülteci statüsü henüz belirlenmemiş 1 milyon sığınmacı çocuk bulunmaktadır. Tahminen acil insani yardımlara ve kritik hizmetlere erişime ihtiyaç duyan 17 milyon çocuk da kendi ülkelerinin sınırları içerisinde evlerini terk ederek başka bölgelere göç etmiştir.

* 2015 yılında yanlarında kimsesi bulunmayan 100 binden fazla çocuk 78 ülkeye sığınma başvurusunda bulundu. Bu 2014 yılındaki sayının üç katı.

*Yaklaşık 20 milyon kadar başka ülkelerden gelen çocuk göçmen de aşırı yoksulluk ya da çete şiddeti dâhil olmak üzere çeşitli nedenler yüzünden evlerinden ayrılmak zorunda kaldı.

* Mülteci bir çocuğun okul dışı kalma olasılığı mülteci olmayan bir çocuğa göre beş kat daha fazla.

*Okula gidebilen mülteci çocuklarda haksız muamele ve zorbalık dâhil ayrımcılığa maruz kalma riski baş gösteriyor.

Yasal yollar fırsat yaratıyor

Raporda, güvenli ve yasal yollar olduğunda göçün hem bu yoldaki çocuklar hem de içinde bulundukları topluluklar için fırsatlar yaratabileceğini belirtiliyor.

“Göçün yüksek gelir düzeyindeki ülkelerde yarattığı etkilerle ilgili bir analiz, göçmenlere yapılan katkıların daha fazlasının vergiler ve sosyal ödemelerle geri döndüğünü; işgücü piyasasında hem yüksek hem düşük vasıflı işgücü boşluklarını doldurduklarını; ev sahibi ülkelerin ekonomik büyümesine ve yenilikçiliğine katkıda bulunduklarını göstermektedir.”

Raporda, yerlerinden edilmiş, mülteci ve göçmen çocukları koruyup bu çocuklara yardımcı olacak altı somut girişim vurgulanıyor.

*Başta beraberlerinde kimsesi olmayanlar olmak üzere çocuk mülteci ve göçmenlerin sömürü ve şiddetten korunmaları.

*Bir dizi pratik alternatif getirerek sığınma talebinde bulunan ya da göç eden çocukların gözaltında tutulmaları uygulamasına son verilmesi.

*Çocukları korumanın ve onlara hukuksal statü kazandırmanın en iyi yolu olarak ailelerin bir arada tutulması.

*Tüm mülteci ve göçmen çocukların eğitim, sağlık ve diğer kaliteli hizmetlere erişimlerinin sağlanması.

*Mülteci ve göçmenlerin geniş kitleler halinde hareketine yol açan temeldeki nedenler konusunda harekete geçilmesi.

*Yabancı düşmanlığı, ayrımcılık ve marjinalleşme gibi olgulara karşı mücadele için gerekli önlemlerin yaygınlaştırılması.

Kaynak: Bianet

Share

İngilterede kadına yönelik şiddet yüzde 11 arttı

stop-violence-against-womenİngiltere’de CPS’in yıllık olarak hazırladığı, “Kadın ve kızlara yönelik şiddet’ başlıklı raporu yayınlandı. Rapora göre; İngiltere ve Galler’de internet üzerinden işlenen suçlar da dahil olmak üzere, kadınlara yönelik cinsel saldırı, aile içi şiddet ve tecavüz suçlarından hüküm giyenlerin sayısının, 2015-2016 döneminde bir önceki döneme kıyasla yüzde 11 arttığı belirtildi
HABER MERKEZİ(08.09.2016)-
 Kraliyet Savcılık Hizmetleri’nin (CPS) hazırladığı rapora göre; İngiltere ve Galler’de kadına yönelik şiddet içerikli suçlardan açılan davalar ile ceza alanların sayısı ülke tarihinin en yüksek seviyesinde.

İngiltere’de CPS’in yıllık olarak hazırladığı, “Kadın ve kızlara yönelik şiddet’ başlıklı raporu yayınlandı. Rapora göre; İngiltere ve Galler’de internet üzerinden işlenen suçlar da dahil olmak üzere, kadınlara yönelik cinsel saldırı, aile içi şiddet ve tecavüz suçlarından hüküm giyenlerin sayısının, 2015-2016 döneminde bir önceki döneme kıyasla yüzde 11 arttığı belirtildi.

CPS, ülkede açılan tüm davaların yüzde 18,6’sının kadınlara yönelik suçlarla ilgili olduğunu bildirirken, ayrıca, sosyal medya ağlarının özellikle kadınları aşağılama, kontrol ve tehdit etme amacıyla kullanıldığına dikkat çekildi. CPS, bu yöntemin giderek yaygınlaştığına vurguladı. Raporda, kadınların çıplak fotoğraf ve görüntülerini öç almak amacıyla internette yayınlanmasının Nisan 2015’den itibaren İngiltere’de suç sayılmaya başlandığı hatırlatılarak, bu kategorideki suçlardan dolayı da 206 dava açıldığı ifade edildi.

Kaynak: http://jinha.com.tr/

Share

Costa Brava: Kadın Gözüyle Direniş ve Enternasyonalizm

guldunya_CostaBrava_kapak_son
İspanya’da 1936-1939 yılları arasında faşizme karşı enternasyonal bir ruhla verilen direniş bu güne kadar çoğunlukla Ernest Hemingway ve George Orwell başta olmak üzere erkek yazarların gözüyle anlatıldı. İspanya direnişine kadın gözüyle anlatan ‘Costa Brava: İspanya Devriminin Ortasında’ bu anlamda önemli bir kaynak
HABER MERKEZİ(30.08.2016)-
Bir kadının tesadüfen içine girdiği bir devrim mücadelesinde yer alma hikayesinin anlatıldığı ‘Costa Brava: İspanya Devriminin Ortasında’, İspanya iç savaşını Muriel Rukeyser’in gözünden anlatan, etkileyici bir roman. Otobiyografik öğeler taşıyan roman, Muriel’in ölümünden sonra keşfedildi ve yayınlandı.

İspanya’da 1936-1939 yılları arasında faşizme karşı enternasyonal bir ruhla verilen direniş bu güne kadar çoğunlukla Ernest Hemingway ve George Orwell başta olmak üzere erkek yazarların gözüyle anlatıldı. İspanya direnişine kadın gözüyle anlatan ‘Costa Brava: İspanya Devriminin Ortasında’ bu anlamda önemli bir kaynak.

Muriel’in arşivinden keşfedildi

ABD’li bir şair, yazar ve eylemci olan Muriel Rukeyser, 1936 yılında, 23 yaşındayken İspanya Devrimi’nin ilk günlerine şahit olmak ve Nazi Almanyası’nın Berlin’de düzenlediği Olimpiyatlar’a alternatif olarak düzenlenen Halk Olimpiyatları’na katılmak için Barselona’ya gitti ve yaşadıklarını bir otobiyografik roman olarak kaleme aldı. O sırada yayıncıların reddettiği bu roman, yıllar sonra Muriel Rukeyser yaşamını yitirdikten sonra arşivinde keşfedildi ve ilk kez 2013 yılında yayımlandı.

Faşizme karşı direnişe kadın bakışı

İspanya’da faşizme karşı direnişi etkileyici bir dille okuyucuya sunan kitap, ‘Costa Brava: İspanya Devriminin Ortasında’ ismi ile Güldünya Yayınları tarafından Türkçe’ye çevrilerek yayımlandı. Devrim içinde uyumsuz bir aşkın kahramanlarına odaklanan roman, Halk Olimpiyatları’na giden Helen’in gözünden devrimi, direnişi, anarşistleri, komünistleri, Birleşik Cephe’yi , enternasyonalizmi ve bütün bu karmaşanın içinde filizlenen güçlü bir aşkı anlatıyor.

‘Kendini bulma sürecini anlatıyor’

İspanya’da hiç beklemediği şeylerle karşılaşan Helen aynı zamanda ummayacağı bir insana âşık olur ve yazar epeyce otobiyografik olan romanında bu aşkı da açık ve dürüst bir biçimde aktarır. Costa Brava çok sayıda olimpiyat sporcusunun iç savaşın bombalarının düşmeye başladığı günlerin Barselonası’nda devrimle buluşmalarını ve Helen’in deyimiyle kendilerini bulmalarını anlatıyor.

Margaret Randall: Savaşa kadın dürüstlüğü ile bakış

Kitabın anlatım diline ilişkin en çarpıcı değerlendirmeyi ise Sandino’nun Kızları ve Küba’da Kadınlar’ın yazarı Margaret Randall yapıyor: “Muriel Rukeyser İspanya’dan inandığını söylemeye başladığı yer olarak söz ediyordu. O sırada, Hemingway ve Orwell’in erkek-merkezli kan ve cesaret romanları tüketiliyor, bir kadının, arka planında savaşın olduğu, cinsellik konusunda açık, cinsiyet konusunda dürüst ve politik olarak radikal anlatısı kaçınılmaz biçimde göz ardı ediliyordu. İspanya Rukeyser’i ve kahramanı Helen’ı değiştirmişti. Bu roman okuru değiştirecek. Olağanüstü bir armağan!”

Muriel Rukeyser kimdir?

Muriel Rukeyser 1913’te dünyaya gelmiş olan ABD’li bir şair, yazar ve eylemci. Adrienne Rich’in, “Muriel Rukeyser, o büyük bütünleyicilerden biriydi; modernitenin parçalı dünyasının bir daha bir araya gelemeycek şekilde kırılmış değil toplumsal ve duygusal onarıma ihtiyacı olduğuna inanırdı,” sözleriyle tarif ettiği yazar 21 yaşındayken emekçi hareketlerine katıldı ve Daily Worker’da yazmaya başladı. Bu yayın için Barselona’daki Halk Olimpiyatları’nı izleyip yazmak üzere İspanya’ya gitti. Yıl 1936’ydı, İspanya’da faşizmin saldırısı altında devrim filizleniyordu. Birçok şiir kitabı da olan Muriel Rukeyser 1980 yılında hayatını kaybetti. Costa Brava, yazarın ölümünden sonra gün yüzüne çıktı.

kaynak:jinhaber ajansı

Share

Fransa’da Danıştay haşema yasağını kaldırdı

fransa-da-danistay-hasema-yasagini-kaldirdi-1472225222
Fransa’da Danıştay, 30’dan fazla belediyenin aldığı haşema yasağını, yasalara aykırı buldu.Fransa İslamofobi İle Mücadele Derneği’nin Villeneuve-Loube’deki haşema yasağının durdurulması yönündeki kararını değerlendiren Danıştay, belediyenin aldığı yasağın temel haklara aykırı olduğuna hükmetti
HABER MERKEZİ(29.08.2016)-
Fransa İslamofobi İle Mücadele Derneği’nin Villeneuve-Loube’deki haşema yasağının durdurulması yönündeki kararını değerlendiren Danıştay, belediyenin aldığı yasağın temel haklara aykırı olduğuna hükmetti.

Danıştay kararında, belediyelerin yasağa gerekçe olarak gösterdiği ‘haşemanın kamu düzenini bozması’ gibi bir durumun söz konusu olmadığını kaydetti.

Danıştay’ın kararı şimdilik Villeneuve-Loubet’deki yasağı kapsarken, diğer bölgelerdeki yasaların da Danıştay’a taşınması bekleniyor. Sivil Toplum Kuruluşları (STK), İnsan Hakları Birliği (LDH) ve İslamafobi ile Mücadele Derneği (CCIF) Nice İdari Mahkemesi’nin yasak lehine verdiği kararı Danıştay’a taşımıştı.

Fransız kamuoyundaki haşema yasağı tartışması hükümette de bölünmelere neden olmuştu. Fransa Başbakanı Manuel Valls, haşemanın ‘kadınların köleliği’ anlamına geldiğini söylemiş, Fransa Eğitim Bakanı Najat Vallaud-Belkacem ise her ne kadar bir feminist olarak haşemayı doğru bulmasa da “yasağın onaylanamaz olduğunu” belirtiyor.

kaynak:avrupaforum.org

Share

Hindistan’da yüz bin kadın ‘çeyiz’ nedeniyle katledildi

hindistanda_ceyiz_cinayetleri_h21531
Ataerkil kültürün kadınları üzerindeki baskısının yoğun hissedildiği ülkelerden Hindistan’da yapılan bir araştırmaya göre son bir yılda 106 bin kadın yakılarak katledildi.Bu gelenek 1961 yılında yasaklanmasına rağmen toplumda hala yaygın ve kadınların katledilmesinin başlıca nedenleri arasında geliyor
HABER MERKEZİ(29.08.2016)-
Ataerkil kültürün kadınları üzerindeki baskısının yoğun hissedildiği ülkelerden Hindistan’da yapılan bir araştırmaya göre son bir yılda 106 bin kadın yakılarak katledildi.

Hindistan ataerkil kültürün yoğun şekilde yaşandığı ülkelerden biri olarak biliniyor ve yapılan araştırmalara göre kadınlar için en güvensiz ülkeler arasında gösteriliyor. Ülkede yayınlanan The Lancet isimli tıp dergisi hastanelerin yanık bölümüne yapılan başvurulardan derleyerek bir araştırma yaptı. Cins kırımına işaret eden söz konusu araştırmaya göre Hindistan’da son bir yıl içinde 106 bin kadın aile ve yakınındaki erkekler tarafından yakılarak katledildi.

Dergi tarafından yayınlanan rapora göre; yakılarak katledilen kadınların büyük bir bölümü evli ve 18 ve 35 yaş arasında. Evli olan kadınların yüzde yüze yakını ise eşleri tarafından yakılarak katlediliyor. Katledilen kadınların yakınları ile yapılan görüşmelerde ise ailenin olağan şüpheli olduğunun gözlemlendiğine dikkat çekiliyor.

En yakınları tarafından yakılarak katledilen bu kadınlar için ise kolluk güçleri etkili bir soruşturma yürütmüyor ve genelde katilleri aklıyor. Raporda polislerin şüpheli şekilde ölen bu kadınlar için cinayet soruşturması yürütülmüyor ve dava dosyası bile açılmıyor.

Raporda ayrıca; ülkede kadınlar için en büyük şiddet aracı olan drahmo (çeyiz parası) katledilmek için önemli bir neden ve yakılan bir çok kadın için bu geçerli. Derginin araştırmasında; kadınların genelde kaza süsü verilmiş şekilde mutfakta ve intihar süsü verilmiş şekilde yakıldığına vurgu yapılıyor.

Hindistan’da kadın hakları savunucusu olan Avukat İndira Jaisingh, bir televizyon programında rapora ilişkin görüşlerini dile getirdi. Çoğu davaların hastanelerde veya polis kayıtlarında asla yansıtılmadığına işaret eden İndira, The Lancet dergisinin yaptığı araştırmanın sadece hastanelere yansıyan vakalar üzerinden derlendiğini gerçek sayının ise 106 binden çok fazla olduğuna dikkat çekti.

Yapılan araştırmalar Hindistan’da her yıl yüz binlerce kadının eşleri ya da babaları tarafından işkence ve şantaja maruz kaldığını gösteriyor. Çeyiz kültürü ülkede çok eski bir adet. Evlenen kadınların ailesinin erkek tarafına ödemesi gereken çeyiz parası için bir anlaşma yapılıyor. Çeyiz talebi sadece bir ödemeyle bitmiyor bu asla bitmeyen evlendikten sonra bile giderek devam eden bir talep.

Gelin ailesi çeyizi vermemeye başladığında, genelde kadın zehirlenerek, bıçaklanarak, boğularak, benzin dökülüp yakılarak, zehirlenerek öldürülüyor. Bu cinayetlerin en son yöntemi de ‘ gelin yakma’ diye biliniyor.

Bu gelenek 1961 yılında yasaklanmasına rağmen toplumda hala yaygın ve kadınların katledilmesinin başlıca nedenleri arasında geliyor.

kaynak: jinha.com.tr

Share

Fransa’da polis, plajdaki kadını burkinisini çıkarmaya zorladı

24646
Fransa’nın toplam 15 tatil beldesinde “tedbir” amacıyla, plajda tesettür giysilerinin (haburkini, haşema, tesettürlü mayo vb.) yasaklanmasının ardından polisler plajlarda bu şekilde tatil yapanlara yaptırım uygulamaya başladı. Son olarak Nice’de sahilde burkini adı verilen tesettür mayosu giyen bir kadına para cezası keserek elbiseyi de zorla çıkarttırdı
HABER MERKEZİ(25.08.2016)- 
Fransa’da yaşanan son terör olaylarının ardından “tedbir” maksadıyla sahillerde vücudu örten giysi ve mayolarının belediyelerce yasaklanmasının ardından polisler plajlarda devriye gezmeye başladı. Son zamanlarda plajlara baskın yapan polislerin yanlarında biber gazı ve cop taşımaları da dikkat çekiyor. Son olarak Nice kentindeki Promenade des Anglais plajında vücudu tamamen örten ve burkini adı verilen tesettür mayosu ile güneşlenen bir kadının yanına gelen polis kadından üzerindeki mavi burkiniyi çıkarmasını istedi. Ayrıca kadına yasağa uymadığı gerekçesiyle 38 euro da para cezası kesildi.

CANNES’DA DA POLİSTEN IRKÇI TACİZ
Nice’ın yanı sıra geçtiğimiz gün de Cannes şehrinde bir kadın sahilde tesettür giydiği için para cezası aldığını ve ırkçı tacize maruz kaldığını söyledi. AFP’ye konuşan kadın, çocuklarıyla birlikte sahilde dolaşırken yanlarına gelen üç polisin, “kıyafetinin sahile uygun olmadığını” söylediğini belirtti. Siam olay sırasında üzerinde haşema değil sadece tesettür olduğunu ve denize girme amacı bulunmadığını söyledi.Polislere itiraz etmesinin ardından Siam’a 11 euro ceza kesildi.Olay sırasında çevresinde toplanan kalabalığın da “Evine git” diyerek kendisine bağırdığını ifade etti. Olay yerinde bulunan bir gazeteci de kalabalığın tepkisini doğruladı. France 4’te çalışan gazeteci Mathilde Cusin, tanık olduğu olayı Twitter’dan anlatırken, “Anneyi ve küçük kızını yaşadıklarının utancıyla ağlarken gördüm” diye yazdı. Cannes Belediyesi ay başında sahillerde tesettür mayo giyilmesini, “toplumsal huzursuzluğa neden olabileceği” gerekçesiyle yasaklamıştı. Cannes Belediye Başkanı David Lisnard kararını “Haşema üniforma gibi. İslamcı aşırılığın sembolü” diye açıklamıştı.

PROTESTOLARIN ARDINDAN YASA TEKRAR GÖRÜŞÜLECEK
Tesettür yasakları, Fransa’daki insan hakları örgütleri ve İslamofobi ile Mücadele Derneği (CCIF) tarafından yoğun şekilde protesto edildi. Fransız AFP haber ajansı, İnsan Hakları Ligi’nin (LDH), Nice mahkemesinin yasağı destekleyen kararını temyize götürdüğünü yazdı. Nice’teki yerel mahkeme, Villeneuve-Loubet kasabasındaki yasağın “kamu düzeni açısından gerekli ve önemli” olduğu hükmünde bulunmuştu.

YASAKLARIN ARDINDAN HAŞEMA SATIŞLARI YÜKSELDİ
Haşema tasarımlarının yaratıcısı olarak tanınan Avustralyalı Aheda Zanetti, tesettürlü deniz kıyafeti satışlarının, Fransa’daki yasaklardan sonra büyük artış gösterdiğini belirtti. Zanetti, internetten haşema satışlarının yasaklardan sonra yüzde 200 artış gösterdiğini söyledi. 48 yaşındaki Sidneyli tasarımcı haşemaların baskıyı değil, özgürlüğü ve sağlıklı yaşamı simgelediğini düşünüyor.

Zanetti, haşemayı Müslüman kadınların Avustralya’nın sahil yaşam tarzına katılabilmesi için tasarladığını söylüyor, “Kızlarımın bu tercih özgürlüğüne sahip olarak büyümesini istedim. İsterlerse bikini isterlerse haşema giyerler. Bu onların tercihi. Bu dünyada hiç kimse kadınlara ne giyeceklerini ne giyemeyeceklerini söyleyemez” diyor.

BELÇİKA DA SIRADA
Fransa’dan sonra Belçika’da da, havuz ve plajlarda “burkini” adı verilen ve vücudu tamamen kapatan tesettürlü mayo ya da haşemanın, ülke genelindeki tüm havuz ve plajlarda yasaklanması önerisi tartışılıyor.

Kaynak: sputniknews.com/yeniozgurpolitika.org


Share

Savaşla gelen ‘çocuk gelinler’

girls-not-brides
Avrupa’ya Suriye’den mülteci olarak gelen evli çiftlerden yarısından fazlası 18 yaşının altında. Savaştan önce bu rakam yüzde 13 iken savaşla beraber büyük bir artış yaşandı. Bu evliliklerin nedenlerinin başında şeriat ve ekonomi geliyor.
HABER MERKEZİ(23.08.2016)- Avrupa’ya mülteci akınıyla birlikte ‘çocuk gelin’ tartışmaları büyüyor. Yetkililer, çocuk yaşta yapılan evliliklerdeki artışa karşı harekete geçti.

Almanya’da şeriat yasalarına veya Romen ailelerinin geleneklerine göre küçük kız çocuklarının evlendirilmesi, ilgili kurumların gündemine girmiş durumda. Şimdiye kadar Federal Almanya’nın eyaletlerinde binin üzerinde çocuk evliliği tespit edildi, ancak bu rakamın çok daha yüksek olabileceği tahmin ediliyor. Eyaletlerden gelen ve Adalet Bakanlığı verilerine dayanan rakamlara göre Alman makamları nisan ayının sonuna kadar  Bavyera eyaletinde 16 yaşından küçük 161 ve 18 yaşından küçük 550 kişinin evliliğini kayıtlara geçirdi. Baden Württemberg eyaletinde reşit olmayan 117 kişinin evliliği kayıtlara geçirilirken, Kuzey Ren Westfalya eyaletindeki Arnsberg bölge idaresinin verilerine göre en az 188 reşit olmayan mültecinin evli olduğu tespit edildi. Kayıtlara göre Almanya’ya gelmeden önce kıyılan bu nikahların çok büyük bir bölümü reşit olmayan genç kızlar ve reşit erkekler arasında yapıldı. Federal Adalet Bakanı Heiko Maas, 5 Eylül’de bu konuyu ele alacağını ve buna göre yasal düzenlemeleri önerecek bir bilirkişi çalışma grubu oluşturulacağını açıkladı.

Savaşla gelen artış

Hem Almanya’da hem de mültecilerin yoğun olduğu diğer ülkelerde küçük yaşta evlendirilen çocukların sayısında artış yaşandığı gözlemlendi. Evliliklerin birçoğu şeriat yasasına göre yapılıyor. Yardım kuruluşlarına göre özellikle Suriye’den gelen evli mülteci çiftlerden yarısından fazlası 18 yaşının altında. Savaştan önce bu rakam yüzde 13 iken savaşla beraber büyük bir artış yaşandı. Birçok aileye göre kız çocukları yaşça büyük olanlarla evlenirse ekonomik anlamda güvence altında oluyorlar. Çoğu kez bu tür evliliklerden başlık parası alınıyor.

Yasal boşluklar

Alman Medeni Kanunu’nun 1303’üncü maddesine göre 18 yaşını dolduran kişiler evlenme yaşına ulaşmış kabul ediliyor. Ancak istisnai durumlarda mahkeme kararıyla 16 yaşını doldurmuş bir kişinin evlenmesi de mümkün. Bu durumda Aile Hukuku uyarınca mahkeme 16 yaşını doldurmuş kişinin evlilik için yeterli olgunluğa erişmiş olup olmadığını ve evliliği sürdürebilmek için gerekli ekonomik şartların sağlanıp sağlanmadığını kontrol ediyor. Ayrıca evleneceği kişinin de 18 yaşını doldurmuş olması şartı aranıyor. Ebeveynler mahkemeden çıkacak karara itiraz edebiliyor, ancak bunun için inandırıcı gerekçeler sunmaları gerekiyor. Aksi takdirde evlilik ailelerin izni olmadan da gerçekleşebiliyor. Alman hukukuna göre gereken evlilik yaşının sağlanmaması halinde yurt dışında gerçekleşmiş evlilikler Federal Almanya yasalarına göre zorla evlilik suç kapsamında. Ancak Ceza Yasası‘na göre dini evlilikler bu yasa kapsamına girmiyor. Bu nedenle cezalandırılmaları ya da evliliklere müdahale edilmesi mümkün olmuyor. Yine yurt dışında başka bir ülkenin yasalarına göre yapılmış bir evliliğin de kamu düzenini bozmadığı kabul ediliyor. Bunun ise ancak yapılacak bir kanun değişikliği ile çözülebileceği düşünülüyor.

Evlilik nedeniyle birçok çocuk okulu bırakmak zorunda kalıyor. Bundan kaynaklı özellikle Almanya’ya gelen mültecilerin çocuk evliliklerin ceza kapsamında olduğu konusunda bilgilendirilmesi gereği üzerinde durulmuyor.

Yapılacak yasal değişiklikle birlikte, küçük yaştaki çocuklarla evlenenler çocuk istismarcısı olarak yargılanacak ve cezalandırılacak.

Çocuk evliliklerine tepki

Almanya Çocuk Kurumu evlilik yaşını istisnai durum kapsamına alan yasanın feshedilmesini ve evlilik yaşının 18 olarak kabul edilmesini talep ediyor. Yasaların ciddi bir reform sürecinden geçmesi gerektiğini söyleyen kurum temsilcileri, geleneksel ve dini evliliklerin evlilik dairesinden önce yapılmaması gerektiğini belirtiyor. Almanya Protestan Kilisesinin Başkanı Irmgard Schwaetzer, zorla evliliklerin toplumda yeri olmadığını ve siyasi mercilerin, çocuk ve gençlerin hangi yasal sistemden ve nereden gelmiş olursa olsunlar güvenceye alınmaları için gereken yasal düzenlemelere gitmeleri gerektiğinin altını çiziyor.

Çocuk Yardım Kuruluşu Almanya Başkanı Christian Schneider ise ‘Almanya’da yaşayan mülteci çocuklara karşı devletin özellikle koruma sorumluluğu var,  Alman çocuklar için geçerli olan yasalar mülteci çocuklar için de geçerlidir’ diyerek devletin kurumların iltica başvurularında uygulanması gereken prosedürü uygulamasını talep ediyor.

Kadın Örgütü Terre des Femmes yaptığı açıklamada, Almanya’da evlilik yaşının 18 sınırına çıkarılmasının önemini vurgularken, yurtdışında yapılan çocuk evliliklerin kabul edilmemesi gerektiğini belirtiyor.

Hıristiyan Birlik Partileri Siyaset Hukuku Sözcüsü Elisabeth Winkelmeier-Becker ise ‘reşit olmayan genç kızlar ve çoğu reşit olan erkekler arasında yapılmış evliliklerin sayısında bir artış kaydedildiğini’ doğruluyor. Winkelmeier-Becker “Almanya’da reşit biriyle 14 yaşındaki bir çocuğun evlenmesi kesinlikle kabul edilemez. Devletin reşit olmayan mülteciler için de uygulaması gereken bir koruma işlevi var” diyor.

Çocuklarla evlenen erkekler sınırdışı edilecek

Danimarka’da 14 yaşında bir mülteci çocuğun yaşça çok büyük bir erkekten hamile kalmasının açığa çıkması sonucu ilgili kurumlar harekete geçti. Danimarka Metroexpress gazetesinin haberine göre, mülteci kampında kalan çocuk ve adam, ilgili kurumların devreye girmesi sonucu ayrıldı. Danimarka Parlamentosu’nun da çocuk evlilikler konusunda harekete geçmesi bekleniyor. Çocuk evlilikleri tespit edilen erkeklerin Danimarka’dan yurtdışı edilmesi, çocuk gelinlerin ise Danimarka’da kalabilmeleri sağlanacak.

Kaynak:Yeni Özgür Politika

Share

“Çocuk anneler” yaşam hikayelerini anlatıyor

Dünyanın bir çok bölgesinden kadın örgüt temsilcileri ve hekimler önümüzdeki günlerde Danimarka’nın başkenti Kopenhag’da Kadın Doğum Konferansı’nda buluşacak. Konferansın temel gündeminin çocuk anneler olması bekleniyor. Yapılan araştırmalara göre dünyada iki milyondan fazla kız çocuğu 15 yaşına basmadan doğum yapmak zorunda bırakılıyor
HABER MERKEZİ(23.08.2016)-
Dünyada her yıl iki milyondan fazla genç kız, 15 yaşına basmadan doğum yapıyor. O çocuklardan bazıları, bir fotoğraf projesinde bir araya geldi. Kopenhag’daki Kadın Doğum Konferansı öncesinde Pieter ten Hoopen, genç kadınlarla konuştu.

Dünyanın bir çok bölgesinden kadın örgüt temsilcileri ve hekimler önümüzdeki günlerde Danimarka’nın başkenti Kopenhag’da Kadın Doğum Konferansı’nda buluşacak. Konferansın temel gündeminin çocuk anneler olması bekleniyor. Yapılan araştırmalara göre dünyada iki milyondan fazla kız çocuğu 15 yaşına basmadan doğum yapmak zorunda bırakılıyor.

Konferans öncesinde konuya dikkat çekmek için Fotoğrafçı Pieter ten Hoopen, çocuk annelerle ilgili bir proje hazırladı. Dünyanın bir çok ülkesinden çocuk yaşta doğum yapmak zorunda kalan kız çocuklarına odaklanılan projede, kız çocuklarının hikayeleri de paylaşılıyor.

Pieter ten Hoopen’in hikayelerini anlattığı çocuk anneler şunları söylüyor:

Keya, 14, Bangladeş

14 yaşındaki Keya, 21 yaşındaki eşi Cihangir, iki aylık oğlu Rahim ve akrabaları ile Bangladeş’te yaşıyor. 13 yaşındayken Cihangir’e aşık olmuş ve ailelerinin karşı çıkmasına rağmen evlenmişler. Doğum sırasında neredeyse hayatını kaybetme tehlikesiyle karşılaşmış: “13 yaşımda evlendiğimde mutluydum” diyor Keya ve ekliyor: “Eşimle mahallemde tanıştım ve evlenmek istediğime karar verdim. İki ay sonra da hamileydim. İlk sancıları yaşadığımda kimseye söylemedim. Kaynanam hasta olup olmadığımı sordu, ben de hasta olduğumu söyledim. Bana o ebelik yapmaya çalıştı ancak başaramadı. Sonra annem kliniğe götürdü.”

Ana, 15, Kolombiya

15 yaşındaki Ana, dört aylık kızı Karen, ebeveynleri ve iki kardeşiyle Kolombiya’nın büyük bir kentinin şiddet dolu bir mahallesinde yaşıyor. Erkek arkadaşı kendisini hamile terk ettiğinde sekizinci sınıfa gidiyormuş. Ana, gebeliğinin son üç aylık döneminde, preklamsi geçirmiş ve acil tıbbi bakıma alınmak zorunda kalmış: “Sekiz aylık hamileyken hipertansiyonum vardı. Kliniğe gittiğimde beni hemen doğum servisine gönderdiler. Anne olmak istemiyordum ama Karen bana güldüğünde bu çok güzel bir şey diye düşünüyorum.”

Aissa, 15, Burkina Faso

15 yaşındaki Aissa, 13 aylık kızı Fati, annesi ve iki kız kardeşiyle Burkina Faso’nun kırsal bir bölgesinde yaşıyor. Öğretmeninin tecavüzüne uğramış ve hamile kalmış. Öğretmene ise yalnız bir yıl uzaklaştırma verilmiş: “Hamile kaldığımda 14 yaşındaydım. İlkokul sınavlarımdan sonraydı. Sınav sonuçlarımı öğrenmek için öğretmenimi aradım. Telefon numaramı aldığı andan itibaren sürekli aramaya ve onu görmeye gitmemi istemeye başladı. Gitmeyeceğimi söyledim, ancak bir gün, eğer kendisini görmezsem sorun yaşayacağımı söyleyerek tehdit etti. Ben de korkarak gittim ve gittiğimde bana tecavüz etti.”

Elianne, Haiti

Elianne son beş yıldır, 2010 Haiti depreminde yerinden edilenler için kurulan kampta babası ve iki kardeşiyle birlikte yaşıyor. Hamile kalınca okuldan ayrılmak zorunda kalmış. Yedi aylık hamileyken doğum yapmış ve bebeği çok kısa bir süre sonra ölmüş: “Yedi aylık hamileyken karnımın alt kısmında bir ağrı hissettim. Bir hafta sonra sorunun ne olduğunu öğrenmek için hastaneye gittim. Gittiğim hastaneler, durumum çok ciddi olduğu için ve bebek ya da benim doğum sırasında ölüm riskimiz bulunduğu için beni kabul etmediler.”

Amira, 15, Ürdün

15 yaşındaki Amira, bir yaşındaki bebeği Samir, 13 günlük Emel ve kocası ile birlikte Ürdün’de bir mülteci kampında yaşıyor. Ülkesi Suriye’deki savaş nedeniyle okulu bırakmak zorunda kalmış. Amira 13 yaşında evlenmiş ve iki çocuğu kamptaki doğum servisinde doğmuş: “Daha kendiniz çocukken, bir çocuğun bakımını üstlenmek oldukça zor. Mesela çocuklarımı sürekli taşımam mı gerek, bilemiyorum. Ayrıca kocamın da bakımını üstlenmem gerek ki bu da kendime hiç vakit ayıramama yol açıyor. Çocuklarım tüm ev işlerinden daha fazla zaman alıyor. Yeni doğan bebek çok ağlıyor. Bazen ne için ağladığını da bilemiyorum.”

Mulenga, 14, Zambiya

14 yaşındaki Mulenga, kızı, ailesi, babasının ikinci eşi ve 10 kardeş ile Zambiya’nın ücra bir köyünde yaşıyor. Eskiden okula gidiyor ve doktor olmak istiyormuş. Ancak bir gün annesi onun hamile olduğunu fark etmiş: “Anne olmak zor. Oyun oynamak için artık vaktim yok. Evde oturup kızımın bakımını üstlenmek ve bezlerini yıkamak zorundayım. Bebeğim olmadan önce futbol oynuyor, istediğim yere gidiyordum.

Thandiwe, 15, Zambiya

15 yaşındaki Thandiwe, dokuz aylık kızı Anna, kocası ve akrabaları ile Zambiya’nın ücra bir köyünde yaşıyor. Thandiwe hamile kaldığında okuldan ayrılmak ve çocuğun babasıyla evlenmek zorunda kalmış: “Hâlâ da kendimi anne olmaya hazır hissetmiyorum çünkü bir çocuk sahibi olmayı beklemiyordum. Hamile kalmadan önce altıncı sınıftaydım ve aşçı olup kentte çalışmak istiyordum. Sonra dokuzuncu sınıftan bir çocukla tanıştım. Bir ilişkimiz yoktu, beş kez görüşmüştük o kadar. Hamile olduğumu öğrendiğimde çok korktum. Ailem bunu öğrendiğinde beni kocamın evine getirip bıraktılar. Gitmek istemiyordum ama beni evlenmeye zorladılar.

Kaynak:   yeniozgurpolitika
jinha.com
145

Share

Cinsel şiddeti anlamak: Tutuklu tecavüzcü erkekler üzerine bir inceleme

Her şeyden önce çalışmanın en değerli yönü cinsel şiddet suçunda erkekler üzerine odaklanmış olmasında yatıyor. Şöyle ki ülkemizde kadına ve çocuklara yönelik şiddet (cinsel şiddet bunun alt başlığıdır) baz alınarak yapılan çalışmalara baktığımızda da öznesi kadın olan çalışmaların çok daha fazla olduğunu görmekteyiz
HABER MERKEZİ(22.08.2016)-
Geçtiğimiz günlerde hadım yönetmeliği olarak da bilenen Cinsel Dokunulmazlığa Karşı Suçlardan Hükümlü Olanlara Uygulanacak Tedavi ve Diğer Yükümlülükler Hakkında Yönetmeliğin resmi gazete yayımlanmasıyla cinsel şiddet hakkındaki tartışmalar yeniden alevlendi. Aslında cinsel şiddet ya da kadına yönelik şiddetle ilgili çalışmalar yapmış bu konularda kafa yormuş kişilerin yönetmelikle ilgili düşüncelerini okuduğunuzda, konu ile ilgili tartışmaya mahal bırakmayacak kadar net bilgilere ulaşmak mümkün olsa da, “yıl olmuş 2016” idam çığırtkanlığı yapan bir toplulukta yaşadığımız düşünülürse bu konuda iki çift laf etmek gerekliliği hâlâ gün gibi ortada.

cinsel siddeti anlamakBen ise iki çift laf etme ihtiyacı içinde Diana Scully’nin ilk basımı 1994 yılında yapılmış ve İngilizce’den çevrilmiş “Cinsel Şiddeti Anlamak-Tutuklu Tecavüzcü Erkekler Üzerine Bir İnceleme” kitabından biraz bahsetmeyi istedim. Ve eminim ki bu yazıyı yazışımın her saniyede “Lütfen lütfen bir insan evladı da alsın şu kitabı okusun bir tek kişinin bile bakış açısını değiştirse ne mutlu ne güzel olur” hissinden bir saniye bile kurtulamayacağım.

Kitap teşekkür ve son söz hariç 7 bölümden oluşuyor. Bu bölümlerde içeriye bakış (araştırmanın nasıl hangi koşullarda yapıldığı, zorlukları) tecavüz sorunu, tutuklu tecavüzcülerin profili, cinsel şiddetin haklı kılınması, cinsel şiddeti mazur göstermek, tecavüz: düşük riskli yüksek ödüllü bir suç, tecavüz erkeklerin sorunu değil midir başlıkları altında cinsel şiddet konusunda başka araştırmalarla da desteklenen detaylı bilgiler yer alıyor ve bu sorun tartışılıyor. Tecavüzün bir iktidar sorunu olmasına odaklanmakla birlikte, saldırgan erkeği dürtülerini kontrol edemeyen ruhsal anlamda hastalıklı sapık yaradılışlı olarak tanımlamanın nasıl bir yanılgı olduğunu aslında tecavüz sorununu kökünden beslemeye devam eden bir yerde durduğunu da çok güzel örneklerle betimliyor. Tutuklu tecavüzcülerin profilinde çoğu tecavüzcünün akıl hastalığı olmadığını, akıl sağlığı sistemi ile olan ilişkilerinin diğer grup suçlularından daha fazla olmadığının altını çiziyor.

Dikkatleri kurbanlaştırılmış kadınlar üzerine yoğunlaştırmak cinsel şiddet içeren erkek dünyası için yeterli bir tehdit de oluşturmamaktadır çünkü erkek cinsel şiddetinin ip ucu kadınlarda değildir.

 Erkek cezaevlerindeki tecavüzcülerle yapılan görüşmelerin sonucu ortaya çıkan bu kitap aslında öncesinde bir araştırma olarak planlanmış. Her şeyden önce çalışmanın en değerli yönü cinsel şiddet suçunda erkekler üzerine odaklanmış olmasında yatıyor. Şöyle ki ülkemizde kadına ve çocuklara yönelik şiddet (cinsel şiddet bunun alt başlığıdır) baz alınarak yapılan çalışmalara baktığımızda da öznesi kadın olan çalışmaların çok daha fazla olduğunu görmekteyiz.

Bunun nedenlerini sorguladığımızda aklımıza en basitinden ilk önce şiddet maruz bırakılan kadınlara erişimin daha kolay olması geliyor. Örneğin herhangi bir sağlık çalışanı cinsel şiddet konusunda bir çalışma yapmak isterse kendisine hasta olarak başvuran şiddete maruz bırakılan kadına çok daha kolay ulaşabiliyor. Oysaki suçun failine erişim çok daha zor. Bu kişilerle bir çalışma yapmak istediğinizde cezaevlerinden, adalet bakanlığına kadar uzanan geniş yelpazede izinler dizisi almanız gerekiyor. Ama suçun faillerinin bu suçun üretildiği toplumsal yaşantıyla ilgili de çok önemli bilgiler verdiğini de göz önünde bulundurmamız gerekiyor. Aslında Diana Scully’nin kitabı en çok da bu özelliğiyle gözümüze çarpıyor.

Tecavüz “kadınlara hadlerini bildirmeye” yönelik bir şiddet eylemi ve toplumsal denetim mekanizmasıdır.

Kitap erkeklerin toplumsal cinsiyet rolleriyle ne kadar özdeşleştiğinden, cinsel şiddeti gerek kadına gerek kadına sahip olan kocasına ders vermek ve haddini bildirmek, güçlü hissetmek, iktidar kurmak için araç olarak kullanmalarından bahsederek konuyu derli toplu bir şekilde anlamamıza yardım ediyor. Toplumdaki kadın erkek rollerinin cinsel şiddetin en temel beseleyicilerinden biri olduğunu; tecavüzcü erkeklerin yaptıkları şeyin nasıl suç sayıldığını anlamakta güçlük çekmelerinden hapishanede olmalarına anlam veremediklerinden anlıyoruz.

Örneğin bir kadın seks işçisiyse ya da erkekle buluşup bir iki bira içtiyse ve erkek hesabı ödemesine rağmen ona cinsel ilişki teklif ettiğinde hayır diyorsa, ya da gecenin bir saati otostop çekiyorsa, ya da bakire değilse ve erkek onla cinsel ilişkiye girmişse kendini suçlu olarak bile görmüyor neden ceza aldığına anlam veremiyor ve asla kendisini tecavüzcü olarak tanımlamıyor. Çünkü zaten bu kadınlara nasıl farklı bir şekilde davranmasının beklendiğini anlamlandıramıyor.

Cinsel şiddet ve erkeklik ilişkisiyle ilgili en güzel tanımlamaları tecavüzcü erkeklerin ağzından çıkan aşağıdaki cümlelerden anlıyoruz:

“Alkol zaten orada olan ve ama bu yoğunlukta denetlenemeyecek olan şeyleri ortaya çıkardı. Üstün ve güçlü olmak kendi tatmini için başkalarını kullanmak duygularının hepsi su yüzüne çıktı.”

“Kendimi maço ve ondan üstün hissettim. Belki biraz da kızgınlık. Pasaklı bir orospuydu ve her şeyi haketmişti. Bana bir statü verdi.” 

“Kendini aşağılanmış, kızgın ve kulanılmış hissettiğini sanıyorum. Vücudunda dokunduğum yerleri kirletilmiş hissetti. Ben de tam da bunu istiyordum.” 

“Onu yakaladım ve öldüresiye dövmeye başladım. Sonra o işi yaptım. Ne yaptığımın farkındaydım. Deliye dönmüştüm. Kendime hakim olabilirdim, fakat olmadım. Bunu onunla ve kocasıyla ödeşmiş olmak için yaptım.”

“Tecavüz mutlak hakimiyet duygusuydu. Tecavüzden önce her defasında kendimi güçlü ve öfkeli hissederdim. Kadınları aşağılayarak kendime dünyada benden değersiz hiç değilse bir kişinin daha bulunmasını kanıtlamak istiyorum.”

Bu yazının sonunda da; cinsel şiddet kadının değil erkekliğin sorunudur, toplumun ve toplumsal cinsiyet rollerinin kaçınılmaz olarak doğurduğu bir durumdur, erkeği hadım ederek, çok ağır hapis cezaları vererek, hatta idam ederek çözülebilecek bir şey kesin olarak değildir hatta bu çözüm önerileri bu sorunu doğuran zihniyeti beslemeye ve köklendirmeye devam etmektedir, diye bas bas bağırmaya devam edelim. Kitabın cinsel şiddet konusuyla ilgili ciddi sıkıntısı olan araştırmak, anlamak isteyen birilerinin okuma listesinin bir kenarında durmasını da ümid edelim.

Kaynak: gaiadergi.com

Share

İstanbul’da Hande Kader’in Katledilmesi Protesto Edildi

lgbti-1
İstanbul LGBTİ Dayanışma Derneği çağrısıyla yakılarak katledilen Hande Kader için “Bir kişi daha eksilmeyeceğiz, Hande Kader için adalet, herkes için adalet” şiarıyla Taksim’de Tünel meydanında dün yürüyüş düzenlendi
HABER MERKEZİ(22.08.2016)-
İstanbul LGBTİ Dayanışma Derneği çağrısıyla yakılarak öldürülen Hande Kader için Taksim’de Tünel meydanında dün yürüyüş düzenlendi.
İstanbul’da Tünel meydanından başlayan yürüyüşte gökkuşağı bayrakları taşındı ve dövizlerle Hande Kader’in katledilmesi protesto edildi. Polis yürüyüş kolunun Galatasaray meydanına çıkmasına izin vermedi.

Dün Saat 19.00’da başlayan yürüyüşte gökkuşağı bayrakları taşındı ve dövizlerle Hande Kader’in katledilmesi protesto edildi. Kortejin önünde “Bir kişi daha eksilmeyeceğiz, Hande Kader için adalet, herkes için adalet” dövizi taşındı.

Dövizlerde “Trans cinayetleri politiktir”, “Zulüm bizdense ben bizden değilim”, “Tecavüz, yakmak, öldürmek, hangi kitapta yazıyor hafız?”, “Sessiz kalma suça ortak olma”, “Bir gün doğacak küllerinden Hande, soracak hesabını aileden, devletten, erkekten” gibi sloganlar yazıyordu.
lgbti-2

Yürüyüş boyunca Tünel ve Beyoğlu caddesinde polis ekipleri kalabalık biçimde kitleyitakip etti. Yürüşüş kolunun Galatasaray Meydanı’na ulaşmasını barikat kurarak engelledi.

Ne olmuştu?

Hande Kader 7 Ağustos 2016 günü kaybolmuştu. Yakılmış bedini Zekeriyaköy’de 12 Ağustos günü bulunmuştu. Arkadaşları Hande kader bulunduğu günden başlayarak adalet için eylem yapıyor. “Hande Kader için Adalet Herkes için Adalet” başlığıyla yapılan eylem çağrısının yanı sıra sosyal medya kullanıcıları #HandeKadereSesVer etiketiyle tepkilerini dile getiriyor.

kaynak: bianet.org

Share

Antep katliamının sorumlusu, IŞİD dostu TC devletidir!

20151010_112257SYM-300x212

ADHK (Avrupa Demokratik Haklar Konfederasyonu), ADKH (Avrupa Demokratik Kadın Hareketi) ve SYM (Sosyalist Gençlik Hareketi) nin kamuoyuna yapmış olduğu açıklamayı yayınlıyoruz
ADHK / ADKH / SYM (21-08-2016)
Dün akşam, Antep’te Kürtlerin yaşadığı bir mahallede sokakta yapılan, HDP üyesi düğün sahiplerinin kına gecesine, IŞİD’li bir “canlı bomba” saldırısı gerçekleştirildi. Şuana kadar açıklanan resmi  bilgilere göre aralarında çocuklarında bulunduğu 51 ölü, 60’ın üzerinde yaralı var.

Bombayı patlatan, 12-14 yaşında kandırılmış bir çocuğu kullanan halk düşmanı IŞİD olsada, bunları her türlü destekleyerek, lojistikten, kamplara, eğitimden, istihbarata, sınır geçişlerine sağlanan kolaylıktan,yaralıların tedavisine kadar, Türk devleti tarafından himaye edildiğini bilmeyen yoktur. Bu temelde bu katliamın politik sorumlusu AKP’dır. Bu gerçeği hiç bir diplomatik yalan, resmi demogoji gölgeleyemez. Bizler tarafından açık ve nettir.

Türk devleti tarafından Suriye’de özerkleşen Kürtlerin, dişle tırnakla kazandıkları mevzilerine karşı, adeta hücum kıtası olarak kullanılan IŞİD, ülke içinde de başta Kürt halk direnişi olmak üzere, her türlü muhalefetin bastırılması ve sindirilmesi içinde, konjonktüre uygun olarak devreye konulup, aynı şekilde kullanılmaktadır.

Ama boşuna, faşist AKP’nin şeriatçı IŞİD eliyle, Orta-Doğu Halklarını Kürtler şahsında teslim alma çabası, Kürtler ve onların her ulustan, her inançtan, her cinsden dostları ve devrimci siper yoldaşları, bu saldırılara karşı daha çok kenetlenmekte, birleşik direnişin ruhunu daha çok büyütmektedir.

Bu katliam vesilesiyle IŞİD barbarlığını ve onun işbirlikçi dostu faşist TC devletini pretosto ediyor, Kürt halkımızın acısını paylaşarak, katliam saldırılarına karşı dayanışmayı büyütme ve bu gerici faşist cepheye karşı, birleşik direniş siperlerinde bulunduğumuz her alanda üzerimize düşen sorumluluğu yerine getireceğimizin  bir kere daha sözünü veriyoruz.

Kahrolsun IŞİD Barbarlığı ve Onun İşbirlikçisi Faşist TC Devleti !

Yaşasın Halkların Mücadele Birliği !

ADHK (Avrupa Demokratik Haklar Konfederasyonu)

ADKH (Avrupa Demokratik Kadın Hareketi)

SYM (Sosyalist Gençlik Hareketi)

21 Ağustos 2016

Share

Olga Benerio: “Dünya Üzerinde Doğru, İyi, En İyi Uğruna Savaştım.”

Olga_Benario-PrestesOlga Benario, 1908 yılında Münih-Berlin’de dünyaya gelir. Babası Almanya’nın ünlü avukatlarından, annesi ise yüksek sosyete bir ailedendir. Olga 16 yaşındayken Komünist Gençlikle tanışır, burjuva yaşamını bırakıp genç komünistlerden oluşan Schwabing grubuna katılır. Daha sonra Otto Braun’la tanışır, Braun’la yoksul bir hücre evine yerleşerek illegal çalışmaya başlar. Bir yıl sonra Otto’yla Berlin’in işçi kesimi Neuköln’e yerleşir. Onun da desteğiyle askeri stratejiler, Marksizm konularında yetkinleşir. Berlin Komünist Gençlik Ajitasyon ve Propaganda Sekreterliğine getirilir. 1926 yılı Ekim ayında Otto’yla birlikte vatana ihanet suçundan tutuklanır, daha sonra serbest bırakılır.

11 Nisan 1928‘de bir grup yoldaşıyla, ellerinde silahlar mahkeme salonunu -kendisinin denetiminde- basar ve hala tutuklu olan Otto’yu Moabit Hapishanesinden kaçırır. Sonra Moskova’ya geçerler. KG merkez komitesine seçilir. İngilizce, Fransızca öğrenir, Rusçasını güçlendirir. Hafif ve ağır silahlar kullanmayı, Kızıl Ordu’nun bir kara birliğinde ata binmeyi öğrenir. 1931 yılında Fransa’ya, İngiltere’ye gönderilir, eylemlerde tutuklanır, sonra serbest bırakılır. Moskova’ya geri döndüğünde Komünist Gençlik Enternasyonalinin beşinci kongresinde başkanlığa seçilir.

1934 yılında Komintern tarafından, gerçekleştirilmesi planlanan Brezilya Devrimine katkı sunmak ve Umudun Şövalyesi Luiz Carlos Prestes’in güvenliğini sağlamak üzere görevlendirilir. 29 Aralık gecesi Prestes’le Brezilya’ya gitmek üzere Moskova’dan ayrılırlar.

27 Kasım 1935 yılında devrim girişimi başarısızlıkla sonuçlanır. 5 Mart 1936’da devletin gizli ajanlarının ve çözülen bazı örgüt üyelerinin sızdırdığı bilgi ile Almanya Komünist Partisi sekreterinin ve eşinin gizlendikleri Rio De Janeiro’daki evlerine yapılan baskında yakalanırlar. Ayrı cezaevlerine gönderilirler. Tutuklandıklarında Olga hamiledir. Buna rağmen Vargas hükümetince, Gestapo’yla yapılan işbirliği sonucu hamileliğinin yedinci ayında hapishaneden alınarak Hamburg’a giden bir gemiye bindirilir ve sınır dışı edilir. Hamburg’da gemiden alınarak Berlin Barnim hapishanesine gönderilir.

27 Kasım 1936’da çocuğunu hapishanede doğurur. Bir yıl sonra kızı Anita Leocadia Prestes elinden alınır. 21 Ocak 1938’de SS’ler tarafından Lichtenburg daha sonra Ravensbrück oradan da Bernburg toplama kampına gönderilir. Olga, Şubat 1942’de binlerce insan gibi, komünist ve Yahudi olduğu için gaz odalarında katledilir.

Eşi Prestes’e yazdığı son mektupta şunları söyler “Dünya üzerinde doğru, iyi, en iyi uğruna savaştım.”

kaynak: isyandan.org

Share

Hindistan’da asit saldırısına uğrayan kadınların işlettiği kafe: Sheroes

Sheroes-4
Hindistan’da, özellikle Uttar Paradeş eyaletinde, kadınlara asitle saldırmak günden güne alışıldık hale geliyor. The Establishment’a göre; genellikle bir erkek ilişkide terk edildiğinde veya evlilik teklifi geri çevrildiğinde, söz konusu kadını “hasarlı” hale getirmek için asit kullanması maalesef ki çok da az yaşanan bir şey değil. Bu tiksinç suçun mantığında yatan ise şu: “Madem benim değilsin, güzelliğini bozayım da seni bir daha kimse çekici bulmasın.”
HABER MERKEZİ(20.08.2016)-
Sheroes (she + heroes ; she: kadın, heroes: kahramanlar) adlı kafe, sadece mükemmel hizmetleriyle değil, asit saldırısından sonra hayatta kalan güçlü kadın çalışanlarıyla da akın akın müşteri çekiyor!

Hindistan’da, özellikle Uttar Paradeş eyaletinde, kadınlara asitle saldırmak günden güne alışıldık hale geliyor. The Establishment’a göre; genellikle bir erkek ilişkide terk edildiğinde veya evlilik teklifi geri çevrildiğinde, söz konusu kadını “hasarlı” hale getirmek için asit kullanması maalesef ki çok da az yaşanan bir şey değil. Bu tiksinç suçun mantığında yatan ise şu: “Madem benim değilsin, güzelliğini bozayım da seni bir daha kimse çekici bulmasın.”

Bu saldırı; verdiği psikolojik ve fiziksel hasar sonucu, hayatta kalan kişinin utanç duyması nedeniyle kişinin sosyal hayattan soyutlanmasıyla sonuçlanıyor. Normal hayatlarına devam etmeye çalışanlar bile iş bulmada zorlanıyorlar.

Kafedeki ortam huzurlu ve kabullenici

 Neyse ki, Taç Mahal yakınlarında Agra’da bulunan yeni bir kafe bir yandan asit saldırısına uğramış kadınlara dikkat çekerken, diğer yandan da bu kadınların tatmin edici bir hayat yaşamasına yardımcı oluyor. Birçok kaynağa göre kafedeki ortam oldukça huzurlu ve kabullenici, giderek de popülerlik kazanıyor.

The Diplomat diyor ki; bu kafe Hindistan’da türünün ilk örneği ve insanların hayata tutunan bu kadınların etrafında rahatsız hissetmemesi, aynı zamanda asitle güzelliklerinin üzeri örtülmeye çalışılan kadınların topluma yeniden alışması için cesaretlenmesi adına, toplum ile bu kadınları kaynaştırmayı hedefliyor.

Kafenin yöneticilerinden biri: “Sheroes sadece iş sahası oluşturma değil, ayrıca insanların zihniyetini değiştirme girişimidir; akıllarında asitle yüz şekilleri gibi hayat düzenleri de bozulmaya çalışılan kadınlar için empati yaratmak, bu konuda onları duyarlılaştırmak. İnsanlar bir işle meşgul olmalı,bu şekilde hayatta kalan kadınlara normal hayatları geri kazandırılmalıdır.”

Kafenin açılması arkasında iki girişimcinin desteği var: Stop Acid Attack (asit saldırısını durdurun) kampanyası ve Chaanv Vakfı. Stop Acid Attack kampanyasının önde gelen mücadelecilerinden Ashish Shukla Al Jazeera’ya şunları söyledi: “Bu kafeyi açma fikri sadece bir iş fikri değil, bir de farkındalıkyaratacak bir aktivite oluşturmaktı. İnsanlar asit mağdurları dış dünyadanmış gibi davranıyorlar. Sheroes onların sadece bu dünyadan olduğunu göstermek adına bir çaba. Biz, toplum, onların yaralarından sorumlu olduğumuza göre, bunu düzeltmek ve onları toplumun normal akışına kazandırmak da bizim görevimiz.

Kafede leziz kahve ve yemek servislerinin yanı sıra, bir kütüphane, radyo topluluğu ve butik köşesi de halkın hizmetine açık.

Sheroes-4
Bir amaca hizmet ediyor

Al Jazeera’dan bir muhabir Sheroes’a gittiğinde bir müşteri şunları söylemiş: “Bu iyi bir amaca hizmet ediyor. Kafe fikri asit mağdurlarını rehabilite etmeyi ve onlara finansal özgürlük kazandırmayı amaçlıyor. Buraya bu amaca destek vermek için geldim.

Sheroes’un internet sitesi, müşterinin parmak bastığı noktayı doğruluyor: “Hindistan Taç Mahal yakınındaki Sheroes Hangout çalışanları diğer tüm garsonlar gibi, tek bir fazlayla; her biri yüzlerine asit atan erkekler tarafından yıkıcı saldırıya uğramış kadınlar.

Sheroes artık uluslararası üne kavuştuğundan dolayı, Taç Mahal’i görmeye giden tüm dünyadan turistler kafeyi ziyaret ediyor. İlham verici aktivistler hakkında daha fazla bilgiyi kafenin internet sitesini ziyaret ederek edinebilirsiniz.

gaiadergi.com

Sheroes-3Sheroes-1Sheroes-5

Share

Antep’te 9 Aylık Bebeğe Tecavüz ve Ardından Yayın Yasağı!

bebek tecav antep
Suriye’deki savaştan kaçarak İslahiye’ye yerleşen ve günü birlik tarım işçisi olarak çalışan ailenin 9 aylık kız bebeğine tecavüz edildi.Saldırı haberlerinin ardından, konuya ilişkin yayın yasağı getirildi
HABER MERKEZİ(20.08.2016)- 
Antep’in İslahiye ilçesinde dün 9 aylık Suriyeli kız bebeği tecavüze uğradı.Birgün’den Hüseyin Şimşek’in haberine göre, Suriye’deki savaştan kaçarak İslahiye’ye yerleşen ve günü birlik tarım işçisi olarak çalışan ailenin 9 aylık kız bebeğine tecavüz edildi.

Çalıştıkları tarlada bebeğini korumak için bir çadır kuran Suriyeli anne, bebeğini kontrol etmek için çadıra gittiğinde dehşet manzara ile karşılaştı. 9 aylık kız bebeğinin tecavüze uğradığını anlayan anne İslahiye Devlet Hastanesi’nde gitti. Acil serviste müdahale edilen bebeğe tecavüz edildiği tanısı konuldu.

9 aylık bebeğe tecavüz eden S.D. tutuklanarak cezaevine gönderildi.

Öte yandan bebeğe tecavüz haberini yapan BirGün gazetesi muhabiri Hüseyin Şimşek, Twitter üzerinden çok sayıda ‘ölüm tehdidi’ aldı.

İlçede bulunan Afet ve Acil Durum Yönetimi Başkanlığı’na (AFAD) bağlı 2 No’lu mülteci kampında Suriyeli beş çocuğun istismara uğradığının ortaya çıkmasının ardından, kamp müdürü Ali Kılıç istifa etmişti.

Saldırı Haberlerinin Ardından Konuya İlişkin Yayın Yasağı Getirildi

Antep’te 9 aylık kız bebeğe cinsel istismar saldırısı haberlerinin ardından, konuya ilişkin yayın yasağı getirildi.

Antep’in İslahiye İlçesi’nde, 9 aylık kız bebeğe cinsel istismar olayıyla ilgili, İslahiye Sulh Ceza Hakimliği, Çercili Mahallesi’ndeki çiftlikte günübirlik çalışan Suriyeli R.H. ile A.H. çiftinin 9 aylık kız bebeğine aynı çiftlikte çobanlık yapan S.D.’nin cinsel istismarda bulunduğu olaya ilişkin yayın yasağı getirilmesine karar verdi.

9 aylık kız bebek Aile ve Sosyal Politikalar İl Müdürlüğü tarafından devlet korumasına alınırken, çocuğa cinsel istismarda bulunan S.D. ise çıkarıldığı mahkeme tutuklandı.

halkingunlugu.org

 

Share

Aslı Erdoğan tutuklandı

asli-erdogan-imza-kampanyasi
Özgür Gündem gazetesinin Yayın Danışma Kurulu üyesi ve yazarı Aslı Erdoğan tutuklandı.Aslı Erdoğan hakkında verilen tutuklama kararının ardından Change.org sitesi üzerinden imza kampanyası başlatıldı
HABER MERKEZİ(20.08.2016)- 
Özgür Gündem gazetesinin Yayın Danışma Kurulu üyesi ve yazarı Aslı Erdoğan tutuklandı.
Erdoğan, dün emniyetteki işlemlerinin ardından İstanbul Adalet Sarayı’na getirilmişti. Cumhuriyet Savcısı Umut Tepe tarafından alınan ifadesinin ardından tutuklama talebiyle nöbetçi mahkemeye sevk edildi. Tutuklanmasına karar verilen Aslı Bakırköy Kadın Kapalı Hapishanesine gönderildi.

“Örgüt propagandası”, “Örgüt üyeliği”, “Devletin birliğini ve ülkenin bütünlüğünü bozmak” iddialarıyla tutuklanan Aslı için mahkemenin verdiği kararda şu sözlere yer verildi: “Şüphelinin yazmış oldukları yazıları sanki devletimizin güvenlik güçlerini söz konusu bölgelerde yasal olmayan ve sivil insanlara yönelik yapılmış bir operasyon olarak gösterildiği, oysaki Cizre, Nusaybin ve Diyarbakır gibi yerlerde PKK terör örgütünün mensuplarının şehir içlerinde hendek kazarak hendek ve birçok yere bomba yerleştirdikleri silahlanıp güvenlik güçlerine karşı ateş açtıkları güvenlik güçlerinin teslim olmaları yönündeki cevap vermedikleri aksine güvenlik güçlerimize ateş açmaları sonucu patlatılan bombalarla çok sayıda asker ve polisimizin şehit olduğu bunun aksini iddia edip sanki orada sivil vatandaşların öldürüldükleri ya da işkence edildiklerinin iddia etmenin devletin bütünlüğünü bozmaya yönelik bir faaliyet olduğu ve silahlı terör örgütünün bu şekilde propagandasının yapılarak örgüte üye olma suçunun da unsurlarının oluştuğuna dair kuvvetli suç şüphesinin bulunduğu bu suretle şüphelinin üzerine atılı devletin birliğini ve ülkenin bütünlüğünü bozmak ve silahlı terör örgütüne üye olma suçları bakımından kuvvetli şüphe altında bulundukları kanaatine varılmıştır.”

Özgür Gündem gazetesi Yayın Danışma Kurulu üyesi ve yazarı Aslı Erdoğan hakkında verilen tutuklama kararının ardından Change.org sitesi üzerinden imza kampanyası başlatıldı.

Kısa sürede binlerce insana ulaşan kampanyanın, önümüzdeki günlerde dünya çapında bir kampanyaya dönüşmesi hedefleniyor.

İmza kampanyası metninde, Özgür Gündem gazetesinde köşe yazması ve gazeteyle ilişkisi sebebiyle tutuklanan Aslı Erdoğan’ın dünyanın en iyi edebiyatçıları arasında olduğu vurgusu yapılarak, Erdoğan’ın yaşadığı sağlık sorunlarına ve bunun yarattığı zorlanmalara dikkat çekildi.

Kampanyaya katılmak için BURAYI tıklayın.

Kaynak: halkingunlugu.org

 

Share

Nefret Cinayetleri Politiktir! Hande’nin Katili Gerici Sistemdir!

dkh-amblem-300x225
(ADKH)-
Dünya genelinde gericiliğin, ırkçılığın, milliyetçiliğin, cinsiyetçiliğin, sömürünün ve baskının her geçen gün daha da artması, Kadın ve LGBTİ’ler olarak her birimizin bir yerlerde ölümle, şiddetle karşılaşma durumunu da aynı şekilde artırmaktadır.

Daha iki ay önce Orlando’da  eğlence Kulübünde yaşanan katliam ve ardından LGBTİ’lerin İstanbul’da yaptıkları basın açıklamasına yapılan saldırılar ve devamında Onur Yürüyüşüne yönelik milliyetçilerin,cemaatçilerin ölüm tehdidi gölgesinde yapılan saldırıların üzerinden çok geçmedi.

Ardarda gelen bu olaylar, geçtiğimiz hafta Hande’nin vahşi bir biçimde yakılarak katledilmesi ile ölümlerin ve şiddetin insanı insana düşmanlaştıran  bir sistemin hem nedenleri hem de sonuçları olduğunu bir kez daha gösterdi.

İnsana ve ona dair olan tüm kimliklere kendi ihtiyacına göre roller verip  konumlandıran ve bunları gelenek-görenek ve tanımladıkları “ahlak” anlayışlarıyla, dinlerle, hukukla ve yasalarla hayatın her alanında toplumsal bir hiyerarşiye dönüştüren gerici sistem her geçen gün hak ve özgürlükleri daha fazla gasp etmektedir. Fetvalarla topluma ”ayar” veren, kadını, kız çocuklarını tecavüzcüsüyle evlendiren, kendisinden olmayanı ötekileştiren ve toplumsal saldırıya, linç ettirmeye açık hale getiren iktidar ,yakıp yıkmaya, tutuklamaya devam ediyor.

Bugün Türkiye-Kuzey Kürdistan özgülünde muhafazakar demokratlık gibi bir manipülasyon ürünü olan  AKP iktidarının LGBTİ’lere yönelik homofobik, transfobik, heteroseksist gerici ideolojisiyle toplum içinde, LGBTİ ve kadın katliamlarının ve nefret suçunun yaygınlaşmasına ve bu cinayetlerin “bir travestiyi temizledim” gibi eril söylemleri medya aracılığı ile toplumda yeniden üreterek, kadın hak ve özgürlüklerinden hem çokça bahsettiği hem de  yasalarda ve hukukta hak ve özgürlükleri çokça gasp ettiği bir  dönemdeyiz.  Toplumsal ilişkileri kadına biçtiği roller ve konumla denetime almaya çalışması ve kadını imgeleştirirken erkekliği de kutsayarak tecavüzlerin, şiddetin ve cinayetlerin artmasının  zeminini oluşturmakta ve toplumsal bilinçte bu cinayetleri ve her türden şiddeti meşrulaştırmaktadır.  LGBTİ’lerin toplumdan dışlanması ve katledilmelerinin temelinde  otoriter, cinsiyetçi, sadece eril zihniyetle topluma ve bireye  kendini dayatan gerici sistem vardır. Hande’yi yakarak katleden, Soma’da isçileri göçük altında bırakan, Maraş, Madımak, Cizre, Sur, Suruç ve hendeklere kadar sokak sokak, ev ev bombalayarak, kurşunlayarak ve yakarak  katleden aynı nefretle dolu olan yine aynı gerici sistemdir.

Bizler Avrupa Demokratik Kadın Hareketi olarak başta kadınlar ve LGBTİ ler olmak üzere bulunduğumuz her alanda herkesi cinsel-ulusal-sınıfsal baskı ve zulmü dayatanların her türden ayrımcılık ve nefret oyunlarına karşı ve diğer Hande’lerin ölmesini engellemek için gerici düzene karşı birlikte örgütlü mücadeleyi yükseltmeye çağırıyoruz.

Sessiz Kalma Suça Ortak Olma!
Translar Vardır!
Trans Cinayetleri Politiktir!
Hande’nin Katili Gerici Sistemdir!
– Kurtuluş Yok Tek Başına Ya Hep Beraber Ya Hiçbirimiz!

AVRUPA DEMOKRATİK KADIN HAREKETİ

Ağustos 2016

Share

İHD: ‘Nefret cinayetlerini dayanışmayla sonlandıracağız’

istanbul-tarseksuel-cinayeti-basin-toplantisi-17-08-16--003-AA
İHD İstanbul Şubesi, nefret söylemleri ve cinayetlerine tepki gösterdi. Trans kadın Hande Kader’in katledilmesini insan hakları savunucuları, katliamın failleri bulunana ve yargılanana kadar mücadele edeceklerini vurguladı. Nefret cinayetlerine karşı dayanışma çağrısı yapıldı
HABER MERKEZİ(17.08.2016)- 
İnsan Hakları Derneği (İHD) İstanbul Şubesi, yakılarak katledilen trans kadın Hande Kader ve giderek artan nefret söylemleri ile nefret cinayetlerini protesto etti.

Şube binasında düzenlenen basın toplantısına İstanbul LGBTİ Dayanışma Derneği ve bağımsız LGBTİ’ler katıldı. İHD üyesi Derya Gazioğlu, Hande Kader’i yakan zihniyetin DAİŞ zihniyeti olduğunu kaydetti. Gazioğlu, 14 Ağustos 2016 günü İstanbul Zekeriyaköy’de yakılarak katledilen trans kadın Hande Kader’den 6 Ağustos’tan yaşamını yitirene kadar haber alınamadığının altını çizdi.

‘OLAY YOK SAYILDI SESSİZLİKLE GEÇİŞTİRİLMEK İSTENDİ’

Gazioğlu, “En son Harbiye’de bir arabaya inerken görülmüştü. MOBESE kameralarının olduğu bir bölgede binilen bir aracın plakasının alınmamış olması mümkün değilken, kendine ve onu kaçıranlara günlerce ulaşılamadı. Olay yok sayıldı, sessizlikle geçiştirilmek istendi” dedi.

Ana akım medyanın katliamı görmezden gelmesine tepki gösteren Gazioğlu, toplumun güvenliğini sağlamakla görevli adli, idari, siyasi görevlilerin olayla ilgilenmediği kaydetti. Gazioğlu, “Çünkü O, kendilerinin insan olarak değil, zararlı, hiç olmaması gereken, hakları olmayan yaratıklar olarak bakan iktidarın, farklı birey olarak kendini var etmelerini yasakladığı bir transeksüel bir insandı” diye konuştu.

‘FAİLLER ORTAYA ÇIKANA KADAR MÜCADELE EDECEĞİZ’

DAİŞ ve onun zihniyetinin sadece örgütün saldırıların yürüttüğü Irak, Suriye ve diğer ülkelerin yanı sıra Türkiye’de de desteklendiğine dikkat çeken Gazioğlu, insan hakları savunucuları olarak Hande Kader’in ve tüm nefret cinayetlerinin faillerinin ortaya çıkarılması, faillerin yargılanması için mücadele edeceklerini vurguladı.

LGBTİ’lerin onuruyla yaşama hakkına sahip olduğunun altını çizen Gazioğlu, şöyle devam etti: “Ayrımcılık politikaları gütmek, nefret cinayetlerine zemin hazırlamak insanlık suçudur. Hande Kader’in ve tüm nefret cinayetlerinin failleri bulunsun. Nefret cinayetlerine zemin hazırlayanlar yargılansın.”

‘ARKADAŞIMIZI DÖVMESİNDEN TEŞHİS ETTİK’

LGTBTİ İstanbul Dayanışma Derneği üyesi Çelik Özdemir, LGBTİ bireylere yönelik nefret söyleminin ve cinayetlerinin sürekli devam ettiğini kaydetti. Sistematik bir şekilde bu zulmün arttığını belirten Özdemir, “Muhafazakarlaşan sistemde erk zihniyet daha fazla kendinde saldırma hakkı görmektedir. Hande’den 1 hafta önce Suriyeli bir trans arkadaşımız katledildi. Hande de olduğu gibi onu da dövmesinden teşhis etmiştik” dedi.

Özdemir, avukatlardan aldıkları bilgiye göre morgda şu anda bekleyen 3 trans kadın cesedi olduğunu belirtti. Özdemir, “Biz örgütlü LGTİ’ler olarak bu davanın ve diğer davların takipçisi olacağız. Mücadele etmeye devam edeceğiz” diye konuştu.

‘NEFRET CİNAYETLERİNİ DAYANIŞMAYLA SONLANDIRACAĞIZ’

Rosida Koyuncu da, transları katleden insanlar bulunamazken, kendisini savunan translara ağır cezalar verildiğini hatırlattı. Koyuncu, “Nefret cinayetlerini dayanışmayla sonlandıracağız. Biz bunları unutmayacağız ve takip edeceğiz” dedi.

Koyuncu, karşılık bulamayacaklarını bildikleri halde Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan başta olmak üzere çok sayıda kuruma mail attıklarını kaydetti ve ekledi: “Yıllarca ‘transfobi öldürüyor devlet görmüyor’ sloganları atıyoruz. Devlet görene kadar, gözlerine soka soka mücadele edeceğiz.” Koyuncu, sözlerini dayanışma çağrısı yaparak sonlandırdı.

Kaynak: etha.com.tr

Share

Darbenin Ganimetleri Vatan, Millet ve Kadın

kizil-bayrakli-kadin
AYCAN SOLMAZ – 
Bugüne kadar yapılan darbelere farklılığı ile katkıda bulunan darbe girişimi, iktidarın politikasıyla toplumu tekçilik üzerinden yeniden dizayn eden bir hal aldı. Kürtlere, sosyalistlere, devrimcilere, muhaliflere karşı operasyonlara her an hazır, NATO’nun güçlü ikinci ordusu olan,  düne kadar  “kahramanlık” mertebesinden hiç taviz vermeyen TSK, halkına kurşun sıkacak kadar “alçaldı”. Vatanı kurtarma görevi de tankların önüne siper olan tekbir getiren cihatçı  “halka” verildi. Halkı sokağa çağıran vatanseverlik adına kendi askerini linç ettiren, sosyal medyada, sokakta linç muhafızları gibi çalışan cihatçılar savaş ganimetini de ilan ettiler. Cemaatin servetine iktidar el koydu (okul, üniversite, hastane, tersane, holding vs). Darbecilerin “karıları”  ”savaş ganimeti olarak milletindir”  açıklaması da vatanı koruyan iktidar yanlısı, Trabzonspor yöneticisi tarafından yapıldı.

Gündelik yaşam içerisinde orduya, askere hep ‘güven’ duyulmuştur. Ordu, ülkenin çıkarlarını ve ”bölünmez bütünlüğünü” korur diye yıllarca öğretildi. Yine, gerici eğitim sistemi içerisinde okullarda tarih, inkılap tarihi vb. dersleri yetmedi. Milli Güvenlik dersleriyle de askeri komutanların teşrifiyle bizzat militarizm eğitimi verildi. Askerlikle pekişen ‘Her Türk Asker Doğar’ anlayışı, kültürel bir öz olarak toplumu ve erkeği şekillendirdiği gerçeğini kabul edersek, kadını savaş ganimeti olarak gören sivil militerliği de görmüş oluruz. Kadınların, anne ve eş olarak milletin askeri gücünü yeniden üretmeye ve desteklemeye katıldıklarını da göz ardı etmemek gerekir. Asker anaları, evlatlarıyla her daim gurur duyar, öldüğünde de askeri törenler aracılığıyla tüm evlatlarını milliyetçiliğe feda etmeye hazır olduğunu acıyla söyler. Militarizmi besleyen bu yaklaşım aynı zamanda ölümü de kahramanlaştırarak sivil militarizmin gündelik hayata yayılmasının da aracı olur.  ”Kadın özünde barışçıldır” anlayışı toplumun politik tercihlerini (bilinçli ya da bilinçsiz) görmemektir. Bu aslında kadının genetik kodlamalar üzerinden siyasetle ilişkisini pasifleştirerek soyun, ulusun, devletin devamlılığı açısından kadınlık ve annelik rollerini oynaması anlamına gelir. Aynı zamanda aktif siyasete katılan kadını da ‘ötekileştiren’ bir anlayıştır.

‘Adam’ olmanın kriteri olan zorunlu askerlikte verilen eğitim (psikolojik, askeri, kültürel eğlencelerde dâhil) kutsal görev olan ulusunu, vatanını, milletini koruma üzerinden tek din, tek dil, tek bayrak şekillenişi ile askeri görevi bitirip sivil hayata karıştıklarında da üniformasız sivil militerler olarak ulusçuluğu, ‘eğitilmiş, hizaya getirilmiş’ erkeklik rolleriyle yeniden üretmeye devam ederler. Sivil milliterliğin gündelik hayatta görünür hale gelmesi ırkçılığın teşhir olmasını da sağlar. 2001‘de Yeniden Müdafai Hukuk Hareketi partileşme süreci içinde ”Milli Göreve Çağrı” başlığıyla siyasi partileşme sürecine gireceğini ilan etti. 1.Ordu Komutanı emekli Orgeneral Hurşit Torun’un başkanlık yapacağı partide  ”egemenlik hakkını kullanarak” emekli askeri personeli siyasete davet etti. Sivil giyinen militarizmin yapacağı siyaset, militarizmin sivilleştirme çabasıdır ki, bunu 15 Temmuz ve sonrasında yansıyan sokak manzaraları ve her kesime yönelik yapılan operasyonlarla görüyoruz. Asker eşlerine tecavüzü savaş ganimeti olarak gören anlayışın parçası olarak kadını mülk ve namus üzerinden objeleştiren görüntüler de ekranlara düştü.

Güç, mülk ve namus değeri atfedilen “at, avrat, pusat” üçlemesi ile uzun bir tarihi geçmişi olan ve günümüze kadar gelen yine en büyük adaleti mülkün temeli sayan iktidar, kadını erkeğin namusu ve mülkü olarak gördüğünü gözaltına alınan “darbeci hain” askere bu sefer “kahraman” polisi vesilesi ile inceltilmiş işkence yöntemiyle, “kızın var mı?” sorusunu sorarak gösterdi. 21.yy ‘modern’ Türkiye’sinde kadın, darbenin ganimeti, gözaltında işkence aracı ve namus simgesi olarak bu iki örnekle tekrar hatırlatıldı bize.

Cizre’de taş üstünde taş bırakmayan, bodrumlarda Kürdü yakma emri veren, iktidar için dünün “kahramanları” generaller ve diğer rütbeli-rütbesizler bugün gözaltında kendi emniyet ve ordu güçlerince işkenceye maruz kalıp bir kısmı da öldürülerek tarihin en büyük “hainleri” olarak lanse ediliyor.(Burada parantez açarak kısaca da olsa vurgulamak isteriz ki bizler işkencenin her türüne, kime uygulanırsa ve kimden gelirse gelsin tartışmasız her şart ve koşul altında karşıyız ve işkencenin bir insanlık suçu olduğunu belirtiyoruz)

AKP, devleti ve iktidarını “ne pahasına olursa olsun” koruyacağını ve kollayacağını herkese ilan etti. Bütün bu tablodan sonra devletin içinde ya da dışında, seçilmiş hükümette ya da devlet yönetim organlarında birbirini alt ederek gerici iktidarlarını güçlendirme dalaşındalar. Bu tabloyu ‘Filler tepişir çimenler ezilir’ klasik cümle ile ifade edeceksek bizim payımıza düşenin de direnmek olduğunu hatırlamak-hatırlatmak durumundayız. Faşizmi bütün kurumları ile hayata geçiren tecavüzcü iktidarın zihniyeti ve uygulamaları, en nihayetinde üzerinden yükseldiği sisteminden ayrı düşünülemez.

Gerici iktidarların ideolojik-siyasi-askeri garantörlerinden resmi/sivil silahlı güçlerinin varlık gerekçelerini her fırsatta teşhir etmeliyiz. Silahlı kurumlarının ateşlerini genellikle ezilen milyonlara; gerektiğinde de kurumlar arası birbirlerine doğrultmalarının hedefinde iktidarlarını daha da güçlü kılmak olduğunu teşhir etmeliyiz. Daha da önemlisi yükseltilen faşizme karşı mücadele eden kadınlar olarak ezilen halkın direnme hakkı ile her alanda Sosyalist Halk Savaşını örgütlemeliyiz.

Kendi içine yönelmiş gibi görünen bu dalaşın faturasını da ödeyecek olan başta örgütlü kesim ve ardından ezilen-emekçi halk olacaktır. Gelişecek faşist dalgaya ve ‘hizaya getirme’ operasyonlarına karşı hizaya girmeyeceğimizi yüksek sesle söylemeliyiz.

halkın günlüğü gazetesi Sayı 127

Share

‘Kadınlar ve LGBTİ’ler olarak ortak mücadele hattı örmeliyiz’

kadin-sayfasi
“Kadın cinayetlerinin bu kadar yoğun olduğu bir coğrafyada silahlanmanın körüklenmesi, böyle bir süreçten yararlanarak silahlanmanın önünün açılmasının en fazla kadınlara zarar vereceğini düşünüyoruz. Bu kavga militer güçlerin arasındaki bir kavga, buradan bir demokrasi çıkmaz.”
HABER MERKEZİ (10.08.2016) – OHAL, darbe ve savaş süreçlerinden toplumsal olarak en çok etkilenenlerin başında kadınlar ve LGBTİ’ler geliyor. 15 Temmuz’da yaşanan darbe girişimi ve hemen ardından ilan edilen OHAL süreci içerisinde kadınlara ve LGBTİ’lere yönelik geliştirilen saldırılarda bu durumun kanıtlayıcısı oluyor. Geçmişten bugüne zaten fiili bir OHAL süreci yaşayan kadın ve LGBTİ’ler, bu süreçle birlikte de siyasi iktidarın da doğrudan hedefleri arasında… Bu yaşananlar ışığında kadın ve LGBTİ’lerle son sürece ve çözüm yolları üzerine bir röportaj gerçekleştirdik.

OHAL ve darbe süreçlerinin kadınlara nasıl yansıdığını 80 ve 90’lı yıllardan biliyoruz. Fakat bugün ilan edilen OHAL’in demokrasi güçlerine çok daha farklı yansıyacağı aşikar. Bu sürecin kadınlara ve LGBTİ’lere yansıması nasıl olur? Ve bu süreç kadın ve LGBTİ örgütleri tarafından nasıl karşılanmalı?

Gülden Coşkun – Demokratik Kadın Hareketi

Aslında bir bütün olarak tüm savaş süreçlerinin ilk elden hedefini kadınlar oluşturuyor. Buna neden olan algıya dair birçok şey sıralayabiliriz. Erkek egemen bir sistemin var olması, kadına yönelen şiddet aracılığı ile kadının dâhil olduğu topluluğun, milliyetin, örgütlenmenin vs. cezalandırılabileceği anlayışı gibi. Tabi bir de örgütlü kadına yönelen saldırılar var. Burada egemenler örgütlü kadının iradesinin nerelere varabileceğini açık bir biçimde gördüklerinden ve deneyimlediklerinden dolayı diğer kadınlara mesaj vermek için pervasızca saldırıyor. Taybet İnan’ın 7 gün sokak ortasında bekletilmesi, Ekin Wan’ın teşhir edilen bedeni, katledilen 3 Kürt kadın siyasetçi bu anlayışın ürünü olarak karşımıza çıkıyor. OHAL ile birlikte ilerici güçlere yönelik yoğun bir saldırı döneminin başlatılacağı aşikâr. Nitekim biz bunu 80’li yıllardan, 90’larda Kürdistan illerinde yaşanan katliamlardan, Eskişehir’e işkence yapıldıktan sonra kitlesel olarak sürülen trans kadınlardan biliyoruz. Bu süreci nasıl karşılamamız gerektiğine dair sorulan soruya şöyle cevap verebiliriz. Bildiğiniz gibi 90’lı yıllarda gerçekleşen OHAL uygulaması beraberinde kadına yönelik birçok saldırıyı getirdi. Gözaltında tecavüz, işkence uygulamalarından bölgeyi insansızlaştırmaya kadar. Fakat o dönem Kürt kadını çok yalnız bırakıldı ve bu suçların üzeri kapatıldı. 90’larda Kürt kadınlarının yaşadıklarını bugün bir bütün olarak kadınların yaşamaması ve bu ohallere karşı mücadele etmek için ortak bir platform oluşturulması gerektiği kanısındayız. Bunun çalışmalarını Demokratik Kadın Hareketi olarak örmeye başlıyoruz. Bu platformun amacı yasal haklarının tümden askıya alındığı böyle bir süreçte OHAL kapsamında kadınlara yönelen saldırılara karşı bir arada durma, belgeleme, uluslararası ve yerel bazda lobi çalışması yapma ve en geniş kadın katılımı ile hak ihlallerine karşı özsavunma zeminini hazırlamak olarak tanımlanabilir. Kadınların ve LGBTİ’lerin bu süreçten en az hasarla kurtulmasının en önemli ayaklarından birinin bu platform olacağı inancındayız.

Eren Keskin – İnsan Hakları Savunucu – Avukat

Olağanüstü Hal Kanunu 12 Eylül Askeri Darbesi’nin ürünü bir kanundur. Şimdi hükümet ve esas olarak cumhurbaşkanı bir askeri darbeye karşı yine askeri militarist yöntemlerle karşı koyuyor. Yani militarizmin, militarist güçlerin kendi aralarındaki kavga halka bir baskı olarak yansıyor. Çünkü olağanüstü hal yasası aslında yaşama hakkını ve işkence görmeme hakkını garanti altına alıyor. Ama biz daha önce Kürdistan’da olağanüstü halin nasıl uygulandığını çok iyi biliyoruz. Yani özellikle AİHS’nin askıya alınmasının nasıl sonuçlar yarattığını çok iyi biliyoruz ve “TC” devleti bir hukuk devleti değil. Bu dönemde biz yine gözaltında kayıpların, işkencelerin, cinayetlerin artacağını düşünüyoruz, çünkü büyük bir silahlanma olduğunu görüyoruz. Ve aslında alttan alta ve hatta bazılarını bakanlarda açık açık söylediler bireysel silahlanmanın önünün açılacağını hatta silahlarınızı alın gelin sokaklara çıkın demelerini biz gördük. Şimdi silahlanma demek o silahın ilk önce en yakınındaki kadına dönmesi demektir. Kadın cinayetlerinin bu kadar yoğun olduğu bir coğrafyada silahlanmanın körüklenmesi, böyle bir süreçten yararlanarak silahlanmanın önünün açılmasının en fazla kadınlara zarar vereceğini düşünüyoruz. Bu kavga militer güçlerin arasındaki bir kavga, buradan bir demokrasi çıkmaz. Sokaklara baktığımızda bu kavgada demokrasi isteyen taraf olarak görünenlerin yine ağırlıklı olarak İslamcı ve faşist güçler olduğunu görüyoruz. Örneğin; Taksim’de günlerdir kadınlar yürüyemiyorlar belirli saatlerden sonra… Giyim kuşamları üzerinden saldırıya uğrayanlar, sözlü, küfürlü saldırıya uğrayanlar var. Ve tabi bu arada en büyük tehlike altında olanlardan bir kesimde LGBTİ bireyler, özellikle de trans kadınlar. Çünkü bu coğrafyada şuan demokrasinin bekçisi olarak sunulan bu feodal yapı aslında LGBTİ bireylere karşıda büyük bir saldırganlık içinde. O nedenle biran önce herkesin iyice bir düşünmesi gerekiyor. Yani bu süreçten yeni bir baskı süreci ile çıkılmaya çalışılırsa bu coğrafyada iç savaş çıkar. Bunun dışında tek yol demokratikleşmedir. Ama bunun da şuan en ufak belirtisini bile görmüyorum.

Zelal Demir – İstanbul LGBTİ Dayanışma Derneği

Kadın ve LGBTİ’ler  için uzun zamandır uygulanıyordu OHAL… Sadece adını koydular; resmileştirdiler. Biz bunu Ekin Wan’ın bedenine yapılan işkence ile görmüştük. Taybet Ana’nın cansız bedenini günlerce yattığı yerden alamadığımız zaman görmüştük. İki yıldan beri yapılamayan onur yürüyüşlerinde de gördük. Hani derler ya; savaşın da bir ahlakı vardır diye… Bu topraklarda özellikle kadın ve LGBTİ’lere karşı yürütülen savaşın hiç bir zaman bir ahlakı olmadı. Çünkü devlet bizleri bedenimiz ve kimliğimiz üzerinden vurmaya çalıştı hep… Şimdi Temmuz ayı itibariyle üç aylık bir OHAL ilan edildi ki, daha da uzaması gündemde. Bizlerin hayatında çok da bir değişiklik olmayacak. Devletin kendi eliyle uyguladığı şiddet, hiç bir zaman azalmadı bizler için. Devlet şiddeti dışında sokaklarda gerici paramiliter gruplar sadece işin farklı bir boyutu olarak sayılabilir. Ama bizler direnmeyi, mücadele etmeyi bilen bir neslin mirasçılarıyız. Kimseye pabuç bırakacak değiliz.

Elif Kaya – Yeni Demokrat Kadın

Aslında bir yılı aşkın süredir, çözüm sürecinin bitmesi ile birlikte OHAL uygulamalarını yaşıyoruz. Cemaat ile devletin iç çatışması vesilesi ile devlet, OHAL’i resmi olarak deklare etmiş oldu. OHAL ile aslında devletin iç klikleri arasında ki o çatırdamayı düzeltmek, AKP özgülünde devletin kendini devlet içerisinde yeniden dizayn etmek gibi bir dert var. Bütün bunlara kadınlar cephesinden de baktığımızda aslında OHAL ve uygulamalarının bir yılı aşkın süredir yaşandığını görüyoruz. Devletin geliştirdiği her türlü saldırıda kadınlar özel bir hedef haline gelmeye başladı. Gelişen kadın mücadelesinin devleti daha çok pervasızlaştırdığını ve azgınlaştırdığını da görüyoruz biz. Neden? Çünkü kadınlar ciddi bir güç olarak devletin ve erkek egemenliğinin karşısında duruyorlar. Doğallığında, devlette kadın bilincinin ve kimliğinin gelişimini durdurmak için savaşta da kadın bedenini ve kimliğini hedef alıyor diye düşünüyoruz. Bununla mücadelenin yöntemlerine dair birkaç bir şey söylemek gerekirse, kadın örgütlülükleri etrafında geniş kadın kitlelerini bir araya getirdiğimizde aslında buna çok somut cevap olabiliyoruz, devlete geri adım da attırabiliyoruz, bir sürü kazanımda elde edebiliyoruz. Kürtajın yasaklanması ve Özgecan’ın katlini buna örnek verebiliriz. Kobané direnişinde kadınların rolünün, bunun Türkiye’deki kadın mücadelesine yansımasının önemli olduğunu düşünüyorum. Bunlar bizi güçlendiren şeylerdi, bir araya getiren temel meselelerdi. Bu açıdan kadın örgütleri olarak daha fazla bir arada durabilmenin yol ve yöntemlerini biz açarsak, kadınların da etrafımızda daha güçlü bir araya gelebileceğini düşünüyoruz.

Berfin Azdal – HDP PM Üyesi

15 Temmuz darbe girişimine karşı sokağa çıkan kitlenin dün İstanbul’un Kocamustafapaşa ilçesinde genç bir kadına “Neden açık giyindin, darbecisin” diyerek saldırdığı haberi geldi. 15 Temmuz’u, “Allah’ın bir lütfu” olarak değerlendiren Erdoğan ve siyasi iktidarsa ilan ettiği OHAL kapsamında, yayınladığı ilk KHK ile gözaltı süresini 30 güne çıkardı ve ilk uygulama olarak Dersim’de Suruç Şehidi Cebrail Günebakan’ı anmak isteyen devrimci gençlere şafak baskını düzenledi. Baskında genç kadınlar fiziksel ve psikolojik işkencenin yanında cinsiyetçi küfürlere ve tecavüz tehditlerine maruz kaldılar. OHAL Türkiye Devleti’nin yönetim şekli haline gelmiş tecavüz kültürünü pekiştirecektir. Kadınlar ve LGBTİ’lere etkisi gözaltında taciz, tecavüz,   tehdit, cinsel işkence şeklinde olurken gündelik hayattaysa sokaklarda ve meydanlarda özgürce var olamama  olacaktır. Bugün bu gerçeklik karşısında halkların, kadınların, gençlerin, LGBTİ’lerin, emekçilerin tek çıkışı anti-faşist cephede birleşmektir. Kadınlar ve LGBTİ’ler olarak kendimize yönelen sözlü, fiziksel, psikolojik taciz ve şiddet durumlarında özsavunmamız meşrudur. Patriarkal zihniyete hiçbir şekilde göz açtırmamak gerekir bu çetin savaşta. Çünkü OHAL’in de darbenin de ilk hedefi direnişçi kadınlar ve LGBTİ’leridir.

Esra Çiftçi ( Gazeteci)

Şimdi, öncelikle biraz darbe girişimini konuşmamız gerekiyor. “TC” tarihi 10 yılda bir gerek darbe, gerek muhtıra adı altında olağanüstü halleri hep yaşatmıştır. Bu olağanüstü halleri eğer darbeyse bunun karşılığı her zaman kriz dönemlerinde ortaya çıkmıştır. Bir ülkede demokrasi yoksa barış yoksa bütün mevcut sorunlar yani Kürt sorunu, kadın sorunu, işsizlik gibi bütün ekonomik sorunları kapsayan sorunlar çözülmediği sürece her zaman bu tarz krizler ortaya çıkar. Birincisi şuydu; darbe karşıtlığı üzerinden sokağa çıkan bir güruh vardı. Halk demiyorum, toplum demiyorum, bir güruh diyorum. Bu güruh çok ilginçtir. Sloganları hemen hemen bütün mahallelerde, Taksim’de ve her nerede çıktıysalar sloganları hep cinsiyet temelliydi. Yine hatırlarsınız bir asker, polis tarafından gözaltına alınıyor ve ona çocuğun var mı diye soruyor. Asker de evet, var. 8 aylık diye cevap veriyor. Polis de onu bilmem ne yaparım diyor. Bu tarz şeyler yaşanıyor.

Hani yine çok klasiktir. Savaşın en önemli mağdurlarından biri kadınlardır. Doğrudur. Çünkü bütün savaşlarda, darbelerde, kargaşalarda kadınlar her zaman savaş ganimeti olarak görülmüştür. Nitekim 15 Temmuz ve sonrasında yaşananlarda bize bunu gösterdi. Bu anlamda biz kadınlara neler düşüyor? Tabi ki örgütlü olmak düşüyor. Ama örgütlü olmakta yetmiyor. Kadınların artık gerçekten öz savunmasını gerçekleştirmesi gerekiyor. Çünkü biz artık sokakta, her alanda hani o sadece erkek şiddeti, klasik anlamda şiddetle karşı karşıya değiliz. Direk militarizmin, devletin beslediği ve “erkekleşmiş” şiddetin bir parçası olma durumundayız. Benim çok sevdiğim bir söz var.  Hani derler ya “ göz renklerimiz farklı da olsa, gözyaşlarımız aynıdır” diye. Biz kadınların sosyal statüsü ne olursa olsun, yaşadığımız şiddet aynı. Hiç biri birbirinden farklı değil. Benim bireysel anlamda ekonomik gücümün iyi olması veya olmamasının psikolojik şiddetten beni korumadığı ortaya çıkan bir durum. Yani sokaktaki kadın hemcinsi ne yaşıyorsa, o özgürleşmediği sürece benim zaten bireysel özgürleşmem mümkün değil. Şimdi durum böyleyse biz önce kadınlar arasında toplumsal barışı sağlayacağız. Ve bu erkekleşmiş militer devletin ve erkek toplumun gerekirse kafasına vura vura barışı ve eşitliği anlatmamız gerekiyor. Ve yılmamamız gerekiyor.

Senem Alp- Feministler İzmir

15 Temmuz öncesinde de sokakta artan muhafazakârlığın hedefi çoğunlukla LGBTİ’ler ve kadınlardı. Ancak 15 Temmuz sonrası bu muhafazakârlık ve oluşan şiddet, adeta devlet eliyle meşru zemin kazandı. Sokaklarda yapılan saldırılar ve politik dilden anladığımız üzere 7 Haziran sürecinde görünürlüğü iyice artan kadınlar ve LGBTİ’ler, hem toplumsal hem siyasi olarak yeniden geriye çekilmeye çalışılacak. Görünürlük mücadelesi bu anlamda daha da zorlaşacak. Devlet kademelerinin yeniden organize edilmesi ve OHAL sürecinde kanun hükmünde kararnamelerin etkisiyle bu baskı politikasının etkisini daha hızlı görmek zorunda kalabiliriz. Keza özellikle LGBTİ’lere yönelik baskı ve şiddet “toplum huzuru” bahanesiyle meşruluk kazandığı gibi yasal zeminlere de taşınabilir. Şu an için bu uzak vadeli bir kaygı olsa da ülkede her şeyin mümkün olduğunu 15 Temmuz gecesi canlı canlı izledik. Açık giyinmenin ve hatta kapanmamış olmanın hayati riske dönüşme ihtimali -ki dönüştüğü spesifik örnekler var- bir dönemden geçiyoruz. Bu noktada OHAL hâlihazırda sistem içi olan insanların hayatında bir şey değiştirmeyebilir. Ancak batıdaki muhalif hareket için çok hareketli günlerin geldiği bir gerçek. Kürdistan’da aylardır süren bir OHAL var. Aynı şekilde süren bir direniş de var. Ancak batıda otobüste yanına oturan kişinin kim olduğunu bilemiyorsun. Bu ciddi bir paranoya toplumu yarattı. Yıllarca Kürtlere susan insanların “şimdi anladım” demesi çarpıcı bir durum bu açıdan. OHAL’le birlikle kanun hükmünde kararnameler gündeme geldi. Gözaltı süreleri uzatıldı, avukat takibi kısıtlandı. Bu durum taciz ve tecavüzün önünü büyük oranda açacaktır. Bunu seksenlerden doksanlardan çok iyi biliyoruz. Peki, ne yapmalı? Bize göre salt AKP karşıtlığına odaklanmış sınırlı bir politika alternatif üretmekten uzak bir sinizme sürekler. Ki öyle de oldu. Uzun zamandır sokak hareketleri çeşitli politik söylemlerle kendisini geri çekti ve aslında sokağı kaybettik. Yapılması gereken bu süreçten hasar almadan çıkılabileceği yanılgısından kurtulup düşlediğimiz dünyayı tam da bugünden kurmaya çalışmaktır. Bunu yolu istediğimiz şeyi söylemekten geri durmadan sürekli eylemektir.

halkın günlüğü

Share

Brezilya’da Kadınlar İçin Yasa Var Uygulama Yok!

3204E6B800000578-0-RIO_DE_JANEIRO_BRAZIL_MARCH_08_Activists_and_supporters_chant_du-m-74_1457524489535
Kadına yönelik şiddetin ve katliamların sıkça yaşandığı Brezilya’da yasalar olmasına rağmen ne polis ne de mahkemeler üzerlerine düşen görevi yerine getirmiyor
HABER MERKEZİ(05.08.2016)-
Kadına yönelik şiddetin ve katliamların sıkça yaşandığı Brezilya’da yasalar olmasına rağmen ne polis ne de mahkemeler üzerlerine düşen görevi yerine getirmiyor. Brezilya’da kadına yönelik şiddetle mücadele çalışmalarında yer alan Ana Cláudia Mendes, caydırıcı cezaların verilmemesi nedeniyle kadın katliamlarının arttığını söylüyor.

Latin Amerika dünyada kadın katliamlarının en yüksek olduğu kıta. Brezilya dahil bölgede bulunan birçok ülkede kadın katliamları ve kadına karşı şiddete karşı yasalar olsa da hayata geçmiyor. Kadınlar için tehlikeli ülkeler arasında bulunun Brezilya’da her iki saatte bir kadın katledilirken, her 15 saniyede bir ise bir kadın saldırıya uğruyor. www.npr.org, İnsan Hakları Ülke Meclisi İçin Şiddet Gözlemevi’nin konuyla ilgili araştırmasına yer verdi. Araştırmaya göre, Brezilya’da son 4 yılda kadına yönelik şiddet yüzde 39 oranında artarken, 2014 yılından bu yana ise 120 kadın katledildi.

Alexsandra göz göre göre katledilmiş

Alexsandra Moreira da erkek şiddetine uğrayan ve katledilen kadınlardan biri. Eşi tarafından 18 yıl boyunca sistematik şiddete maruz kalan Alexsandra, yaşadığı şiddeti polise bildiriyor. Şikayet üzerine bir kadın sığınma evine yerleştirilen Alexsandra için tehlike geçmiyor. Sığınma evi Alexsandra’nın eşi için uzaklaştırılma kararı çıkarılmasını istiyor ancak mahkeme sığınma evinin bu talebini reddediyor. Bunun üzerine sığınma evi de Alexsandra’nın yer değiştirmesini istiyor. Bunun üzerine ailesiyle birlikte yaşamayan başlayan Alexsandra, eşinin ölüm tehditleri ile karşı karşıya kalıyor. Komşularının söylemine göre, Alexsandra ve ailesi birçok kez polisten onlara yardım etmesini istemiş ama polis hiç birşey yapmamış. Aralık 2015’de 32 yaşındaki Alexsandra işe giderken eşinin saldırısına uğrayıp katlediliyor.

Alexsandra’nın kız kardeşi Silva, “Erkekler bir kadınla olduklarında onlara sahip olduklarını düşünüyorlar. Polis ve mahkemede daha önceden müdahale etseydi kız kardeşim öldürülmezdi” diyor.

Ülkede kadına yönelik şiddetle mücadelede yürütülen çalışmalarda yer alan Ana Cláudia Mendes ise, şiddet olaylarının genelde Kuzey Brezilya’da yaşandığını belirterek, ülkedeki güvenlik güçlerinin ve mahkemelerin erkek şiddetini açığa çıkarıp cezalandırması konusundaki yetersizliğini eleştirdi.

Kaynak: Jinha

Share

Bakırköy’de devrimci tutsaklar koğuşları ateşe verdi

284417_10150257051693271_1473192_n1-642x320

Bakırköy Kadın Kapalı Hapishanesi’nde görüş hakkı gasp edilen tutsaklar protesto amacıyla koğuşlarını ateşe verdi

HABER MERKEZİ(02.08.2016)- OHAL ilanıyla birlikte hapishanelerde işkence ve hak gaspları artıyor. Bakırköy Kadın Kapalı Hapishanesi’nde de tutsaklar dün görüşe çıkarılmadılar.

Bakırköy Hapishanesi’nde görüş hakkının gasp edilmesine, kitapların verilmemesine ve sohbet hakkının uygulanmamasına karşı devrimci tutsaklar koğuşları ateşe verdi.

C-9 ve C-10 koğuşlarındaki DHKP-C’li tutsakların eyleminin ardından hapishaneye ambulanslar girip çıkmaya başladı.

Ateşe verilen koğuşlarda 30 tutsak olduğu belirtilirken, TAYAD’lı Aileler de hapishane önünde beklemeye başladılar. Tutsaklar hakkında bilgi almaya çalışan ailelere polisler “Bilgi alın gidin” dayatmasında bulundu. Aileler ise hapishane önünde beklemeye devam ediyor.

Hapishane önüne gelenler de polisin GBT ve üst arama dayatmasıyla karşılaşıyor.

Hapishane önünde açıklama

Bekleyiş devam ederken hapishane önünde sürece dair Av. Barkın Timtik tarafından açıklama yapıldı. Timtik, DHKP-C tutsaklarının 10 Temmuz’dan bu yana karşılaştıkları baskı ve tecrit koşullarına karşı direniş başlattıklarını hatırlattı. Tutsakların sınırlı sayıda kişiyle görüşe çıkartılmasını, kitap yasaklarını teşhir etti. OHAL gerekçesiyle artan baskılara dikkat çeken Timtik, Bakırköy’de dün tutsakların koğuşları ateşe verdiğini belirtti.

Timtik, hapishane yönetimi ve savcılığın koğuşlara bir müdahalede bulunmadığını ancak Adalet Bakanlığı emir verirse koğuşlara gireceklerini ifade etti. Hapishane önündeki desteğin önemine dikkat çekti. Burada kalmaya devam edeceklerini söyleyen Timtik, tutsakların sağlık durumlarının iyi olduğunu belirtti. Diğer koğuşlardaki tutsakların da kapı dövme eylemiyle destek verdiklerini sözlerine ekledi.

Share

MKP tutsağı Aysel Koç’a yönelik cinsel şiddet teşhir edildi

dhk-basin-aciklamasi 1Demokratik Kadın Hareketi (DKH) MKP tutsağı Aysel Koç’a yönelik cinsel işkenceyi teşhir eden bir basın toplantısı düzenledi
HABER MERKEZİ (01.08.2016) – Demokratik Kadın Hareketi (DKH) MKP tutsağı Aysel Koç’a yönelik cinsel işkenceyi teşhir eden bir basın toplantısı düzenledi.

DKH’nin düzenlediği basın toplantısına, Aysel Koç’un babası Doğan Koç ve Avukat Eren Keskin de katıldı. Basın açıklamasını DKH sözcüsü Gülden Coşkun okudu.

Coşkun’un okuduğu basın açıklamasında, hapishanede idare-asker-doktor işbirliğiyle işkence ve hak gaspları yapıldığı vurgulandı. Açıklamada “Tutsak kadınlar, erkek iktidarının bekçileri tarafından sistematik, cinsiyetçi işkencelere maruz kalıyor. Kendi iradesine sahip çıkan, eril tahakküm ilişkileri karşısında örgütlenen kadınlar sokakta olduğu gibi hapishanede de günü direnişle örmeye devam ediyor. Gebze Hapishanesi’nde bulunan Aysel Koç iktidarın erkek aklının bir pratikte teşhir olduğu cinsel işkence saldırısına uğradı. 27 Haziran tarihinde bizlere gönderdiği mektup ile hastanede doktor tarafından uğradığı cinsel işkenceyi belgeleyerek duyarlılık ve dayanışma çağrısı yaptı” ifadelerine yer verildi.

“Doktor sıfatlı tecavüzcü Cemalettin Yeşilyurt”

Açıklamada Aysel Koç’un gönderdiği mektuptan şu bölüm aktarıldı;

“Sevgili yoldaşlar jinekolojik rahatsızlığımdan kaynaklı muayene olmak için Darıca Farabi Devlet Hastanesi’ne sevkimi yaptırdım ve Cemalettin Yeşilyurt isimli “hekime” muayene olmaya gittim. İlk etapta jandarma ile diyalog kurdum ve dışarı çıkmalarını istedim. Bir şekliyle konuyu çözdük sayılır, sayılır çünkü muayeneden çıktığımda kolluk güçleri içeriye girmişti! Kolluk güçleriyle tartışmam üzerine doktor sıfatlı tecavüzcü bana “Demagoji yapma, geç paravanın arkasına” gibi bir şeyler söyledi. Bunun üzerine tartıştık, hasta haklarımı sıraladım. Yine demagoji yapma dedi ve muayene odasına geçtim bir an önce oradan çıkmak için. Henüz hazırlanmamışken içeri girdi, dışarı çıkmasını söyledim, çıktı ve geldiğinde makinenin başlığını değiştirmesini istedim değiştirdi ama nasıl?! Sonra aleti hızla rahmime soktu ve dışarı çıktı. Aleti kendim çıkardım, sonra hazırlandım ve hapishaneye döndüm. Kanamam hastanede başladı. Ertesi gün hapishane doktoruna çıkarıldım. Yaklaşımı şöyle; “Cemalettin bey iyi bir hekimdir, kötü gününe denk gelmişsin” İki hafta ağrı çektim. TTB ve savcılığa başvurdum. Savcı beni yıldırmaya çalıştı. Ya onun sözcükleriyle suç duyurusunda bulunacaktım ya da odadan çıkacaktım. “Resmi” bir belge olsun diye suç duyurusunda bulundum. TTB’de, savcılıkta soruşturmaya yer olmadığına karar vermiş. Buraya geldiğimde yoldaşlara anlattım ve devamını biliyorsunuz. Utanması, sakınması gereken kişi ben değilim. Kadının-ların kurtuluş mücadelesini veren biri olarak basit kaygılara kapılmamda olası değil. Neler yaşadık, neler yaşayacağız, bir yığın örneği var elbette bu dava burada kalmamalı!”

Açıklamanın devamında OHAL’le birlikte bu işkencelerin daha da yaygınlaşacağını söyleyen Coşkun, “Her zamankinden fazla mücadeleye kenetlenmeli, saldırılara karşı her yerde ses çıkarmalı, topyekun direnişi güçlü bir şekilde örmeliyiz” dedi.

“Suç duyurusunda bulunacağız”

Açıklamada son olarak cinsel işkenceyi meşrulaştırmaya çalışan Sağlık Bakanlığı, TTB, hapishane idaresi, Darıca Farabi Devlet Hastanesi ve Cemalettin Yeşilyurt hakkında suç duyurusunda bulunacağı ifade edildi.

Basın toplantısında konuşan Avukat Eren Keskin ise, Aysel Koç’un epilepsi hastası olduğunu ve sırf bu yüzden dahi daha özenli davranılması gerektiğini, Koç’un bu durumda 7 ayrı hapishaneye sürgün edildiğini aktardı.

Keskin, askerlerin muayene odasından çıkarılmamasının ve savcılığın olayı ciddiye almamasının İstanbul Sözleşmesi’ne aykırı olduğunu söyledi ve “Bu açıklama bir suç duyurusudur. Ancak buna karşın ayrıca suç duyurusunda bulunacağız” dedi.

Cinsel işkencenin psikolojik boyutlarına dikkat çeken Keskin, Aysel Koç’un bir an önce Çapa’ya sevkini istedi.

Aysel Koç’un babası Doğan Koç ise, kızı Aysel’in hapishanede sürekli olarak işkence gördüğünü, son yaptığı görüşte kızının kolunda sorun olduğunu ve sorduğunda ise doktorun işkencesi sonucu olduğunu öğrendiğini söyledi.

Basın toplantısına son olarak Gülden Coşkun, Aysel Koç’a yapılan cinsel işkence özelinde tüm kadınlara yönelik bu tür saldırıların üzerine gideceklerini ifade etti.

halkingunlugu.net

Share

Mülteci Kadınlar Hakları İçin Yollarda

DemoBerlinvsViolenceWomen25Nov2015-0059-e1453459418812
Mülteci kadınlar tarafından kurulan Women in Exil & Friends Derneği öncülüğünde kadınlar, Almanya’nın 15 kentini kapsayan bir yaz turuna çıkıyor. Üç hafta sürecek yolculuk boyunca Almanya’nın her köşesi turlanıp, mülteci kadınların hak ve talepleri yüksek sesle dile getirilecek
HABER MERKEZİ(31.07.2016)-
Farklı ülkelerden gelen mülteci kadın tarafından kurulan Women in Exil & Friends Derneği, otobüslerle Almanya’nın Magdeburg kentinden yola çıktı. Magdeburg’dan başlayan yolculuk 14 Ağustos günü Berlin’de sona erecek. Tur süresince konaklanan şehirlerdeki mülteci kampları ziyaret edilecek. Bu kamplarda kalan kadınlar ve dostları ile ortak çalıştaylar düzenlenecek.

Women in Exil hakkında

Women in Exil, 2002 yılında mülteci kadınlar tarafından mülteci kadınların hak ve taleplerini dillendirmek amacıyla Brandenburg’da kuruldu. 2011 yılında mülteci olmayan kadınlarla da ortak çalışma yürütmeye başlayan inisiyatif, kamu yararını gözeten kuruluş olarak tanındı ve dernekleşerek Women in Exil & Friends  e.V. adını aldı. Almanya’da mülteci statüsü almış kadınlar, statüsü olmayan kadınlarla dernek çatısı altında bir araya gelerek tecrübelerini paylaşıyor. Mülteci kamplarında yaşamak zorunda bırakılan kadınların kendilerini daha güvenli hissetmeleri için projeler üretip yaşam koşullarının iyileştirilmesi için çalışmalar yürütüyor. Diğer feminist ve anti-faşist gruplardaki kadınlarla da cinsel şiddete, ayrımcılığa ve ötekileştirmeye karşı perspektif oluşturuyor ve eylemler planlıyor.

yeniozgurpolitika

Women in Exil & Friends internet sayfasına burayı tıklayarak ulaşabilirsiniz.

Share

DKH: ‘SAVAŞA VE YIKIMLARA KARŞI YAŞAMI BİRLİKTE İNŞA EDİYORUZ’

13900867_167208077023338_1908241559_n-1
HABER MERKEZİ(31.07.2016)-
Türkiye-Kuzey Kürdistan’da devrimci faaliyetlerini sürdüren Demokratik Kadın Hareketi,Faşist TC. Devletinin taş üstünde taş bırakmayarak, yakıp-yıkıp-katlettiği-savaş uçaklarıyla bombaladığı kuzey Kürdistan şehirlerindeki kürt ulusunun yaşamı yeniden inşa etme sürecinde ‘Savaşa ve Yıkımlara Karşı Yaşamı Birlikte İnşa Ediyoruz’ şiarıyla dayanışma kampanyası başlattı.Başlatılan kampanyanın duyurusu şöyle:

Demokratik Kadın Hareketi İstanbul örgütlülüğü ‘Savaşa ve Yıkımlara Karşı Yaşamı Birlikte İnşa Ediyoruz’ şiarıyla Kürdistan illeri için dayanışma kampanyası örüyor. Dayanışma kampanyası kapsamında belirlenen ihtiyaç listesi şöyle;

-Yağ

-Kuru fasulye

-Pirinç

-Mercimek

-Salça

-Mama

-Çocuk bezi

-Kadın pedi

-Battaniye

 

İhtiyaçlar Gazi Demokratik Haklar Derneği ve Sarıgazi Yüz Fikir Kültür ve Sanat Derneği’nde toplanacaktır.

İrtibat numarası: 0553 742 2055

Share

Banu Büyükavcı: ‘Kadın Mücadelesi Zorunludur’

banuYeni KADIN Merkezi Yönetim Kurulu üyesi Dr. Büyükavcı savunmasında ezilen kadınların mücadelesini tarihsel, sosyal, psikolojik ve siyasal arka planıyla irdeledi. 32 sayfalık savunmasında beşbin yıllık süreci ortaya koyan Büyükavcı, iddanamede geçen‘kadınların ayrımcılığa uğradıkları’ anlayışını red ettiklerini, kadınların erkek egemen bir sistem tarafından ezildiklerini, katliama uğradıklarını, tecavüzlere uğradıklarını ve sadece ayrımclık meselesi olmadığını, meselenin emperyalist kapitalist sisteminde ürettiği bir sorun olduğunun bilinçli olarak gözardı edildiğini dile getirdi
HABER MERKEZİ(30.07.2016)-
Münih Eyalet Yüksek Mahkemesinde görülen TKP/ML davasının duruşması 25 Temmuz’da görüldü. Bu duruşmada savunmasını gerçekleştiren Yeni KADIN aktivisti Dr. Banu Büyükavcı, kadın mücadelesinin gerekliliğini ortaya koyarak, davanın sistemin varolan mücadeleye karşı geliştirilen refleksi olduğunu dile getirdi.

Sözlerine tutuklanma sürecinde yaşadığı işkenceleri anlatmakla başlayan Dr. Büyükavcı, izolasyonun en ciddi işkence yöntemlerinden birisi olduğunu vurguladı ve bunun insanlık suçu olduğunu belirtti. 23 saat hücrede tek başına ve bir saat diğerlerinden ayrı olarak havalandırma geçirdiğini vurgulayan Banu Büyükavcı, bu süreçte bazı mahkumlar tarafından şiddet içerikli tacizlere maruz kaldığını dile getirdi. Koridolarda tesadüf eseri başka mahkumlarla karşılaşma durumunda ise o mahkumların sırtlarını dönmek zorunda bırakıldıklarını belirten Dr. Büyükavcı, insanların sosyal varlıklar olduklarını, bu türden işkencelerin insan sağlığı üzerinde önemli etkileri olduğunu belirtti ve Alman devletinin bu uygulmasının insan sağlığına zarar verdiğini belirtti.

Yeni KADIN Merkezi Yönetim Kurulu üyesi Dr. Büyükavcı savunmasında ezilen kadınların mücadelesini tarihsel, sosyal, psikolojik ve siyasal arka planıyla irdeledi. 32 sayfalık savunmasında beşbin yıllık süreci ortaya koyan Büyükavcı, iddanamede geçen‘kadınların ayrımcılığa uğradıkları’ anlayışını red ettiklerini, kadınların erkek egemen bir sistem tarafından ezildiklerini, katliama uğradıklarını, tecavüzlere uğradıklarını ve sadece ayrımclık meselesi olmadığını, meselenin emperyalist kapitalist sisteminde ürettiği bir sorun olduğunun bilinçli olarak gözardı edildiğini dile getirdi.

Tüm dünyada mücadele eden kadınların, mücadelelerinden ve kırıma uğrayan kadınlardan örnekler veren Dr. Büyükavcı, batı Avrupa’da göçmen kadınların sorunlarını dile getirerek, en fazla etkilenen ve dolayısıyla en fazla ezilen kesimi oluşturduğunu belirtti.

Dr. Banu konuşmasını şöyle sonlandırdı: ‘Hayatlarını daha yaşanılır bir dünya uğruna adayan, bu uğurda mücadele eden, zindanlarda yaşamak zorunda kalan ve canlarını veren devrimcileri, demokratları, işçi-emekçileri ve kadınları saygıyla anmayı görevim olarak görüyorum. Savunmamda ortaya koyduğum, insanlığın ve kadınların yaşamak zozunda bırakıldıkları yaşam fotografı ümitsizlik verebilir. Ancak ben ümitsiz ve umutsuz değilim. Tarihin adaletsizlikleri affetmediğini biliyorum. İnsanlığın geçmişin despotlarını ve dikta rejimlerini altettikleri gibi, bugünde yapacaktır

Savunma avukatlarının verdikleri dilekçelerin değerlendirilmesi bölümünde, Türkiye’de 15 Temmuz sonrası yaşanan darbe girişimi ve darbe sonrasında davanın düşürülmesine yönelik dilekçeye federal savcılığın aldığı pozisyon okundu. Savcılık, Türkiye’deki gelişmelerin davanın seyrini etkilemeyeceği,bu davanın düşürülüp düşürmemesinin Alman Adalet makamının yetkisinde olduğu ve Alman dış politikasının bu süreçte ciddi bir değişikliğe gitmediğinden davanın düşürülmesine yönelik savunma avukatlarının verdikleri dilekçenin reddini talep etti. Mahkeme başkanı düşürülme dilekçesi bağlamında savunmaya tekrardan söz hakkı vereceğini ve kararını vereceklerini belirtti.

Savunma avukatlarının verdikleri bir diğer dilekçe ise tercümanın değiştirilmesine yönelik oldu. Mahkeme tarafından görevlendirilen tercümanın simultan tercümeyi gerektiği gibi yapmadığı, yanlış anlamalara sebebiyet verdiği, davalıların genel olarak mahkeme salonunda yapılan konuşmaları anlayamadıklarını örnekleriyle ortaya koydular. Mahkeme bu konudaki kararını bir sonraki duruşmada vereceğini belirtti.

Dava 29 Temmuz’da devam edecek. Bir sonraki duruşmada Seyit Ali Uğur ve Musa Demir savunmalarını gerçekleştiriecekler. Münih ve Bayern Eyaletin’de yaşanan çatışmalardan kaynaklı avukat ve müvekillerin görüşmelerinde sorunların ortaya çıktığını belirten Dr. Büyükavcı’nın avukatı bir dilekçe vererek görüşmelerde zorluk çıkarılmasınıı eleştirdi. Mahkeme senatosu konuyla ilgileneceğini belirterek duruşmaya son verdi.

atik-online.net

Share

“Beyler” yine taarruza geçti! Davetleri kabulümüzdür!

gazete-126Bize dayatılan toplumsal rollerden tamamen sıyrılmak uzun bir mücadele süreci, fakat kendimize ve hemcinsimize karşı açık olmak en kolaylaştırıcı ve kazandırıcı adımdır. Tüm tartışmalarımızda içimizdeki erkeklikle ne kadar açıktan mücadele edersek o kadar özgürleşmeye devam edeceğiz. Çünkü erkek devlet her gün, her saat kadınların yaşamına, haklarına saldırmaktan vazgeçmiyor. Günü şiddetle örgütleyen “TC” bu ırkçı, şoven, cinsiyetçi politikalarını başlattığı topyekûn savaş konseptiyle daha da tırmandıracak. Sınıf mücadelesinin keskinleştiği, herkese önemli sorumluluklar yüklediği bugün, mücadeleyi bulunduğumuz her alanda daha da geliştirmek ve sürekli gericilikle mücadele halinde olmak şarttır

HABER MERKEZİ (29.07.2016) – Halkın Günlüğü Gazetesi 126. sayısında yer alan ” ‘Beyler’ yine taarruza geçti! Davetleri kabulümüzdür!’ başlıklı yazıyı site okuyucularımızla paylaşıyoruz.

Erk iktidarın köşe tutucuları yine kadınlar hakkında konuşmaya başladı. “Düşük profilli” Başbakan acil servislerin aynı zamanda evlendirme dairesi olabileceğini söyledi. Anayasa Mahkemesi, TCK’daki ‘15 yaşını tamamlamamış çocuklara yönelik her türlü cinsel davranışı’ istismar sayan ve 8-15 yıl arası hapis öngören maddeyi iptal etti. Sabah Gazetesi “TC”yi kadın hakları konusunda yerden yere vuran CEDAW raporunu övgüyle halkımıza servis etti. Diyanet İşleri Bakanlığı “Uyuyan insanı öldürmekle kürtaj aynıdır” dedi. Tam bu sırada Cizîr’de vahşet bodrumunda katledilen Sultan Irmak’ın cenazesi teşhis edildi…

Şiddetin yasalaştırıldığı, kadınların devlet desteğiyle öldürüldüğü bu ülkede 2010-2015 yılları arsında 1.414 kadın, bindörtyüzondört dünya katledilmişken, 2016’nın ilk yarısında da 153 kadın katledildi.

Sıralamak bile sabır meselesi ancak bu nutuklara şaşırmıyoruz, çünkü eril iktidarın ‘erkekliği’ toplumsal kurum ve pratiklerde sürekli olarak onaylaması sınıf varlığının zorunluluğudur. Bu tekrarların biz ezilenlerin yaşamındaki tezahürü burjuvaların sınıf aidiyetidir, saltanatlarının teminatı, ideolojisidir. Burjuva sınıfının terbiye aracıdır. Eve hapsedilen, erkeğe zimmetlenen, kendinden başka herkesin ‘malı’ görülen kadının, bu şiddet sarmalı karşısındaki duruşu bile günlük yaşamının bir direnme biçimine dönüşmesine gebedir. Çünkü kadınlar için yaşam hakkı, onların her saniye yeniden uğraşarak kazanması gereken bir mücadele alanıdır. Tüm bunlardan hareketle toplumsal mücadele mevzilerine dönmemiz, kadın mücadelesini her alanda daha da köklü bir şekilde güçlendirmemiz, mücadeleyi bir yaşam biçimi olarak kavramamız hayati önemdedir. Bunca saldırı altında kendi içimize doğru şeffaf, vurucu bir yolculuğa çıkmamız her dönem olduğu gibi bugün de kazanım dolu bir yöntemdir.

Kadın mücadelesine hazır mıyız? Ya da tamam mıyız?

Evet, kadın mücadelesi son yıllarda toplumsal muhalefet içerisinde ciddi bir ivme ve söz kazanmış durumdadır. Özellikle Gezi Ayaklanması ile beraber kadın mücadelesinin daha da etkili bir şekilde güçlendiği, kadın mücadelesi, toplumsal cinsiyet eşitsizliği ve örgütlenme perspektifi üzerine ciddi kazanımlar elde ettiği, erkek devlet tarafından da pekâlâ bilinmektedir. Kadın mücadelesini nasıl daha yaygın bir şekilde öreriz ve çoğalırız sorusu hala en önemli perspektifimiz ve itici gücümüz olarak aktüel tartışma konularımızdan birisidir. Kuşkusuz kadınlar daha çok yan yana geldikçe, birbirlerine dokundukça bu sorunun cevabı pratik olarak kendini var edecektir. Ve kendini çok daha mümkün ve yaratıcı kılmaktadır. Fakat şimdi esasen örgütlü kadınlar olarak kadın mücadelesine ne kadar yakın olduğumuzu tartışmak istiyoruz. Elbette içimizdeki erkekliklere vura vura… Ve bu bağlamda mücadele alanlarında sıkça karşılaşılan öğretilmiş iki rolü masaya yatırıp iyice hırpalamak istiyoruz.

“Kadın mücadelesi gerekli midir?”

Bu soru kadın mücadelesinin görece daha zayıf olduğu dün, daha yüksek sesle soruluyordu. Şimdi genel anlamıyla erkeklerden kopamayan, yalnız onların doğru düşündüğünü; kadını her zaman kıskanç olarak gören, kadın toplantılarını bir konken partisi olarak gören ERKEK ve kadınlar tarafından çokça savunulmuş, ama biz cadıların süpürgesiyle artık kapı eşiğinde yellere savrulmuş fikir fukaralıkları bunlar. Şunu özellikle belirtelim; kadın ve erkeği ideolojik mücadele bağlamında asla aynı yerlere koymuyoruz. Fakat burada teşhir etmek istediğimiz; bilinçlenmeyi yegâne silahı olarak elinde bulunduran devrimcilerin öğretilmiş roller ya da geleneksel rolleri devrimci kurumlar içerisinde sorgulamadan tekrar tekrar üretme gayretkeşlikleridir.

“Kendimi yeterli hissediyorum”

Doğduğumuz andan itibaren kadınlık rolü ile öylesine sarmalanmışız ki, her zaman en mükemmeli olmak için gayret ederiz. Kuşkusuz bunun altında da esasen erkliğe olan hayranlık yatmaktadır. Kadın mücadelesi alanında kendini geliştirmek isteyen kişi, bu hal ile asla kendine ve kız kardeşlerine karşı samimi olmayı başaramaz. Her zaman en harika sözü söylemek ister, tüm ilişkilerini her zaman diğerlerini küçümseyerek yaşar. Ama esasen kendi kimliğine ve cinsine olan yabancılaşmanın enkazı yatmaktadır bunun altında. Kadın mücadelesinde çokça söz söyler fakat kadınlık durumu ile ilgili olarak eleştirildiğine, “Yanlış anladınız, onu demek istemedim” der. Öz itibariyle belki sayfalarca, günlerce tartışabileceğimiz bahsini ettiğimiz bu roller devletin, toplumun, ailenin kadını olanın sonucudur. Heteroseksizm ile her gün defalarca kez dayatılan devlet geleneğidir. Bir adım öndeyiz çünkü öğretilmiş olan her duruma, role, kabule, düzene savaş açmış durumdayız.

Ne o, ne bu her zaman kadın dayanışması! Her zaman mücadele!

Bize dayatılan toplumsal rollerden tamamen sıyrılmak uzun bir mücadele süreci, fakat kendimize ve hemcinsimize karşı açık olmak en kolaylaştırıcı ve kazandırıcı adımdır. Tüm tartışmalarımızda içimizdeki erkeklikle ne kadar açıktan mücadele edersek o kadar özgürleşmeye devam edeceğiz. Çünkü erkek devlet her gün, her saat kadınların yaşamına, haklarına saldırmaktan vazgeçmiyor. Günü şiddetle örgütleyen “TC” bu ırkçı, şoven, cinsiyetçi politikalarını başlattığı topyekûn savaş konseptiyle daha da tırmandıracak. Sınıf mücadelesinin keskinleştiği, herkese önemli sorumluluklar yüklediği bugün, mücadeleyi bulunduğumuz her alanda daha da geliştirmek ve sürekli gericilikle mücadele halinde olmak şarttır. Örgütlü her alanda, toplumsal mücadelenin her kesiminde özel mülkiyete dayalı ilişkilere, geleneksel rollere daha fazla karşı çıkmalı, teşhir etmeli ve yeniyi yaratmalıyız. Unutmamalıyız ki savaşı kendimizle büyütmek bu düzeni temellerinden sarsacak güç olacaktır.

Share

KADINLAR GERÇEKTEN DE “SINIFLAR-ÜSTÜ” MÜ?[1]

615978_470237982999247_825073252_o“Arkadaşım bana haklarımız olduğunu söylerdi.
Bense böyle bir şeyin olmadığını, ‘üçüncü sınıf patateslere’ benzediğimizi,
hayatın böyle olduğunu söylerdim. Kimse bize işçi olduğumuzu,
bir takım haklara sahip olduğumuzu öğretmiyor.”
(Peru’da bir işportacı kadın)
SİBEL ÖZBUDUN- Geriye bakınca, kopuş noktasını tam olarak saptayabilmek kolay değil. Önce, elimizde “sınıf pusulası” vardı. Hemen herşeyi açıklayacak bir çıkış noktası olarak kullandığımız…
Naiftik, doğrudur… Kimilerine göre, “sınıf” kavrayışımız fazla yalınkat, belki fazla mekanikti. Dünyaya “işçi sınıfı”nın gözlerinden bakmaya çabalarken, diğer herşey bize, “Sınıf üzerinden çözülecek” vurgusuyla “tali” geliyordu… Kürt sorunu, kadın sorunu, çevre… Bunların hepsi “devrimden sonra” hâlledilecek konulardı…
Ama dünyanın mevcut hâliyle, gelir dağılımındaki eşitsizliklerle, sömürüyle, tahakkümle derdi olan çocuklardık. Hepimizin düşlerini, herkesin çabasını ortaya koyup, ürettiklerini kardeşçe paylaşacağı, sömürüsüz, tahakkümsüz bir kardeşlik sofrası süslerdi…
Sonra, “sınıf” kavramının analitik kapasitesinin sınırları konuşulur oldu, özellikle Batı’nın sol entelektüel âleminde… Tüm tahakküm biçimlerini “sınıf” anahtarıyla kavramanın mümkün olmadığından dem vurulur oldu. 68’in sokaklara döktüğü siyahîler, kadınlar “sınıf” kategorisi altında birer alt-başlık olarak ele alınmayı arzulamadıkları gibi, üzerlerindeki tahakküm biçimleri tam olarak “sınıfsal” ile örtüşmüyordu… “Irk” ve “cinsiyet” (sonraları “toplumsal cinsiyet”) kavramları tam o anda imdada yetişti. Sınıfa eklemlenebilen, ama tam da ona tabi olmayan tahakküm biçimleri… İlk demlerinde, siyahîleri, göçmenleri, etnik grupları ve diğer ezilen toplulukları, işçilere tabi olmaksızın sistemin ırkçılığına ve ataerkilliğine karşı mücadeleye sevk edebilecek, dolayısıyla da anti-kapitalist cepheyi genişletebilecek yararlı kavramsal araçlar gibi gözüküyorlardı. Dahası, ezilen kesimler arasında farklılıklara (siyahî, kadın, lezbiyen, alt sınıf…) vurgu yaptığı ölçüde, spesifik bir söylemin aynı kategori içerisindeki “farklı” kimlikleri ötekileştirmesinin önüne geçtiği varsayılıyordu: (feminizmin orta sınıf, beyaz, heteroseksüel kadınların ayrıcalıklı söylemi olarak, alt sınıf, siyahî, eşcinsel kadınları “ötekileştirmesi”, ırkçılık karşıtı hareketin azınlık erkeklerin kadınları kendilerine tabi kılmanın bir aracı olarak kullanmaları…) Kabul etmeli, biçimlenmekte olan “Yeni Sol” için eğlendirici bir akıl jimnastiği!
Sonra bildiğimiz herşeyin tersyüz olduğu, “yıkıldı, yıkılacak” dediğimiz kapitalist sistemin çözülen sosyalist blok karşısında kendince “muazzam” bir zafer kazandığı, ve bunun sarhoşluğunda Batı’da emekçilerinin kazanımlarını geri aldığı, ücretleri küresel ölçekte alabildiğine aşağı çektiği, sosyal hakları berhava ettiği, yani o pek sevdikleri terimle “istihdamı deregülarize ettikleri” neo-liberal sulta çağı başladı. Dünya artık tek kutuplu bir yerdi; kapitalizm ise küresel ve ebedi bir sistem. Sınıflar savaşı, burjuvazinin nihai zaferiyle sona ermiş, proletarya da veda edip tarih sahnesinden çekip gitmişti…
Üretken sektörler, bol, ucuz ve talepkârlık düzeyi düşük çeperlere, Güney ülkelerine kaydıkça, metropoldeki “istihdam manzarası” da dönüşmekte, “mavi yakalılar”, gözlerden uzaklaşmaktaydı. Genel ön kabuldeki hâliyle işçi sınıfı marjinalize olurken,[2] bu sürece, neo-liberalizm ideologlarının, “tarihin sonu”, “elveda proletarya” söylemleri eşlik ediyordu.
Post-yapısalcı, post-modern akımların “sınıf bitti, yaşasın kimlik!” çıkışı bu dönemlere rastlar. Böylelikle, tahakküm ve sömürünün çoğulluğu ve çok-veçheliliğine işaret etmek üzere formüle edilmiş olan bir kavram, sömürü ve tahakkümün gerçekleştiği bağlam olan “sınıf”tan, dolayısıyla yeniden dağıtıma ilişkin taleplerden tümüyle yalıtılarak, “fark, tanınma ve temsil stratejileri”ne irca etmiş oluyordu. O andan itibaren, feminist tartışmalar, içinde gerçekleştikleri dünyada neler olup bittiğinden oldukça soyutlanmış temalar çevresinde dönmeye başladı: öznelliğin biçimlenişi, kadın(lığ)ın Oedipal mi, yoksa pre-Oedipal evrede mi biçimlendiği, arzu, beden politikaları, simgesel iktidar… Post-yapısalcı, post-feminist söylemler, kendisi bir fildişi kuleye dönşen akademi içine hapsolacaktı bundan böyle. Feminist “pratik” ise, sponsor destekli projeciliğe indirgendi…
Oysa dar feminist akademianın dışında akan hayat, kadınların yaşamını yeryüzü ölçeğinde, büyük bir hızla ve radikal biçimde dönüştürmekteydi.
Sosyalist sektörün yıkılması ile gerçekleştiğine inanılan neoliberal ü/dis-topya, serbest piyasanın sınırlarını küresel ölçekte genleştirme ideali doğrultusunda işliyor, yakın zaman öncesine dek sosyalist realiteden beslenen toplumsal muhalefet nedeniyle hayata geçiremediği herşeyi -eğitimi, sağlığı, yolları, elektriği, suyu, havayı, yürümeyi, düşleri, boş zamanı, entelektüel çabayı, eğlenceyi, ölümü…- alınıp satılabilir şeylere, metalara dönüştürmek yolunda zincirinden boşanmış bir “yaratıcılık” sergiliyordu.
Yeryüzünün uçsuz bucaksız bir metalar çöplüğüne dönüştüğü koşullarda yaşam, toplumun büyük bölümü, bu arada kadınlar açısından büyük ölçüde zorlaşmaktaydı.
İşgücünü olabildiğince ucuzlatma yolundaki neo-liberal girişim, sosyal haklarından soyunmuş, çıplak ve geçici işgücü arayışında Güneyli genç kadınları yığınlar hâlinde üretime çekerken, 14-15 yaşındaki çocukları, havasız, izbe, rutubetli atölyelerde günde 10-12 saat, boğaz tokluğuna çalıştırmakta, elindekiler yıprandığında fırlatıp yeni, taze işgücünü devreye sokabilmektedir. “Kadrolu çalışma” emekçilerin ezici çoğunluğu için bir hayaldir artık; yeni “norm” taşeronluktur.
Neo-liberal kapitalizm koşullarında emek örgütleri zaaflı, ücretler düşük, çalışma koşulları dünya emekçilerinin büyük bölümü için sağlıksızdır. Dünya ölçeğinde çalışma yaşındaki (15+) kadınların yarıdan fazlası (yüzde 52) istihdam ediliyor olsa da, yakından bakıldığında bunların büyük bölümünün ücretsiz aile işçisi olarak çalıştığı görülmektedir.[3] 2010 verilerine göre çalışan kadınların yalnızca yüzde 34’ü tarım-dışı ücretli bir işte çalışıyor.[4] Dünyada yarı-zamanlı çalışanların büyük bölümü, kadınlar.[5] Kadın ücretleri, aynı işi yapan erkeklere göre bir hayli düşük (Eşit Ücret Yasası’nın 1963’ten beri, yani 52 yıldır yürürlükte olduğu ABD’de kadın ücretleri aynı işi yapan erkeklerin yüzde 77’si kadar! AB ülkelerinde ise, bu oran yüzde 75-90 arasında değişiyor. Ve BM mevcut tempoyla dünyada erkeklerle kadınlar arasındaki ücret eşitsizliğinin, 70 yıl sonra ancak kapanabileceğini ifade ediyor![6])
Yalnız istihdam alanında mı? Kadınlar, dünyadaki ücretsiz ev-içi çalışmanın hemen tümünü gerçekleştiriyorlar. Bir başka deyişle, üretimdeki rolleri bir yana, dünyada yeniden üretimin büyük bölümü, kadınlar tarafından gerçekleştiriliyor.[7]
“Yeni dünya”nın “trend”leri, bilindiği gibi kadın ve çocuk ticaretini küreselleştirdi. Günümüzde fuhuş “sektör”ü, yıllık 156 milyar dolarlık cirosuyla son derece kârlı bir “iş” olmayı sürdürüyor.[8] Bugün dünyada 13 828.700 kadının fuhuş sektöründe çalıştırıldığı kaydedilirken,[9] bu sayının savaşlar ve neden olduğu yıkımla katlanarak arttığını belirtmeye gerek var mı?
Neo-liberalizmin küresel ölçekli bir başka getirisi, emek temelli örgütlenme çabalarını marjinalize ederken, örgütlenme çabalarını de (“devletin küçültülmesi” retoriğiyle uyumlu bir şekilde) “sivil toplum girişimciliği”ne kanalize etmesidir. Bu anlamda, “küçülen” (oysa devlet(ler)in küçüldüğü filan yoktur: onlar devasa askerî-güvenlik komplekslerine dönüşmektedirler. “Küçülen”, devletin sosyal işlevleridir), devletlerin sosyal hizmetlerinin, çoğu küresel finans kurumları tarafından sağlanan fonlarla desteklenen sivil toplum örgütleri tarafından üstlenilmesi beklenmektedir. Bu koşullarda neo-liberal ataerki, bir yandan kadınların emeğinin ve bedeninin küresel ölçekte değersizleşmesini getirir, bir yandan onları örgütsüz ve desteksiz bırakırken, bir yandan da bölgesel kaynaklar üzerine emperyalist rekabetin tetiklediği küresel şiddet ortamında, onları hızla tırmanan bir eril şiddetle karşı karşıya bırakmaktadır. Aile-içi şiddet, kadın cinayetleri bir “az gelişmişlik”, “kültürel gerilik” vb. sorunu değil, tüm dünya kadınlarını tehdit eden bir tehlikedir. Dünya Sağlık Örgütü’nün raporlarına göre yeryüzünde her üç kadından biri fiziksel şiddete uğrarken, “dünyanın en demokratik ülkesi” sayılan (The Economist, 2007) 10 milyon nüfuslu İsveç’te her yıl 100 000 kadar kadının aile içi şiddete uğradığı hesaplanıyor.[10] Afganistan verilerini isterseniz hiç tartışmayalım!
Burada çok sınırlı bir biçimde aktarabildiğim bütün bu verilerden çıkan sonuç(lar) nedir? Birkaç başlık hâlinde özetleyeyim.
  • Öncelikle küresel(-leşen) kapitalizm, ya da bir başka deyişle neo-liberalizm, emekçiler, yoksullar, hele ki kadınlar için hiç de vaad ettiği cennet olmadı. Küresel gelir dağılımındaki eşitsizliği görülmemiş ölçüde arttırırken,[11] sıradan insanların yaşam koşullarını büyük ölçüde zorlaştırdı.
  • Kadınlar, hem üreticiler, hem de yeniden-üreticiler olarak bu zorluktan en büyük payı alanlar oldu. Bugün “yoksulluğun kadınlaşması”ndan söz edilmesi, boşuna değil. Kapitalizm kadınları küresel ölçekte istihdam alanına çekerken, onların “geleneksel/domestik” konumlarında herhangi bir değişimi engelleyecek tarzda işlemekte. Bir başka deyişle, onları ucuz, uysal, geçici işgücü deposu olarak görürken, bir yandan da domestik işleri -devletin sosyal işlevlerini sınırlandırarak ya da piyasaya entegre ederek- bedelsizce kadınların sırtına yüklemekte.
  • Yanısıra, kadınların (ve çocukların) istikrarsızlaşan koşullarda (savaşlar, kırsaldan kentlere göç, işsizlik, yoksulluk) artan oranlarda küresel fuhuş piyasasına çekilmesi, kadın bedenlerinin “değersizleşmesi”nin bir başka veçhesini oluşturuyor.
  • Bu durumda, küresel “servet”in büyük bölümünün, kadınların emeği ve bedenleri üzerinden devşirilmekte olduğunu, yani “kadın sömürüsü”ne dayandığını söyleyebiliriz.
  • Kapitalizmin doğası gereği insan değil kâr-merkezli bir sistem olması, durumları dünyanın her yerinde giderek kırılganlaşan kadınlar lehine destek mekanizmalarını azaltıyor ve kötürümleştiriyor. Bu ise, onları şiddetin domestik dahil her biçimi karşısında daha kırılgan kılmakta.
Hâl böyle olunca, kadınların konum ve durumlarına ilişkin mülahazalar, psinanalitik, kültürel, simgesel, post-yapısal vb.nin yanısıra, ve onlardan daha fazla “ekonomi-politik” perspektiften, bir başka deyişle “sınıfsal bakış açısı”ndan beslenmek zorunluluğuyla karşı karşıya kalıyor. Bir başka deyişle, neo-liberal kapitalizmin küresel sömürü ve tahakküm boyunduruğundan kurtulabilme girişimi, “kadınlık durumu”nun bu boyunduruğu kırmaya ve emekçi insanlığa yeniden eşitlik, özgürlük ve kardeşlik olasılığı sunmaya yönelik Marksist tahlil ve pratik çerçevesine entegre olmasını gerektiriyor.
Çünkü 1980’lerden beri dünyayı tarihte eşi benzeri görülmemiş boyutlarda yağmalayan neo-liberal kapitalizm, kadınların, yoksul halkların, etnik azınlıkların, çocukların talanının sınıfsal sömürü ve tahakkümle doğrudan ilişkili olduğunu, ve bu sistem yıkılmadıkça yeryüzünde hiçbir sıradan insan için (iktisadi, siyasal ve de toplumsal) “özgürlük” olamayacağını bugüne dek görülmemiş bir çıplaklıkla gözler önüne serdi…

 

SİBEL ÖZBUDUN

 

N O T L A R
[1] 19-20 Aralık 2015 tarihinde İstanbul’da düzenlenen ‘Uluslararası Kadın Konferansı’nın ‘XXI. Yüzyılda Kadının Durumu: Mücadele, Yol ve Yöntemleri’ oturumuna sunulan tebliğ… Kaldıraç,  No:180, Temmuz 2016…
[2] Oysa kapitalizmin neo-liberal evresi, bir yandan istihdamı deregülarize eder, biryandan da üretken sektörleri Güney ülkelerine kaydırırken proletaryanın sınırlarını, insanlığın büyük bölümünü kapsayacak tarzda genişletiyordu…
[3] Kadın işgücünün Arnavutluk’ta yüzde 62’si, Cezayir’de yüzde 24’ü, Avusturya’da yüzde 8’i, Azerbaycan’da yüzde 62’si, Bhutan’da yüzde 68’i, Bosna-Hersek’te yüzde 24’ü, Kamboçya’da yüzde 70’i, Kolombiya’da yüzde 51’i, Danimarka’da yüzde 4’ü, Mısır’da yüzde 46’sı, Yunanistan’da yüzde 28’i, Türkiye’de yüzde 42’si… ücretsiz aile işçisi konumundadır. http://data.worldbank.org/indicator/SL.EMP.VULN.FE.ZS/countries.
[4] Population Reference Bureau, The World’s Women and Girls, 2011 Data Sheet.
[5] Arjantin’de tüm yarı zamanlı çalışanların yüzde 63’ü, Avustralya’da yüzde 71’i, Avusturya’da yüzde 81’i, Belçika’da yüzde 80’i, Çek Cumhuriyeti’nde yüzde 70’i, Fransa’da yüzde 80’i, Meksika’da yüzde 57’si, Güney Afrika’da yüzde 66’sı, kadınlar. http://data.worldbank.org/indicator/SL.TLF.PART.TL.FE.ZS.
[6] “Gender pay gap will not close for 70 years at current rate, says UN”, The Guardian, 5 Mart 2015.
[7] Tüm dünyada: Gana örneğini temsili kabul eden UNIFEM verilerine göre, ülkede ücretli kamu işçisi bir kadın, ev işlerine haftada ortalama 30 saat ayırırken, erkek ücretliler için bu süre 9 saati bulmuyor. Bu ise toplam kadın iş gününü haftada 73.4 saate çıkartmakta. Erkek kamu işçilerinde bu süre 56.2 saat. (UNIFEM, Progress of the World’s Women, 2005. Women, Work and Poverty.) Avustralya’da ev işlerine ayrılan süre, kadınlar için 33 saat 45 dk., erkekler için ise 18 saat 20 dk. (http://www.abs.gov.au/AUSSTATS/abs@.nsf/Lookup/4102.0 Main+Features40Marchyüzde202009. ) Kanada’da ise kadınlarda 50.1 saat, erkeklerde 24.4 saat. (http://www.statcan.gc.ca/pub/89-503-x/2010001/article/11546/tbl/tbl006-eng.htm)
[8] İşte bu sektörün “şampiyonları” ve yıllık ciroları: 1. Çin:73 milyar USD; 2. İspanya: 26.5 milyar USD; 3. Japonya: 24 milyar USD; 4. Almanya: milyar USD; 5. ABD: 14.6 milyar USD; 6. G. Kore: 12 milyar USD; 7. Hindistan: 8.4 milyar USD; 8. Tayland: 6.4 milyar USD; 9. Filipinler: 6 milyar USD; ve dünya 10.su, Türkiye 4 milyar USD. (Havocscope, Global Black Market Information, http://www.havocscope.com/prostitution-statistics/)
[9] “Aslan payı, 5 milyon fahişe ile Çin’de… Türkiye, 118 bin fahişeyle listede 9. Sırada. (a.y. http://www.havocscope.com/number-of-prostitutes/)
[10] “İsveç’te Kadına Şiddet Çarpıcı Seviyede”, 6 Aralık 2013… http://www.trthaber.com/haber/dunya/isvecte-kadin-siddet-carpici-seviyede-111348.html.
[11] ‘The Forbes’ dergisinin yayınladığı, “Dünyanın En Zenginleri 2015” listesinde yer alan 1826 kişinin toplam kişisel serveti, 7.05 trilyon dolar. (http://www.cnnturk.com/fotogaleri/ekonomi/dunya/forbes-2015in-milyarderlerini-acikladi?page=5) Bu yekûn, dünyanın en yoksul 17 ülkesinin toplam gayrısafi yurt içi hasılasına denktir!

 

Share

Çözüm Halkların Kurtuluş Mücadelesidir!

image
Halkın Günlüğü Gazetesi Köşe yazarlarından Aycan Solmaz’ın 126. sayıda yayınlanan yazısını site okurlarımız ile paylaşıyoruz.
Türkiye-Kuzey Kürdistan’da 15 Temmuz’da yaşanan darbe girişimi Erdoğan/AKP iktidarına karşı “TC” ordusu içinde bir grup askerin başlatmış olduğu darbe girişimi olup kliklerin kendi iç dalaşlarının halklara yansımasıydı. “TC” tarihinde birçok darbeler yaşanmış, bu darbelerin sonucunu da en ağır biçimde emekçi halklar ödemiştir. Bugün de görünen Erdoğan ve belli uluslararası güçlerin de desteklediği cemaat çatışmasıdır. Düne kadar siyasi iktidarla yan yana yürüyen cemaat birçok işlere imzasını atmıştı. KCK’ye yapılan operasyonlar ile devrimci sosyalistlere uygulanan baskı ve operasyonlar bunların önemli örneğidir. Dün Kuzey Kürdistan’da uygulanan insanlık dışı vahşetin baş mimarları, plaketlerle, övünç madalyalarıyla halkımızın “kahraman askerleri” bugün Erdoğan/AKP iktidarına karşı yapılan darbe girişiminde bulunan askerler olarak linç edilip çıplak soyularak hain ilan edildiler. İktidarın gerici IŞİD zihniyeti tam da burada kendini göstermiştir. Demokrasi havariliği yapan, cihat çağrılarıyla sokağa dökülen IŞİD zihniyeti başta Alevi, devrimci ve yurtseverlerin yaşadığı mahallelerde yeni katliamların önünü açmaktadır. Halkların üzerinde estirilen gerici şiddet ve gerginlik azınlık etnik kimlikler üzerinden ırkçı bir kamplaşmaya götürülmektedir. İktidarın kendi içinde yaşadığı siyasal krizin bedelini ezilen haklar ödememeli. Yaşanılan darbe girişiminin Erdoğan/AKP iktidarının çemberini genişleteceği açıktır. Asker, polis, hâkim ve savcılara yapılan operasyonlarla görevden alınmaları da buna işarettir. Yeni savaş kurmaylarının hızla göreve getirilmesiyle ülkemiz üzerinde oynanacak yeni oyunların kimlere hizmet edeceği açıktır. Bu yaşananlara karşı yapılacak yöntem bellidir. Ezilen, emekçi halklar hiçbir zaman siyasi iktidarların kirli oyunlarını tercih edemezler. Hâkim sınıfların gerici klik savaşı isimler değiştirebilir, fakat bugünden yarına son olmayacaktır. Bizler cephesinden çözüm yöntemi halkların kurtuluş mücadelesidir. İktidar toplumsal muhalefete dönük savaş politikalarını ve gerici politikalarını hız kesmeden uygulamaya devam edecektir. Türkiye-Kuzey Kürdistan’da tüm ezilen emekçi halklara yönelik savaş konseptini tersine çevirmenin yolu bütünlüklü olarak hakların birleşik örgütlü mücadelesinden geçecektir. Bugün öfkemizi sınıf kinine dönüştürerek içinden geçtiğimiz bu süreçte tarihsel devrimci misyonumuzu bilince çıkararak halkların devrimci öfkesini devrimci savaşa dönüştürmenin zamanıdır.

Aycan Solmaz

Share

2016’da 3 bin göçmen Akdeniz’de boğuldu

akdenizde-2-yilda-10-bin-gocmen-boguldu
2016’nın başından bu yana 3 binden fazla göçmenin Avrupa’ya girmek isterken Akdeniz’de boğularak yaşamını yitirdiği açıklandı
HABER MERKEZİ(27.07.2016)- Uluslararası Göç Örgütü (IOM), 2016’nın başından bu yana 3 binden fazla göçmenin Avrupa’ya deniz yoluyla girmek isterken yaşamını yitirdiğini duyurdu.

BM Cenevre Ofisi’nde düzenlenen basın toplantısında konuşan IOM Sözcüsü, 2016’nın başından bu yana 383’ü Ege Denizi’nde olmak üzere 3 binden fazla göçmenin Akdeniz’i geçerek Avrupa’ya deniz yoluyla girmek isterken boğulduğunu, 249 bin 854 göçmenin ise Avrupa’ya girmeyi başardığını söyledi.

IOM’nin verilerine göre, 2016 başından 24 Temmuz’a kadar geçen sürede Avrupa’da deniz yoluyla en fazla göçmenin giriş yaptığı ülke Yunanistan oldu. Yunanistan’a bu yıl 159 bin 657, İtalya’ya 88 bin 351 sığınmacı girdi.

Verilerde, Avrupa’ya girmeyi başaran göçmenlerin üçte birini Suriyeli olduğu, 78 bin 779 Suriyeli göçmenin Avrupa’ya girdiği belirtildi. Suriyelileri 40 bin 878 kişi ile Afganistan, 25 bin 607 kişi ile Irak’tan gelenler takip etti.

Share

Eren Keskin İle Röportaj: İHD’nin 30 Yılı

ihd
27 yıldır İHD’de insan hakları savunuculuğu yapan Eren Keskin, iki kez silahla vuruldu, yüzlerce tehdit aldı, cezaevine girdi ama hiç vazgeçmedi: ‘’Sana ne kızım sen kadınsın git evinde otur’ diyen de çok oldu. Duymadığımız küfür ve taciz kalmadı. Ama biz vazgeçmemeyi öğrendik’
HABER MERKEZİ(26.07.2016)- 
17 Temmuz 1986 tarihinde kurulan İnsan Hakları Derneği (İHD), işkence, gözaltında kayıplar, Kürdistan’da yaşanan savaş suçları ve ifade özgürlüğü gibi birçok alanda mücadele etti. 30 yıl önce, 12 Eylül 1980 askeri darbesine karşı kurulan bu kurumda Eren Keskin hem bir kadın olarak tüm toplumsal kalıpları yıkması, hem de uzun yıllar verdiği emek ile sembol isimlerden oldu. Keskin, söz söylemenin bile imkansızlaştığı zamanlarda ısrarla ve inatla “kadın başına” insan haklarından bahsetti. Yaptığı çalışmalar nedeniyle hakkında yüzlerce dava açıldı, tehditlere, tacizlere maruz kaldı. Gazetelerin, hakkında linç kampanyaları örgütlediği zamanlarda en çok da kadın kimliğine saldırıldı. Hatta Fatih Altaylı, gazetedeki köşesinden taciz çağrısı yapmaya bile cesaret edebildi. Ancak Eren Keskin, yine de vazgeçmedi. Keskin ile İHD’nin 30’uncu yılını ve verdiği mücadeleyi konuştuk…

*Ne kadar zamandır İHD’desiniz?

Yaklaşık 27 yıldır.

*27 yıllık mücadele deneyimlerinizden de yola çıkarak şunu sormak istiyorum; İHD olmasaydı ne olurdu?

İHD, aslında 1980 askeri darbesinin karşısında kurulan ilk sivil toplum kuruluşu. Yani darbeden sonra ilk İHD’nin kuruluşuna cesaret edebilmiş insanlar ve kurulduktan sonra militarizme karşı durmayı temel almış bir dernek. İHD, aynı zamanda Kürt sorununun kamoyunda tartışılması için de çok çalışma yaptı ve bu yüzden çok suçlandı. Mesela 1990’larda eğer İHD olmasaydı; biz Kürdistan’da işlenen hiçbir suçu bugün bilmiyor olacaktık. Yani bugün akademisyenler bile o dönemi çalışırken İHD raporlarının üzerinden çalışıyorlar. Biz o zamanlar çok yalnızdık, ben 89’da girdim İHD’ye ve 90’la birlikte önce dernekte bir ayrışma yaşadık. O da Vedat Aydın’ın Kürtçe konuşması. İlk defa darbeden sonra, İHD kongresinde ilk kez birisi Kürtçe konuştu. Bu tabi o dönem Kürtçe yasak dil olarak kabul ediliyordu. Yani öyle bir mücadeleydi ki bu, sonunda Vedat abinin ölümüne neden oldu. Vedat Aydın’ın öldürülmesiyle birlikte, aslında İHD’de birbirimizle kaynaşarak mücadele etmenin gerekliliğini de yaşadık.

*Yani iki tarafı bir yerde de buluşturdu…

Şöyle Vedat Aydın’ın Kürtçe konuştuğu günü, çok iyi hatırlıyorum, 90 kongresiydi, Ankara’da, Vedat Abi Kürtçe konuşmaya başladığı anda salonu çevik kuvvetler sardı ve salon ikiye ayrıldı. İnsan hakları savunucuları orada ikiye ayrıldılar, bir kısmı Vedat abiye bağırıyordu: ‘Ya derneği bitirdiniz, niye Kürtçe konuşuyorsunuz, derneği kapatacaklar’ filan diye. Bizler de Vedat abiyi alkışlıyorduk, yani resmen ikiye ayrıldık. Sonra o ayrışma yaşadığımız arkadaşlarımız da bizim yanımızda oldular ama orada cesur tavrın nasıl olduğunu da bir bakıma gösterdik. Çünkü ben İHD’de şunu öğrendim. Birincisi ‘taraf ama objektif’ olmayı, yani ezilenden yana, ezilen ulus, ezilen cins, ezilen sınıf, ezilen kimlikler, bunlardan yana olmak ama onlar da bir suç içlerlerse onlara da tavır alabilmek. Bunu biz ‘taraf ama objektif olmak’ olarak tanımlıyoruz. İkinci öğrendiğim şey de şu oldu; sizi koruyan tek şey cesarettir. İHD bu anlamda bir okul oldu.

Vazgeçmemeyi öğrendik

Biz 90’larda, yapayalnızdık. Çevremizde ne akademisyenlar vardı, ne sanatçılar vardı ne de yazarlar. Birkaç onurlu aydın vardı yanımızda, gazeteci, yazar ama çok azdı. Ve biz Kürdistan’da her hak ihlali olduğunda hemen oraya rapor hazırlamak üzere giderdik. Tabii ki çok zor koşullarda çalıştık, çok tehditler yaşadık, silahlı saldırılara maruz kaldık ama vazgeçmemeyi de öğrendik. İHD olmasaydı sorusuna cevap verirsek, bence bu coğrafyada az da olsa bir demokratik çıkış yapabilecek iç kamuoyu varsa bunun ilk tohumlarını atanlardan biri İHD’dir. Darbe sonrası cesaret aşılamıştır, bu anlamda ben İHD’nin çok önemli bir kurum olduğunu düşünüyorum.

*Bugün bile kadınların toplumsal alandan uzaklaştırılmaya çalışıldığını düşününce, siz o dönemlerde ne gibi sıkıntılar yaşadınız?

Yani tabii ki çok fazla sıkıntı yaşadık, yaşadım. Çünkü kadınlar her alanda olduğu gibi, insan hakları alanında da iki kere eziliyorlar. Bir kere her şeyden önce tacize uğruyorsunuz. Yemediğimiz, duymadığımız küfür ve sözlü taciz lafları kalmadı. Ben 1996 ve 2001 olmak üzere iki kez silahlı saldırı yaşadım, biri Diyarbakır’da diğeri İstanbul’da. 1995’te cezaevinde kaldım. Kürdistan kelimesini bir yazımda kullandığım için. Bir yıl meslekten yasaklandım, 2002’de. Yine Kürdistan kavramını kullandığım için. Biz Öcalan’nın Türkiye’ye getirildiğinde ilk avukatlarıyız. Çok saldırılara maruz kaldık o dönem. Ben 6 ay evime gidemedim çünkü kocaman pankart asmışlardı apantmanıma; ‘Ne mutlu Türküm diyene’ diye. Sokaklarda saldırılara uğruyordum, yani korkunç günlerdi o günler. Daha sonra Taha Akyol, Milliyet Gazetesi’ne bir yazı yazdı; bunlar avukat ne yapıyorsunuz diye, birazcık ortalık durdu. Ve ben o dönem yaşamadığım kadar taciz yaşadım, basın yoluyla. ‘Sana ne kızım sen kadınsın git evinde otur’ diyen de çok oldu. O kadar çok küfürler yazıldı ki. Erkek arkadaşlarımız da çok taciz yaşadı ama erkekler cinsel taciz yaşamıyorlardı, ben bunu çok yaşadım.

*Bu 27 yıl içinde kadınlarla ilgili bir anınız var mı sizi etkileyen?

Çok var aslında. Mesela Vedat abi öldürüldükten sonra karısı Şükran’ın ifadesi alınacaktı ve biz Şükran’ın yanındaydık ifadesi alındığı sırada. O zaman Susurluk’ta öldürülen polis şefi beni tehdit etti, benim sorguya giremeyeceğimi söyledi. Ve ben ‘Hayır, sorguya gireceğim’ dedim. Çünkü orada Şükran’ı yönlendirmeye çalışıyorlardı, yani suçu PKK’nin üzerine atmaya çalışıyorlardı. Ben de çıkmayacağımı, müvekkilimi yalnız bırakmayacağımı söylüyordum sürekli ve o da beni tehdite devam ediyordu. O sırada Şükran, elini masaya vurarak; ‘Avukatımı dışarı çıkarırsanız, ben de ifade vermem’ dedi. Ve o ortamda. Çünkü görüntü çok korkunçtu, her yerimizde özel tim, herkes silahlı, silahlar bize doğrultulmuş, hiçbir can güvenliğimiz yok. Orada hem bir kadın dayanışması hem de kadının gücü vardı. Bunun gibi çok fazla olay var.

*Yoğun olarak kadın davalarına da baktınız, özellikle Kürdistan’da cinsel işkence davalarına…

Şimdi cinsel işkence davalarına baktığımız ayrı bir kadın grubu, hukuk büromuz var. Yani İHD olarak değil. Karma kurumlarda kadın mücadelesi tabi ki verilebilir ama etkili bir kadın mücadelesi için mutlaka özgün olması gerektiğini düşünüyorum. O nedenle biz özgün olarak ‘Gözaltında Taciz ve Tecavüze Karşı Hukuki Yardım Bürosu’ oluşturduk. O ayrı ve özgün bir çalışma.

*İHD içindeki kadınların oluşturduğu bir grup mu bu?

İHD içinde de kadın komisyonu var. İHD kadın komisyonu da her zaman her türlü şiddet, kadına karşı şiddet, siyasete katılımlarındaki engeller vb. konularda çalışmalar yapıyor.

*İHD kadın komisyonu ne kadardır var?

İHD kadın komisyonu yaklaşık 20 yıldır var. İHD, karma gruplara göre biraz daha kadınların özgür olduğu bir kurum aslında. Kendi kurduğumuz örgütler de biraz erkek egemendir. Ancak İHD’nin şöyle bir farkı var. Mesela bizim birçok şubemizde kadınlar çoğunluktadır, yönetimlerde. Belki de erkeğin olduğu her yerde daha şiddetli bir mücadele var. Ama İHD daha demokratik, daha yumuşak, daha herkesi kapsayacak bir mücadele biçimi. Mesela siz politik olarak faşizme karşısınızdır, faşizme karşı mücadele edersiniz ama İHD’de ben işkence gördüm diye gelen bir faşistle de diğer bir başkasıyla ilgilendiğiniz gibi ilgilenmek zorundasınız.

*Evet darbe girişiminin ardından da şu çağrınız vardı; işkence gören askerler de gelip bize başvurabilirler.

Tabi bu İHD’nin genel kuralı, yani işkenceciye bile işkence yapılamaz diyoruz. Başka politik bir örgüt böyle bir şey söylemez genelde. İHD darbeye karşı kurulmuş bir dernek, askeri darbenin sonuna kadar karşısında ama darbecilere dahi işkence yapılmasına  karşıyız. Yani farkımız burada, başkalarını kızdıran da bu.

*Darbe girişiminin ardından çok konuşulan bir konu da sokağa inen erkeklik, tacize ve saldırıya uğrayan kadınlar…

Zaten şöyle söyleyeyim, militarizm erkek egemenliğin son aşamasıdır. Bugün darbe yapanlar da militaristtir, darbeye karşı sokağa çıktığını iddia edenler de. Yani militarizmin araçlarını kullanıyorlar ve erk harekete geçmiş durumda. Ve bunun en büyük mağduru yine kadınlar. Sokakta insanları linç eden, öldüren erkekler acaba eve döndükten sonra hınçlarını eşlerinden çıkarmıyorlar mı? Kaç kadın dövüldü bu süreçte? Yani bunu biliyor muyuz? Hayır, bilmiyoruz. Ki bireysel silahlanmadan söz ediyor hükümet yetkilisi. Bireysel silahlanmanın da en büyük mağduru yine kadınlar olacak. Çünkü her kadın cinayeti o verilen silahlarla işlenecek. Ayrıca bize de bu tür çok fazla bilgi geliyor, özellikle akşam 7’den sonra kadınlar kalabalıkların toplandığı o yerlerde, Taksim’de, çok zor yürüdüklerini söylüyorlar. Tacizkar lafların atıldığı, küfürler edildiği, kıyafetlerine yönelik eleştirilerde bulunulduğuna yönelik iddialar geliyor. Bunların hepsi son derece tehlikeli ve tamamen erkek olmakla ilgili bir şey.

Kaynak: Özgür Gündem

 

Share

Tüm dünyada Êzidi kadınlar için bir dakika

fft99_mf4669053
Şengal Êzidî Kadın Meclisi tarafından yapılan ‘3 Ağustos Kadın Kırımı ve Soykırıma Karşı Uluslararası Eylem Günü’ olması yönündeki çağrıyla tüm dünya ülkelerinde kadınlar, 3 Ağustos saat 11.00’da bir dakikalık ‘sessiz eylem duruşu’ gerçekleştirecek
HABER MERKEZİ(26.07.2016)- Şengal Katliamı’nın yıldönümü olan 3 Ağustos’a sayılı günler kalırken, katliamın ardından Şengal dağlarında yeni bir yaşam inşa eden Êzidî kadınlar, meclislerini oluşturarak, tüm dünya kadınlarına 3 Ağustos’un “Kadın Kırımı ve Soykırıma Karşı Uluslararası Eylem Günü” olması yönünde çağrıda bulunmuştu. DAİŞ’in elindeki Êzidî kadınların kurtarılmasına dönük oluşturulan Zorla Alıkonulan Kadınlar İçin Mücadele Platformu da çağrıya ortak oldu. Yapılan çağrı üzerine harekete geçen kadınlar, 3 Ağustos’ta dünyanın birçok ülkesinde ‘Bir dakikalık sessiz eylem duruşu’ yapacak.

Parkta, sokakta, her yerde…

KJA Koordinasyonu’ndan Ayşe Gökkan, Şengalli kadınların 3 Ağustos’a ilişkin yaptığı çağrıya tüm dünya kadınlarının destek vermesi gerektiğine vurgu yaptı. Gökkan şu sözleri ifade etti: “Rojava, Güney, Kuzey Kürdistanlı ve Kıbrıslı kadınlar bu çağrıya yanıt vererek, dünyaya yayma çabası içine girdiler. Kadınlar 3 Ağustos’ta saat 11.00’da bir dakikalık ‘sessiz’ duruşta bulunmalıdır. Kapısının önünde olsun, mahallesinin içinde, parkta, işyerinin önünde olsun kadınlar birbirini örgütleyerek bu eyleme destek vermelidir. Özelikle Batman, Amed, Riha, Mêrdîn, Dîlok ve Semsûr’da olması lazım. Dîlok ve Semsûr’u niye önemsiyoruz? Çünkü DAİŞ’in asıl konumlandığı şehirler buralardır ve biliyoruz ki AKP hükümeti destek veriyor. Türkiyeli kadınlar da bu eylemi güçlü bir şekilde sahiplenmelidir. Şengalli kadınlar bu eylemi sadece kendileri için değil tüm dünya kadınları için yapıyor.”
Kaynak: Özgür Gündem

Share

Van’da Bir Kadın Eşi Tarafından Katledildi

içerik-9-758x758
Van Başkale’de bir kadın, eşi tarafından 18 kurşunla katledildi. İsmini vermek istemeyen köyden bir yurttaş: “Berivan cezaevinden çıkan abisini ziyaret için gittiği köyde dört gün kaldığı için dönüşte evinde eşi tarafından katledildi”
HABER MERKEZİ(26.07.2016)- 
Van’ın Başkale ilçesinin Erkonağı Köyü’nde 22 Temmuz Cuma akşamı Berivan B. adında 4 çocuk annesi kadın eşi R.B tarafından 18 kurşunla katledildi. Köyden ismini vermek istemeyen cinayetin görgü tanığı BirGün’e şöyle konuştu: “Bunlar 15-16 yıllık evli çift. Berivan cezaevinden çıkan abisi H. Y’yi görmek için köyüne baba evine gitti fakat kocası R.B’den 3 günlük izin almış ve 4 gün kaldığı için eve döndüğünde çıkan tartışma sonucu R.B, eşi Berivan’ı B’yi 18 kurşunla katletmiş. R.B evdeki hizmetkarlara cesedi dereye atın demiş. Ancak cenaze hastaneye gönderildi”

İsmini vermek istemeyen yurttaş, Berivan’ın cenazesinin şu an otopsi için Van Eğitim ve Araştırma Hastanesi’nde bekletildiğini ve ardından İl köyünde defnedileceğini belirtti.

Görgü tanığı yurttaşın iddiasına göre, Berivan’ın kayınpederi H.B’nin amcası M.B bir dönem Refah Partisi ve bir dönem de ANAP’tan milletvekilliği yapmış. Ayrıca bir başka iddia da, H.B iki sene önce Berivan B’nin ailesinden genç bir kadını kaçırmış ve o kadından hala haber alınamadığı yönünde.

 

Kaynak: Birgün

Share

Arjantin’de toplu emzirme eylemi

57018

Arjantin’de bir parkta genç bir annenin bebeğini emzirirken polis tarafından park dışına çıkarılmasını kadınlar toplu emzirme eylemiyle protesto etti.Arjantin’de geçen hafta bir parkta genç bir annenin bebeğini emzirirken polis tarafından uyarılarak park dışına çıkarılmasını binlerce kadın toplu emzirme eylemi yaparak protesto etti
HABER MERKEZİ(26.07.2016)-
Buenos Aires yakınlarında San İsidro kentinde meydana gelen olay sonrası sosyal medyada örgütlenen binlerce kadın Arjantin’in bütün büyük şehirlerindeki meydanlarında bir araya gelerek bebeklerini emzirdi.
Geçen yıl meclis oturumunda bebeğini emzirdiği için tartışma konusu olan milletvekili Victoria Donda da “tetazo-büyük emzirme” adı verilen eyleme iki yaşındaki kızıyla birlikte destek verdi.
2 gazeteci de, sokakta emziren kadına uygulanan polis şiddetini protesto etmek için, haber sunarken bebeklerini emzirdi.

Share

4 Devrimci Kadın Tutsak Hapishanelerdeki Yeni “yasak”ları Anlatıyor

Kadın-mahkumlardan-Onur-Yürüyüşüne-destek-mektubu3
Bulunduğumuz hapishanede ‘gizli’ genelgenin içeriğine göre şekillenen bir yönelim mevcut. Son dönemde iki gün üst üste arama adı altında hücrelere girip yağmalıyorlar adeta, çek pas saplarının boylarının kısaltılmasından tutalım da peynir kutularımızdan, ekmek sepetlerimize ‘fazla’ denerek el koyuluyor ki bunların hepsi kantin yoluyla temin edilen ihtiyaçlar. Ve bunların ‘fazla’ olmasına biz değil artık hapishane idareleri karar verir oldu. Geçenlerde yemeklerden üç arkadaşımız zehirlendi, bir adli tutsak aynı gece kalp krizi geçirip yaşamını yitirdi.

AYSEL KOÇ

KADIN KAPALI HAPİSHANESİ C-1

SİNCAN- ANKARA

***

Merhaba Adil,

İyi olmanızı diliyor, selam ve sevgilerimizi gönderiyoruz. Bizlerde iyi sayılırız çünkü şu süreçte iyi olmak için epey efor sarf etmek gerekiyor.  Neyse ben şimdi başladım mı susmam şimdi, ilk mektupta sıkıcı konulara girmeyeyim. Öncelikle beni-bizi tanıtmam yerinde olacak sanırım.

İletişim adresinizi Erdal yoldaştan (Süsem) aldık. Sincan kadın kapalı hapishanesinde dört yoldaşız. İlk elden iletişimi kurmak için birimiz yazalım dedik.  Hapishanelere dönük yapmış olduğunuz çalışmaları vs. takip ediyoruz. Bu ve benzeri konular bizden de azade değil bu nedenle direk iletişimde olmayı istedik. Umarız sizin tarafınızdan da kabul görür.

Bizler (Sevinç Sönmez, Bahar Demir, Alev Yarar) uzun bir süredir farklı hapishanelerdeydik. Mayıs ayı itibariyle mahkememiz nedeniyle bir araya geldik. 2012 Kasım ayından beri davamız sürüyor,  Yargıtay’a gitti dosyamız usûl yönünden bozup tekrar ‘yargılamaya’ başladılar. Dosyamız bir hayli teferruatlı. Ağırlaştırılmış M.(müebbet) ile ‘yargılanıyoruz.’ Haziranın 28’in de Yargıtay sonrası ilk duruşmamız görülecek.

 Biraz da buralardan bahsedeyim diyeceğim ancak çok da yabacısı değilsiniz buralaraSon dönemde birçok hapishanede olduğu gibi burada da kimi uygulamalar devreye girdi. Herkesin bildiği, söylediği gibi dışarıdaki baskı katliam furyasının firar gerekçe gösterilerek hapishanelerdeki uygulama metodu bunlar. Kuşkusuz her baskının karşısında olan bir direnç var! Bulunduğumuz hapishanede ‘gizli’ genelgenin içeriğine göre şekillenen bir yönelim mevcut. Son dönemde iki gün üst üste arama adı altında hücrelere girip yağmalıyorlar adeta, çek pas saplarının boylarının kısaltılmasından tutalım da peynir kutularımızdan, ekmek sepetlerimize ‘fazla’ denerek el konuluyor ki bunların hepsi kantin yoluyla temin edilen ihtiyaçlar. Ve bunların ‘fazla’ olmasına biz değil artık hapishane idareleri karar verir oldu. Geçenlerde yemeklerden üç arkadaşımız zehirlendi, bir adli tutsak aynı gece kalp krizi geçirip yaşamını yitirdi. Ancak olan bitenden dışarıyı yani duvarın öte tarafını haberdar etmek oldukça  güçleşti. Son dönemde yeni tutuklanıp gelen arkadaşlarımıza çıplak arama dayatılmakta, çıplak arama yaptırmayan eski tutsaklara ise ‘çıplak arama yapılmadığına dair’ evrak imzalatılmaya çalışılmakta. Hatta ülkenin har tarafını HES’lerle çeviren bu zihniyet, havalandırmanın yıkanmasını yasaklayarak, yıkandığı taktir de ‘cezaların’ devreye gireceğini anons etmekte. Zaten son genelgeyle birlikte leğen gibi temizlik amaçlı kullandığımız gereçler toplanarak temizlik sınırları aşağı çekildi!  Bir de üstüne su tehditleri geldi ki değmeyin keyfimize.

Elbette sorunlar sadece bunlarla bitmiyor. Şu anda bu hapishanede 80 siyasi kadın tutsak bulunmakta ve bunların bir çoğu son dönem tutsak düşen belediye görevlileridir. Şu anda arkadaşlar üç kişilik hücrelerde 6 kişi kalıyor. Ve biz 4 kişi, 7 kişilik olan Ağırlaştırılmış hücre bölümünde 4 kişi kalıyoruz. Geçtiğimiz günlerde de 3 arkadaşı yanımızdan aldılar. Bu şu demek aslında kimi arkadaşlarımız 6 kişi kalarak 3 kişilik hücrede biz yanımızda yer olmasına rağmen 4 kişi kalıyorsak bunun adı yalnızlaştırmaktır. Çeşitli atölyeleri farklı siyasetlerden arkadaşlarla kullanabileceğimizi söylememize, ısrarcı olmamıza rağmen biz ayrı olarak çıkartılıyoruz. Bu durumda yalnızlaştırma politikasının sistemli ve görünür durumda olduğunun kanıtıdır. Bulunduğumuz bu hücrelerde mutfak vs. yok. Doğal olarak sınırlı olan mutfak malzemelerimizi banyo ve tuvaletin bir olduğu ufacık, sağlıksız bir ortamda yıkıyoruz. Ve biz hala  tutukluyuz buna rağmen ağırlaştırılmış hücrelerde kalıyoruz. Ağırlaştırılmış tutsaklardan bir farkla kapılarımız açık!

İlk mektupta sizi sıkmayayım dedim ancak şu ufacık alanda insanın her gün karşılaştığı şeyler olunca yazmamak mektuplara işlememek işten bile değil. Biraz başınızı ağrıttım kusura bakmayın lütfen.

Sizler neler yapıyorsunuz? Hapishanelere dönük resim yorumlanması projeniz bitti son halini gördüm. Kimileri için ufak şeyler gibi görünse de aslında çok anlamlı. Herkes bu kadar duyarlı olsa! Gerçi bu biraz yaşanmışlık ve bu yaşanmışlıklara bağlı olarak yaşama bakış açısıyla alakalı olsa gerek saat gece yarını geçti. Oldukça da başınızı ağrıttım kusura bakmayın. Ben yavaştan sonlandırayım mektubumu. Yoldaşların Sevinç, Bahar ve Alev’in selamları var. Kendinize iyi bakın.

Çalışmalarınızda kolaylıklar diliyoruz

Sevgiler Saygılar

13 Haziran 2016

Bu mektup 19 Temmuz 2016 tarihinde Görülmüştür adlı sitede yayımlanmıştır.

Share

Teksas’ta Cinsel Saldırıya Uğrayan Kadına Tutuklama Kararı!

770x500cc-erkek-yargiABD’nin Teksas eyaletinde cinsel saldırıya uğrayan 20 yaşlarında bir kadın savcıların talebi üzerine tutuklandı. Genç kadının avukatları durumu “insanlık dışı” olarak tanımlarken, Harris County Bölge Savcılık Ofisi’nden Devon Anderson, “Kararın mağdurun kendi iyiliği için alındığını” savundu
HABER MERKEZİ (24.07.2016)- 
Teksas eyaletinde cinsel saldırıya uğrayan Jenny isimli genç bir kadın hakkında savcılık bir aylık tutuklama kararı verdi. Kadının avukatı durumu ‘insanlık dışı’ olarak tanımladı.

ABD’nin Teksas eyaletinde cinsel saldırıya uğrayan 20 yaşlarında bir kadın savcıların talebi üzerine tutuklandı. Genç kadının avukatları durumu “insanlık dışı” olarak tanımlarken, Harris County Bölge Savcılık Ofisi’nden Devon Anderson, “Kararın mağdurun kendi iyiliği için alındığını” savundu. İsmi Jenny olarak açıklanan genç kadının “Bipolar hastası olduğu ve kendisine tecavüz eden Keith Hendricks hakkındaki ifadesini tamamlayamadığı için hapishaneye kapatıldığı” belirtildi.

Mahkeme raporunda, “Jenny, tutarsız davrandı ve kaçmaya çalıştı” denildi. İlk olarak bir tıp merkezine yatırılan Jenny, ardından savcı Nicholas Socias’ın talebiyle bölge hapishanesine gönderildi. Jenny, hapishanede geçirdiği bir ayın ardından mahkemedeki ifadesini takiben serbest bırakıldı.

Kaynak: jinha.com

Share

‘Kızımızın cenazesini, Eylem Ataş’ı istiyoruz!’

eylem-atas
Minbic’te IŞİD’e karşı savaşırken ölümsüzleşen BÖG savaşçısı Eylem Ataş’ın  (Cemre Heval) ailesi ve arkadaşları, Eylem’in cenazesini alabilmek için imza kampanyası başlattı

HABER MERKEZİ (21.07.2016) – Minbic’te IŞİD’e karşı savaşırken ölümsüzleşen BÖG savaşçısı Eylem Ataş’ın  (Cemre Heval) ailesi ve arkadaşları, Eylem’in cenazesini alabilmek için imza kampanyası başlattı.

Birleşik Özgürlük Güçleri (BÖG) savaşçısı Ataş, 27 Haziran’da yaşamını yitirmişti. Cenaze’nin alınması talebiyle verilen ilk dilekçeye Suruç Kaymakamlığı ve Valiliği’nden ‘Kayboldu’ yanıtı verildi. Ardından aynı taleple ikinci dilekçe verildi ve henüz herhangi bir yanıt alınamadı. Bunun üzerine Eylem’in ailesi ve arkadaşları, bu bekleyişin son bulması ve Eylem Ataş’ın doğup büyüdüğü topraklara defnedilmesi için change.org aracılığıyla imza kampanyası başlattı.

“Kızımızın Cenazesini, Eylem Ataş’ı İstiyoruz!” başlığıyla başlatılan kampanyaya ulaşmak için buraya tıklayınız.

Share