. tarafından

“ŞİDDETİNİZ ACİZLİĞİNİZDENDİR”

Temmuz 5, 2018 de ANASAYFA . tarafından

İnsanı insan yapan özellikleridir. Bütün o insanî özelliklerinden soyundurursanız ortada sadece bir et yığını kalır.
Ama bugün çocuk bedenlerine el uzatanlar yalnızca insanlığından soyunmakla kalmamış, kendi soyuna da düşmanlaşmış bir “insanoğlunun” topluma, doğaya ve kendine yabancılaşması, çürümede ve pervasızlıkta vardığı boyutu göstermektedir.
Ne var ki bugün yaşanan şiddet, henüz bedeni süt kokan Gamzelerimize, Eylüllerimize ve Leylalarımıza uzanmışsa bu bireysel bir olgu değil, toplumun tüm katmanlarına yayılmış, toplumsal bir şiddeti üreten ve bizzat ondan beslenen sistemin karakterini gösterir.
Her sistem kendisine benzeyen bireyler, onu onaylayan ve sürdüren bireyleri ve topluluklar yetiştirir. Yani kapitalist erk-sistemi suç işlemeye devam ediyor ve ayakta kaldığı sürece de devam edecek. Ebetteki eşit ve adaletli bir yaşamı savunun biz kadınlar ve “Başka bir dünya mümkündür” diyenler bu suça ortak olmayacak /olmamalıdır.
Özellikle AKP iktidarı döneminde kadın cinayetleri , çocuk istismarları-çocuk cinayetleri ve işçi cinayetleri tavan yapmışsa artık yaratılan sessizliğe objektif olarak ortak oluyorsa bu sessiz çoğunluk, suça da ortak olmuş oluyor. Toplumsal çürümüşlüğe, kadınlara ve çocuk bedenlere uzanan karanlık zihniyete her koşulda karşı duracağımızı belirtiyoruz. Yaşamda henüz ses olamayan çocuklarımızın sesi olacağımızı bir kez daha duyuruyoruz.
Bütün yaşanan pervasızlıklara dur demek için;

Sesimizde ses – örgütlülüklerimizde güç olmaya çağırıyoruz. ..

• Çocuk cinayetlerini kadın cinayetlerini durduracağız!
• Yaşamı tüm renkleriyle yeniden kuracağız.
Avrupa Demokratik Kadın Hareketi Temmuz 2018

Share
. tarafından

20.000 Üzerinde Bir Katılımla Anti-demokratik Yeni Polis Kanunu Protesto Edildi

Temmuz 8, 2018 de ANASAYFA . tarafından

Almanya Bayern eyaletinden sonra NRW eyaletinde de yeni polis yasasına karşı, çoğunluğu gençlerin oluşturduğu coşkulu ve disiplinli duruşu yürüyüşe damgasını vurdu.

Spor- klüpleri, çevre örgütleri, sol guruplar, devrimci örgüt ve partiler kısacası sistemle sorunu olan geniş bir yelpazenin katılımı ve coşkusu bizleri umutlandırdı, yerkürede yanlnız olmadığımızı bize tekrardan hatırlattı.
Bunun yanısıra ICOR’un bünyesinde Afrika’dan Asya’ya kadar bir çok renkten ve ülkeden delegasyonların olması yürüyüşe ayrı bir zenginlik kattı.
Avrupa Demokratik Kadın Hareketi  olarak bizde alanlarda yerimizi aldık ve bu yasayla önümüzdeki dönemlerde daha bariz bir şekilde bizi etkileyecek olan durumlara karşı sesimizi haykırdık.

Share
. tarafından

Sosyalust Öğrenci Hareketi (SÖH) Eylül ve Leyla anısına kısa film yayınladı

Temmuz 8, 2018 de ANASAYFA . tarafından

 

 

Sosyalist Öğrenci Hareketi son dönemde artan çocuk istismarlarına karşı “Soğuk” isimli bir kısa film yayınladı. Son dönemde özellikle Eylül ve Leyla’nın cinsel istismara uğratılıp katledilmelerinin ardından bir kez daha gün yüzüne çıkan çocuklara yönelik gerçekleşen istismar, taciz ve şiddet olaylarına karşı yayınlanan kısa filmde şu açıklama yer aldı:

” Eylül ve Leyla anısına… Yapılan araştırmalara göre dünyada son 4 yılda çocuklara yönelik taciz veya şiddet uygulamaları yüzde 90 arttı ve her geçen yıl artmaya devam ediyor. Bununla beraber çocuk istismarının yalnızca yüzde beşi ortaya çıkmakta, yüzde doksan beşi ise gizli kalmaktadır. Çocuk istismarının, tacizin, şiddetin sebepleri yalnızca bireysel deformasyonlar değildir. Sebebin asıl boyutu kapitalist sistemin yarattığı toplumsal deformasyondur. Bu sebeple kapitalist sistemin yarattığı deformasyon sistem tarafından çözülemez. Bunu, sistemin bize çözüm önerisi olarak sunduğu kimyasal hadım ve idam tartışmalarında görebiliriz. Bu tip yüzeysel yaklaşımlar dünyanın hiçbir yerinde çözüm sağlamadığı gibi sorunun esas nedenlerini silikleştirerek muhafaza etmektedir. Dolayısıyla çözüm sistemin bize önerdiklerinde değildir. Bir bütün olarak sistemin değiştirilmesinde yatmaktadır. Eylüllerin, Leylaların özgürce koşup oynadığı bir gelecek umuduyla…”

www.gazetepatika8.com

Share
. tarafından

701 sayılı KHK yayımlandı; 18 bin 632 ihraç, 12 dernek, 3 gazete ve 1 TV kapatıldı

Temmuz 9, 2018 de ANASAYFA . tarafından

OHAL kapsamında 701 sayılı KHK Resmi Gazete’de yayımlandı. Çeşitli kurumlarda görev yapan 18 bin 632 kamu çalışanı ihraç, 148 personel ise kamudaki görevlerine iade edildi. 12 dernek, 3 gazete, 1 TV kapatıldı. Yurtdışında eğitim gören bir kişinin de öğrencilikle ilişiği kesildi.

“Son başbakan” Binali Yıldırım tarafından açıklanan, OHAL kapsamındaki 701 sayılı KHK bugün (8 Temmuz) Resmi Gazete’de yayımlandı. 701 sayılı KHK ile çeşitli kurumlarda görev yapan 18 bin 632 personel kamudan ihraç edilirken 148 personel de kamudaki görevlerine iade edildi.

Kurumlarından daha önce ayrılan, TSK’den 324, Emniyet Genel Müdürlüğü’nden 1167 ve jandarmadan 35 personelin rütbeleri 701 sayılı KHK ile alındı.

18 bin 632 kişi ihraç edildi

OHAL kapsamındaki 701 sayılı KHK ile:

– Kara Kuvvetleri’nden 3 bin 77, Deniz Kuvvetleri’nden bin 126, Hava Kuvvetleri’nden bin 949 subay ve astsubay ihraç edildi.

– Adalet Bakanlığı’ndan aralarında hakim adayı, infaz ve koruma memurlarının da bulunduğu 1052 kişi ihraç edildi.

– 4 Vali Yardımcısı ve 4 Kaymakam meslekten ihraç edildi.

– Emniyet Genel Müdürlüğü’nden 8 bin 998 personel ihraç edildi.

– Jandarma Genel Komutanlığı’ndan 649 subay, astsubay ile uzman çavuş ihraç edildi.

12 dernek kapatıldı

700 sayılı KHK ile Furkan İlim ve Hizmetleri Derneği’nin de aralarında olduğu 12 dernek ile 3 gazete ve 1 televizyon kanalı kapatıldı.

Buna göre, “terör örgütlerine veya  Milli Güvenlik Kurulu’nca, devletin milli güvenliğine karşı faaliyette bulunduğuna karar verilen yapı, oluşum veya gruplara aidiyeti, iltisakı veya bunlarla irtibatı olduğu tespit edilen” Adıyaman Fem Dershanesi Mezunları ve Mensupları Derneği (Adıyaman), Furkan İlim ve Hizmetleri Derneği (Ankara), Suffem Eğitim ve Yardımlaşma Derneği (Ankara), Anadolu İlim Kültür Eğitim Yardımlaşma Derneği (Ankara), Furkan Eğitim ve Hizmet Derneği (Gaziantep), Özer Hukuk ve Düşünce Derneği (Kahramanmaraş), Kahramanmaraş Uluslararası Öğrenciler Derneği (Kahramanmaraş), Kilis İmam Hatip Lisesi Mensupları ve Hafızları Derneği (Kilis), Beyaz Laleler Eğitim ve Sosyal Yardımlaşma Derneği (Kocaeli), Furkan Eğitim ve Dayanışma Derneği (Malatya), Samsun Özgürlükçü Gençlik Derneği (Samsun) ile Viranşehir Sanayici ve İşadamları Derneği (Şanlıurfa) kapatıldı.

Üç gazete ve bir TV’nin yayım hayatı sona erdirildi

Aynı sebeplerden ötürü, İstanbul’da yayım yapan Halkın Nabzı ve Özgürlükçü Demokrasi ile Diyarbakır’da çıkan Welat gazetelerinin yanı sıra Avantaj TV’nin (Avantaj Televizyon Yayın Hizmetleri AŞ) yayım hayatı sona erdirildi.

Kapatılan söz konusu dernek, gazete ve televizyonlara ait taşınırlar ile her türlü mal varlığı, alacak ve haklar, belge ve evraklar Hazineye bedelsiz olarak devredilmiş sayıldı. Bunlara ait taşınmazlar tapuda resen Hazine adına, her türlü kısıtlama ve taşınmaz yükünden ari olarak tescil edildi. Bunların her türlü borçlarından dolayı hiçbir şekilde Hazineden hak ve talepte bulunulamayacak. Devre ilişkin işlemler, ilgili tüm kurumlardan gerekli yardımı almak suretiyle Maliye Bakanlığınca yerine getirilecek.

Yurt dışında öğrenim gören bir kişinin ilişiği kesildi

“Ecnebi Memleketlere Gönderilecek Talebe Hakkında Kanun”a tabi öğrencilerden bir kişinin de yukarıdaki sebeplerden ötürü öğrencilikle ilişiği kesildi.

Bu kişi hakkında 18 Ekim 2016 tarihli ve 6749 sayılı ‘Olağanüstü Hal Kapsamında Alınan Tedbirlere İlişkin Kanun Hükmünde Kararnamenin Değiştirilerek Kabul Edilmesine Dair Kanun’un 4. maddesinin ikinci ve üçüncü fıkraları hükümleri uygulanacak.

Söz konusu kişinin bu kapsamda gördüğü eğitimlere ilişkin olarak denklik işlemleri yapılmayacak. Bu kişi, söz konusu eğitimleri kapsamındaki akademik unvan ve derecelerine bağlı haklardan yararlanamayacak.

701 sayılı KHK’nin tam listesi için tıklayınız!

www.gazetepatika8.com

Share
. tarafından

Tren kazasında ihmal çok önlem yok

Temmuz 9, 2018 de ANASAYFA . tarafından

Demiryolu uzmanı, soL okuru bir mühendis Tekirdağ’daki kazayı değerlendirdi. Kazanın gerçekleştiği bölgedeki gibi köprü veya menfez giriş çıkışlarında yaklaşım dolgusu olması gerektiğini ancak fotoğraflardan anlaşıldığı kadarıyla böyle yaklaşım dolgusu ya da benzeri risk önleyici başka bir imalatın yapılmadığına işaret etti. Aynı zamanda bu tür durumlarda arızaları haber vermek üzere görev yapan “yol bekçileri”nin demiryollarındaki özelleştirme uygulamaları nedeniyle devre dışı bırakılmasının da önemli bir etken olduğuna dikkat çekti.

Demiryolu uzmanı mühendisin değerlendirmesinin tamamını aşağıdan okuyabilirsiniz:

Kaza yaşanan hat güzergahında yol yenileme çalışmalarının yeni yapıldığı biliniyor. Bu yüzden kazanın yol üstyapısından kaynaklı olmadığı düşünülebilir. (Üst yapı ay, traves, balast taşı ve bağlantı elemanlarından oluşur.)

Kazanın nedenini altyapı problemlerinde aramak gerekli. Yani demiryolu altında görünmeyen imalatlar olan subbalast, temel ve alt temel dolgularında bir problem olduğu düşünülmeli.

Kazanın olduğu yerin bir köprü veya menfez dibinde gerçekleştiği anlaşılıyor. Burada çok az kişinin bildiği bir durum var. Köprü ve menfezler tabanları beton olmasından ötürü rijit yapılar oluşturur. Oysa ki demiryollarının rijit yapı üstlerinden gitmesi istenmez. Bu sebepten rayların balast taşları üzerinden gittiği görülür. Bunun nedeni ray altında elastikiyet sağlamaktır. Normal güzergahta balast dolgusunun altında toprak dolgu olduğundan elastikiyet problemi olmaz. Ancak menfez veya köprü giriş çıkışlarında (yani rijit zeminden elastik zemine geçen bölgelerde) üniform oturmalar oluşmaz. Yani yağış ve benzeri sebeplerle normal zeminde oturma olurken altı beton olan köprülerde oturma olmaz. Bu durumda oturma olan alanlarla olmayan alanlar arasında kot farkı oluşur. Demiryolu tolerans değerleri karayollarına göre çok hassastır. Dikey olarak 2 cm üzerinde oluşacak bir üniform olmayan oturmanın treni raydan çıkarma riski vardır.

Bu riskin ortadan kalkması için son yıllarda köprü beton döşemelerinin her iki tarafına yaklaşım dolguları yapılmaktadır. Yaklaşım dolgusu rijit ve esnek iki bölge arasında bir yarı esnek bölge oluşturmayı ve üniform olmayan oturmaları önlemeyi hedefler.

Fotoğraflardan anlaşıldığı kadarıyla kaza olan bölgede yaklaşım dolgusu veya risk önleyici başka bir imalat yapılmamıştır. Bu nedenle yolda meydana gelen oturma trenin raydan çıkmasına sebep olmuştur.

Kazanın teknik sebeplerle açıklanabilir olmasının yanında özelleştirme uygulamaları ile ilgili yanı da bulunmaktadır. Demiryolunda yukarıda anlatılan benzeri arızaları önceden tespit etmek ve gerekli birimlere haber vermek üzere yol bekçileri görev yapardı. Ancak personel sayısının azaltılması ve “şirketleşme” politikaları neticesinde böylesi ünvanlarda çalışan emekçiler tasfiye edilerek insan faktörü devre dışı bırakıldı. Yol bekçisi o bölgede görev yapıyor olsaydı yol altyapısının bozulduğunu ihbar edebilir ve kazayı önleyebilirdi.

www.gazetepatika8.com

Share
. tarafından

Onur yürüyüşünün yasaklanmasına karşı: “Adana’dayız, alışın gitmiyoruz!”

Temmuz 9, 2018 de ANASAYFA . tarafından

Adana Onur Yürüyüşü Komitesi, yürüyüşün Valilik tarafından yasaklanmasına ilişkin cumartesi günü İnsan Hakları Derneği Adana Şubesi’nde basın toplantısı düzenledi.

Kaos GL’de yer alan habere göre Komite adına basın açıklamasını Adana LGBTİ+ Dayanışma’dan Mehmet Bayram okudu. Bayram, Adana Valiliğinin ilk defa yapılacak Adana Onur Yürüyüşünü yasaklamasının ifade ve örgütlenme özgürlüğü ile toplantı, gösteri ve yürüyüş hakkını ihlal ettiğini söyledi ve ekledi:

“Bu toplumun birer parçasıyız”

“Bu haklar demokratik ve çoğulcu bir toplumun en temel değerleri arasında yer almaktadır. Söz konusu bu haklar gerek ulusal gerekse de uluslararası hukuk mevzuatında güvence altına alınmıştır. Güvence altına almanın amacı tüm bu haklara somut ve etkin bir koruma sağlamaktır.”

“Bizler Lezbiyen, Gey, Biseksüel, Trans ve İnterseksler (LGBTİ)’ler olarak; Hayatın ve bu toplumun birer parçasıyız. Onurluyuz ve Adana’dayız! Alışın gitmiyoruz” diyen Bayram, Adana’daki LGBTİ’lere yönelik keyfi muamele ve baskıların artmasıyla birlikte Adana LGBTİ Dayanışma ve İnsan Hakları Derneği Adana Şubesi LGBTİ Komisyonu ile birlikte Adana Onur Yürüyüşü Komitesi kurulduğunu hatırlattı.

Yasak kararı

Komitenin, Adana’daki LGBTİ’lerin hak ihlallerinin son bulmasını, Ankara ve İstanbul’daki LGBTİ örgütlerinin faaliyetleri yasaklanmasını ve 26. İstanbul Onur Yürüyüşü’nün engellenmesini protesto etmek amacıyla kurulduğunu belirten Bayram şöyle devam etti:

“Adana Onur Yürüyüşü 7 Temmuz 2018 tarihinde Abidin Dino parkından Atatürk Parkına yürüyüşü yapılmasına, basın açıklaması ardından Atatürk Parkında #YasaklaraKarşıAlandayız forumu düzenlenmesi planlanmıştır.

“Planlanan Adana Onur Yürüyüşünün yapılması için Adana LGBTİ+ Dayanışma olarak, Adana Valiliği’ne 04.07.2018 tarihinde bildirim yapıldı. Adana Valiliği’nin verdiği karar; ‘’ İl Emniyet Müdürlüğü’nün 05.07.2018 tarih ve 4512 sayılı yazılarında; Açık alanda yapılacak olan etkinliğin, halkın sosyal sınıf, ırk, din mezhep veya bölge bakımından farklı özelliklere sahip bir kesimini, diğer bir kesimi aleyhine kin ve düşmanlığa alenen tahrik edeceği, bu nedenle kamu güvenliği açısından açık ve yakın tehlikenin ortaya çıkabileceği, ayrıca terör örgütlerinin karşıt görüşlü gruplara yönelik eylem arayışı içerisinde olduğu yönündeki istihbari bilgiler gözönünde bulundurulduğundan, yapılmak istenen etkinliğin, organizasyona katılacak grup ve şahıslara yönelik olarak bir takım toplumsal duyarlılıklar nedeniyle bazı kesimler tarafından tepki gösterilebileceği ve provakasyonlara neden olabileceğinden dolayı bahse konu etkinliğin yapılmasına uygun olmayacağı …’’ bildirilmiştir.”

“Ayrımcılık yasağı ihlal edildi”

Valiliğin erdiği red kararı gerekçesinin tamamıyla soyut, genel, farazi ve birtakım basmakalıp ifadelerden ibaret olduğunu söyleyen Bayram, “Valiliğin kararında yapmak istediğimiz etkinliğin içeriğinin toplumun bir kesimini kin ve düşmanlığa alenen tahrik edeceğine ilişkin gerekçesi ise LGBTİ’lerin uzun yıllardan bu yana mücadele yürüttüğü homofobik, bifobik ve transfobik zihniyetin adeta bir dışavurumundan ibaret olup neredeyse yeryüzündeki tüm hukuk sistemlerince güvence altına alınan ayrımcılık yasağı ihlalinin de en somut tezahürüdür” dedi.

Bayram, “Toplumun bir kesiminin kin ve düşmanlığa tahrik edilebilme ihtimali, diğer bir kesimin haklarını kullanmalarını ortadan kaldıracak şekilde kullanılamaz ve buna kurban edilemez” diyerek açıklamayı şöyle sürdürdü:

“Belirtmek isteriz ki devletin görevi hakkın kullanımını tümden engelleyici nitelikte yasaklama kararları almak değil, tam tersine pozitif yükümlülük gereğince bahsedilen gerginliklerin çıkmasını önlemeye ve hakkın kullanılmasına yönelik alternatif tedbirleri almak olmalıdır.”

Akit gazetesi hedef göstermişti

Akit Gazetesi’nin Adana Onur Yürüyüşü’nü hedef gösterdiğini de hatırlatan Bayram, “Adana Valiliği’nin Adana’da ilk defa yapılacak olan Adana Onur Yürüyüşünü yasaklaması, AKİT Gazetesinin nefret söylemlerini ve bu anayasal engellerin politik olduğunu ve bizleri varoluş mücadelemizden asla vazgeçiremeyeceğini yüksek sesle söylüyoruz” dedi.

Bayram açıklamayı şöyle sonlandırdı:

“Adana Onur Yürüyüşü’ yasaklamalara rağmen hepimize kutlu ve mutlu olsun. Yaşasın aşk! Yaşasın mücadele!”

www.gazetepatika8.com

Share
. tarafından

Afganistan’da her yıl 3 bin kadın intihar ediyor

Temmuz 9, 2018 de ANASAYFA . tarafından

“Artık yaşamak istemiyordum. Bu yüzden zehir içip kendimi öldürmeye çalıştım.” Cemile (güvenliği için ismi değiştirildi), 6 yıllık nişanlısı “artık genç bir kadın olmadığı” gerekçesiyle onu aldatıp terk ettiğinde ihtihara kalkıştı. Bugün 18 yaşında olan Cemile’nin ailesi, daha 12 yaşındayken onu görücü usülü bir adamla nişanlamıştı. Genç kadın geçen ay kendini zehirlediğinde annesi onu hastaneye zor yetiştirdi.

Cemile’nin ülkesi Afganistan’da her yıl 3 bini aşkın kadın intihara kalkışıyor.

Afganistan Bağımsız İnsan Hakları Komisyonu’nun (AIHRC) verilerine göre, bu vakaların yarısından fazlası, Cemile’nin yaşadığı Herat kentinde görülüyor. Sağlık yetkilileri, Herat’ta sadece 2017’de 1400 kadının intihar teşebbüsünde bulunduğunu, 35’inin de hayatını kaybettiğini söylüyor.

1 milyon fazla kişide depresif bozukluk görülüyor

Küresel veriler erkek intiharlarının kadın intiharlarına göre daha yüksek olduğuna işaret etse de, Afganistan’da intihar teşebbüsü vakalarının yüzde 80’ine yakını kadınlarda görülüyor.

Ancak özellikle kırsal bölgelerde, intihar vakaları yetkililerden gizleniyor. İslam’da kendi yaşamına son vermenin günah olması nedeniyle yaşananlar ailede kalıyor.

AIHRC’den Hawa Alam Nuristani, Afgan kadınlarda intihar teşebbüsü vakalarının bu denli yüksek olmasını, farklı sebeplere bağlıyor. Akıl sağlığı sorunları, aile içi şiddet, zorla evlendirmeler ve kadınlar üzerinde artan sosyal baskılar, bu nedenlerden sadece birkaçı.

Öte yandan Dünya Sağlık Örgütü (WHO) verilerine göre Afganistan’da 1 milyon fazla kişide depresif bozukluk görülüyor. 40 yıldır süren silahlı çatışmalar nedeniyle gerçek rakamların çok daha yüksek olduğu da tahmin ediliyor.

Kadınlara yönelik şiddet de ülke çapında çok yaygın. Birleşmiş Milletler (BM) Nüfus Fonu, Afgan kadınların %87’sinin bir tür fiziksel, cinsel ya da psikolojik şiddete, yüzde 62’sinin de birden fazla istismar türüne maruz kaldığını açıkladı.

“Her 3 kadından biri 18’inden önce evleniyor”
Her 3 kadından biri 18’inden önce evleniyor. Zorla evlilik, kadın intiharlarının başlıca nedenlerinden.

Nuristani, kadınlarda istismarın sıklıkla aile içinde başladığını, evliliğe zorlanan kadınların aileleri onu dinlemeyip eğitimlerine son verdiği için intiharı seçtiğini söylüyor. Birleşmiş Milletler Çocuklara Yardım Fonu’nun (UNICEF) raporuna göre ülkede her 3 kadından biri, 18. doğum gününden önce evleniyor. Fakirlik ve iş olanaklarının azlığı da kadınlar üzerindeki baskıyı artırıyor.

 

“İntihar oranlarını yavaşlatmak imkansız”

WHO, intihar oranlarını zehirli maddelere erişimin kolay olması ile de açıklıyor. BBC Afgan Servisi’ne konuşan Herat Hastanesi Sözcüsü Mohammed Rafık Şirazi, “Geçtiğimiz yıllarda insanlar ilaç ve diğer maddeleri daha kolay bulmaya başladı. Geçen yıl kurumlara tehlikeli maddelere erişimin sınırlanması için harekete geçmeleri çağrısında bulunduk” diyor.
Heratlı tıp uzmanlarına göre önleyici stratejiler olmadıkça, intihar oranlarını yavaşlatmak imkansız.

Kamu Sağlığı Bakanlığı ise, kapsamlı verilere dayanan ulusal bir önlem planı hazırladıklarını söylüyor. İntiharların önüne geçmek için akıl sağlığı terapi merkezlerinin kurulması, planlardan biri.

İnsan hakları savunucuları ise, bir sonraki adımın “özellikle kırsal bölgelerde farkındalık yaratmak” olduğuna dikkat çekiyor.

Nuristani, “İnsanlar kadınları intihara itebilecek istismar türleriyle mücadele yollarını öğrenmeli. İstismar vakalarının çoğu izbe ve yasaların iyi bilinmediği yerlerde gerçekleşiyor. İnsanlar, ailelerindeki bir kadını istismar ederlerse yasaların onları cezalandırabileceğini bilmeli” diyor.

KAYNAK / BBC TÜRKÇE

Share
. tarafından

Haziran ayında erkekler tarafından 39 kadın öldürüldü

Temmuz 12, 2018 de ANASAYFA . tarafından

Kadın Cinayetlerini Durduracağız Platformu, 2018 Haziran ayı veri raporunu yayımladı. Rapora göre Haziran ayı içerisinde 39 kadın erkekler tarafından öldürüldü

Kadın Cinayetlerini Durduracağız Platformu, 2018 Haziran ayı raporunu açıkladı.

Rapora göre Haziran ayında 39 kadın erkekler tarafından öldürüldü.

Kadın cinayetlerinde bu ay 18 kadının neden öldürüldüğü tespit edilemedi, 14’ünün ise faili belli değil.

Rapordan öne çıkan diğer veriler şöyle:

Haziran ayında kadınların 9’u şüpheli ölümle hayatlarından oldu, 18’i tespit edilemedi, 5’i kendi hayatına dair karar almak isterken, 4’ü boşanmak, 2’si ayrılmak istediği ve 1’i başka bir kadını korumak istediği için öldürüldü.

Öldürülen kadınların 9’u 36-65 yaş aralığındayken, 6’sı 26-35 yaş arasında, 6’sı 19-25 yaş arasında.

12 bin kadın güvenliği sağlanamadığı için oy kullanamadı

Adil bir yargılama yapılmadığı için şiddetin arttığı belirtilen raporda, 24 Haziran’daki seçimlerde sığınma evlerindeki 12 bin kadının güvenliği sağlanamadığı oy kullanamadığı hatırlatıldı.

Haziran’da çocuklara yönelik cinsel istismar

Cinsel şiddet ve çocuğa yönelik cinsel istismarın da artış gösterdiği belirtilen raporda, basına yansıyan haberlere göre 24 çocuğun istismara maruz bırakıldığı kaydedildi.

Bu ay çocukların 10’u tanımadığı kişiler, 5’i akrabası, 4’ü öğretmeni, 1’i patronu, 4’ü tanıdığı kişiler tarafından istismara uğradı.

Cinsel şiddet

Haziran ayında 22 kadın da cinsel şiddete maruz bırakıldı.

Kadınların 19’u tanımadığı, 1’i akrabası, 1’i öğretmeni ve 1’i tanıdığı erkekler tarafından cinsel şiddete maruz bırakıldı.

Başbakan Yardımcısı Bekir Bozdağ’ın  kimyasal hadım tartışmalarını gündeme getirmesine de değinilen raporda, “Hadım, idam gibi yöntemler insan haklarına aykırıdır. İnsan haklarına aykırı yöntemlere başvurmak çözümden kaçmaktır. Çözüm için mevcut cezalar uygulanmalıdır” ifadeleri yer aldı.

Raporda ayrıca geçtiğimiz günlerde Zonguldak İl Müftüsü Rüstem Can, “Bayanlara özel belli yerler olur. Bayan da olsa bir bayan giyim kuşamına dikkat edecek. Vücudunu başka bayanlar görmeyecek şekilde denize girmesi lazım. O tesettüre bürünmesi lazım” sözlerine kadınların tepkilerinin gecikmediği belirtildi.

Kadın Cinayetlerini Durduracağız Platformu tarafından hazırlanan raporun tamamı şu şekilde:

Kadınlar durmadı, durmayacak

Haziran ayında isminde “kadın” kelimesi dahi geçmeyen Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı’nın kaldırılması gündeme geldi. Kadınlar bu ay  #KadınBakanlığıŞart “Bugüne kadar adliyelerde, meydanlarda, iş yerlerinde, okullarda canı pahasına mücadele eden bizler Kadın Meclisleri’ni nasıl ülkenin dört bir tarafında kurduk ve kurmaya devam ediyorsak; Kadın Bakanlığı’nı da kurmak için her gün çalışmaya, mücadele etmeye devam edeceğiz” diyerek sosyal medyada eylemdeydi.

24 Haziran seçimleri sonucu meclisteki kadın milletvekili oranı %13’ten %17’ye çıktı. Sadece seçme hakkı değil, seçilme hakkını da tırnaklarıyla kazıyarak elde eden kadınların bu ayki önemli başarılarından biri de bu oldu.

Flormar’a bağlı olan işçi kadınlar sendikal ve çalışma haklarına sahip çıkmaya devam etti. Direnişleri 45 günü aşarken sosyal medyada da kadınlar #FlormarVeYvesRochereBoykot etiketinde buluştu.

İstanbul’da “itaatsizlik” gerekçesiyle işten çıkartılan Derya Koçak, haksız yere işten çıkartıldığını ifade ederek oturma eylemi gerçekleştir. Koçak’a kadınlar destek verdi.

1 Temmuz’da gerçekleştirilecek olan Onur Yürüyüşü’nün yasaklanmasına karşı, bu yasak ararını tanımadığı ilan eden kadınlar sosyal medyadan #Pride #OnurYürüyüşü ve #OnurYürüyüşüYasakTanımaz etiketlerinde bir araya gelerek yürüyüşe destek verdi.

Haziran ayında İstanbul Şişli Belediyesi ve DİSK Genel-İş Sendikası Toplu İş Sözleşmesi İmza Töreniyle olumlu bir adımın daha atıldığı duyuruldu. Belediye çalışanı erkek ve kadınlara eşit iş ve çalışma koşulları öngören sözleşmede erkeklere babalık izni 30 gün olarak düzenlendi.

Dünyada da kadınlar durmuyor. İran’da özgürlükleri ahlak polisleri tarafından kısıtlanan kadınlar sokaklarda tepki göstermeye devam ederken, yasak olan dansı meydanlarda yapıp sosyal medya üzerinden yayarak hareketi büyütüyorlar.

Amerika’da kadınların öncülüğünde binden fazla kişi Amerikan yönetiminin göçmen politikalarını protesto etti. 600’den fazla kadın ise gözaltına alındı. #WomenDisobey etiketiyle kadınların eylemine destek büyüdü.

Haziran ayında 39 kadın öldürüldü

Bir önceki aya göre kadın cinayetlerinde artış oldu. Kadın cinayetlerinde bu ay 9 kadının ölümü şüpheli ölüm iken, 18 kadının ölümü tespit edilemedi. Bu ay kadın cinayetlerinde şiddetin boyutu da arttı, canice cinayetler gerçekleşti.

Antalya’da Fatma F, kendi hayatına dair karar alma istediği için imam nikahlı olduğu İbrahim E. tarafından boğularak öldürüldü.

Bu ay içerisinden kadın cinayetinin en çok işlendiği iller: İstanbul’da 4, Antalya’da 4, Bursa’da 3, İzmir’de 3, Muğla’da 3.

(Bu ay öldürülenler arasında babası tarafından öldürülen 2 yaşındaki Ecrin Ergün gibi bebek de Femisid* kapsamı içerisinde ele alarak kadın-çocuk ayrımı yapmaksızın sayımızı belirledik.)

Bu ay da çocuk istismarı devam etti

Çocuk istismarına dair basına yansıyan haberlerden sadece 24 çocuğun bu suça maruz kaldığına ulaşıldı. Ancak gerçek rakamların bundan çok daha fazla olduğunu biliyoruz.

Bu ay içerisinde kayıp olduğu ortaya çıkan, bunun üzerine sosyal medyadan halkın #LeylaVeEylülNerede etiketiyle aramaya çalıştığı küçük çocuklardan da acı haber geldi. 8 yaşındaki Eylül Yağlıkara’nın cansız bedeni istismara uğramış ve bir elektrik direğine gömülü halde bulundu.

2 yaşındaki Ecrin Ergün ise babası tarafından öldürüldü. Şiddetin boyutu arttarken korunamayan sadece kadınlar değil çocuklar da oldu.

Basından öğrendiğimiz kadarıyla bu ay çocukların 10’u tanımadığı kişiler, 5’i akrabası, 4’ü öğretmeni, 1’i patronu, 4’ü tanıdığı kişiler  tarafından istismara uğradı.

İstanbul’da 10 yaşındaki K.C, dayısının arkadaşı olan Hayri A. tarafından kamusal alanda tecavüze uğradı. Hayri A.’nın bundan önce de çocuk istismarı suçundan 2013 senesinde hüküm giydiği ve denetimli serbestlikten faydalandığı öğrenildi.

Kadınlar cinsel şiddete karşı mücadele veriyor

Basından aldığımız bilgilere göre, 2018 haziran ayında 22 kadına cinsel şiddet uygulandı.

Kadınların 19’u tanımadığı, 1’i akrabası, 1’i öğretmeni ve 1’i  tanıdığı cinsel şiddete erkekler tarafından maruz kaldı.

Kocaeli’nde 17 yaşında bir genç kadın olan E.A’ya yirmiden fazla erkeğin tecavüz ettiği iddia edildi. Tıbbi kontrol sonrası 24 kişi gözaltında alındı, soruşturma başlatıldı.

Kadın cinayetlerinde şiddetin boyutu artıyor

2018 yılı haziran ayında da öldürülen birçok kadının, kim tarafından veya neden öldürüldükleri tespit edilmedi. Bunun belirlenmemesiyle yargılama aşamasına da geçilmemesi ya da çok geç başlanması kadın cinayetlerini arttırıyor.

Haziran ayında kadınların 9’u şüpheli ölümle hayatlarından oldu, 18’i tespit edilemedi, 5’i kendi hayatına dair karar almak isterken, 4’ü boşanmak, 2’si ayrılmak istediği  ve 1’i başka bir kadını korumak istediği için öldürüldü.

Kadınlar yakınları tarafından öldürülmeye devam ediyor. Bu ay kadın cinayetlerinde 14’ünün faili tespit edilemezken, 11’i evli olduğu erkek tarafından, 5’i akrabası, 3’ü imam nikahlı olduğu erkek, 2’si boşandığı erkek, 2’si erkek arkadaşı, 1’i oğlu ve 1’i babası tarafından öldürüldü.

Öldürülen kadınların 9’u 36-65 yaş aralığındayken, 6’sı 26-35 yaş arasında, 6’sı 19-25 yaş arasında.

İzmir’de 19 yaşındaki Yusufcan Ö, kendisinden ayrılmak isteyen M.Y’nin evine gidip bıçakla saldırıda bulundu; kızını korumak isteyen M.Y’nin annesi Fadime Y. saldırı sonucu hayatını kaybetti.

İstanbul’da 21 yaşındaki Meryem Aydoğdu, imam nikahlı olduğu Ömer Varol tarafından ayrılmak istediği için ateşli silahla öldürüldü.

www.gazetepatika8.com

Share
. tarafından

Van’daki ‘kadın intiharlarını’ araştıran sosyolog: Çoğu şüpheli ölüm

Temmuz 12, 2018 de ANASAYFA . tarafından

Jin News’in haberine göre Türkiye’de her gün en az 5 kadın eril zihniyetin şiddeti sonucu yaşamını yitirirken, Van’da resmi kayıtlara göre geçtiğimiz ay 4 kadın “intihar” sonucu yaşamını yitirdi. Kentte yaşanan kadın ölümlerini araştıran ve aileleriyle görüşen Ahtamara Kadın Platformu üyelerinden sosyolog Neslihan Şedal, her “intihar”ın sistem ve toplumsal yapıyla ilgili olduğunun altını çizdi.  Olay anında ilk olarak hastane yetkilileri ve ailelerle görüştüklerini vurgulayan Neslihan, “Yaptığımız görüşmeler sırasında birçok sebeple karşılaşsak da ilk olarak toplumsal, ekonomik, sosyal nedenler gözümüze çarpıyor” dedi.

‘Ölümlerin çoğu şüpheli’

Toplumsal sebepleri kurcalamak ve bunlarla mücadele etmenin tüm kadınların görevi olduğunu kaydeden Neslihan, “Kadın intiharlarının psikolojik, aile içi şiddet ve ekonomik olarak birçok sebebi var ancak bu bütünsellik olarak sistem sorunu olarak karşımıza çıkıyor. Yani derinine inildiğinde çocuk yaşlarda aile içinde yetişme şeklinden tutalım, eğitim sistemi, ekonomi anlamında her alanda kadının biraz daha toplumsal alanın dışında kalması temel nedenler olarak karşımıza çıkar. Bununla bağlantılı olarak erkek ve kız çocukların toplumsal rollerle büyümesi, kadınların birçoğunun çocuk yaşlarda evlendirilmesi, bir nevi aile evinde ‘misafir’ muamelesi gören kadın, evlendiğinde ise ‘sığıntı’ muamelesi ile karşı karşıya kalıyor. Dolayısıyla bu her iki durumda yaşamda beraberinde birçok sorunu da beraberinde getiriyor. Sistemsel sorun olarak karşımıza çıkan kadın intiharların dikkat çeken bir diğer nokta ise birçoğu şüpheli ölüm olarak nitelendirebileceğimiz vakalardı. Hastane raporlarına yansımasına rağmen polis bu şüpheli ölümler karşısında herhangi bir tutuklama gerçekleştirmedi” diye konuştu.

Yaptıkları görüşmelerde “intihar” ettiği iddia edilen bir kadının ailesinin şüpheli ölüm olduğunu rahatlıkla dile getirebildiğini aktaran Neslihan, başka bir görüşmede kadının defalarca “intihar” edeceğini belirtmesine rağmen aile bireyleri tarafından hiç dikkate alınmadığını öğrendiklerini kaydetti. “İntihar” edeceğini söyleyen biriyle nasıl iletişime geçileceğine dair toplumda büyük bir bilgisizlik olduğunu vurgulayan Neslihan, “Bir insan intihar edeceğini söylediğinde, onunla nasıl bir iletişime geçeceğimizi bilmemiz gerekiyor. Platform olarak asıl amaçlarımızdan bir tanesi de bu kadınlarla seminerler, eğitimler vererek bu iletişim yollarını nasıl kuracağımızı öğrenebilmektir. Hepimizin bu eğitimleri alması gerekiyor. Çünkü bu yardım çığlıklarına kulak vermemiz gerekiyor” ifadelerini kullandı.

‘Her intihar bir cinayettir’ 

Görüşmelerin sonucunu aktarmaya devam eden Neslihan, her “kadın intiharı”nın aslında bir cinayet olduğunu ifade ederek, aile başta olmak üzere birçok kurum tarafından da üzerinin örtülmeye çalışıldığını aktardı. Sürekli bir gerekçelendirme durumu yaşandığını kaydeden Neslihan, “Örneğin birçok kadının ailesiyle yapılan görüşmelerde ‘Zaten hastaydı, psikolojik sorunları vardı. Sürekli hayali kişilerle konuşurdu’ deniliyordu” diye belirtti.

‘Kadın karar mekanizmasının dışına itiliyor’ 

Ailede bulunan kayınpeder, baba ve erkek kardeşlerin kadınların önüne geçtiğini, karar merciinin hep erkek olduğunu hatırlatan Neslihan, şöyle dedi: “Erkeklerle beraber aldığımız bir görüşmede farklı, sadece kadınlarla aldığımız görüşmelerde ise daha farklı sonuçlar elde edebiliyoruz. Bu da aile de bulunan erkeklerin hareket ve sözleriyle kadınların önünü kapatması, kendini ifade etmemesine neden oluyor. Bu da kadının toplum içinde karar mekanizmasının dışına itilmesinin temel nedenlerini oluşturuyor. Aksi olduğunda ise kadının daha özgüvenli davrandığını görebiliyoruz. Bu önüne geçilmesi gereken en önemli sorunlardan bir tanesidir. Aile içinde bir karar alındığında bu kadına da danışıldığı zaman kadın kendini daha iyi hissediyor. Önemsiyor.”

‘Eşlerinin aileleriyle yaşamak zorunda bırakılıyorlar’

Ekonominin de büyük bir neden olduğunun altını çizen Neslihan, “Aldığımız görüşmelerden birçok kadının eşinin ekonomik nedenlerden kaynaklı başka şehirlere gittiğini gözlemleyebiliyoruz. Kadın eşiyle yaşaması gerekirken, onun babası, annesi ve kardeşleriyle yaşamak zorunda bırakılıyor. Dolayısıyla aile içi şiddette kadar birçok sorunla karşı karşıya kalıyorlar. Yine eğitim sistemi sorunu da önemli. Sadece erkek çocuk okutuluyor ya da okutulduğunda tek alternatif olan cemaat okullarına gönderilmek zorunda bırakılıyor. Dolayısıyla erkek ve kızlar cemaatin verdiği eğitim sistemine göre yetişiyorlar” sözlerine dikkat çekti.

‘Mücadele etmemiz şart’

Kadın ve kadın kurumları olarak tek alternatifin mücadele olduğunu söyleyen Neslihan, “Kadınlar olarak öncelikle bilinçlenmemiz gerekiyor. Eğitim, toplumsal, ekonomik her boyutta kendimizi donatmamız gerekiyor. Her kadının gücü oranında ekonomiye katılması gerekiyor. Özellikle sadece erkeğin ekonomik kazancının olması kadın üzerinde tahakküm kurmasının temel nedenini oluşturuyor. Bunu ekonomik şiddet olarak da tanımlayabiliriz. Bunların her biri için mücadele etmemiz şart” dedi.

www.gazetepatika8.com

Share
. tarafından

Mısır’da tacize uğrayan kadına 8 yıl hapis cezası verildi

Temmuz 12, 2018 de ANASAYFA . tarafından

Mısır’da tatil yapan Lübnanlı Mona el Mazbuh, şehrin dışındaki bir bölgede bir erkek ve bir taksi şoförü tarafından tacize uğradığını söyleyerek polise şikayette bulundu.

Ancak polis Mazbuh’un iftira attığını ileri sürerek Mazbuh hakkında işlem başlattı. Mazbuh hakkında 11 yıl hapis istemiyle dava açıldı.

Kahire’de görülen davada suçlu bulunan Mazbuh, 8 yıl hapse mahkum edildi. Karara itiraz eden Mazbuh’un cezasına ilişkin son karar 29 Temmuz’da verilecek.

www.gazetepatika8.com

Share
. tarafından

Mülteci krizinden küresel faşizm doğuyor

Temmuz 12, 2018 de ANASAYFA . tarafından

KÖLN – Geçtiğimiz hafta Akdeniz’in güneyinde, yine Libya kıyılarının yakınlarında, yaklaşık yüz göçmenin içinde olduğu bir bot battı. Kurtarma ekipleri sadece birkaçını kurtarabildi. Bu yaşananlar insanları harekete geçiriyor mu?

Göçmenler, insan olarak görünür değiller. Her ne kadar kimi bireylerin yaşadıklarıyla ilgili haklarında haberler yapılsa da genel olarak bulundukları ülkelerin toplumları içerisinde büyük ölçüde şekilsiz insan kitlesi olarak görülüyor. “Mülteci dalgası” durdurulsun diye alınmaya çalışılan politik önlemler, toplumu bu önlemlere hazırlamak için politikacıların ve onları destekleyen kimi medya kuruluşlarının dili ise gerçek bir sefalet örneği sergiliyor.

Politika elbette göçü ve nedenlerini tartışmalıdır. Ve elbette bu tartışmalar zaman zaman sertleşebilir de. Fakat konu artık Akdeniz’de ölümü göze alarak yola çıkanlardan, Libya’daki toplama kamplarında işkenceye maruz kalanlardan, Suriyeli sığınmacıların Türkiye’de, Ürdün’de hatta Avrupa’da sığınma kamplarında yaşadıkları tecavüz ve tacizlerden, insan ticaretinden, kısacası ‘insanın’ çok uzağına düşmüş durumda.

İnsan hakları ihlallerinin gizli saklı yapıldığı zamanlardan farklı olarak, insanı insan yapan ilkelerin dünya kamuoyunun gözleri önünde küresel bir biçimde parçalandığı bir çağda yaşıyoruz. Bu da insani katılaşmayı üretiyor, bir körleşme yaratıyor. Çaresizlik ve gerçek dışılık iç içe geçiyor.

Asıl konu sınırların korunması da değil asıl mesele bu sınırları tanımayan, sınırların varlığını kabul etmeyen insanları savunmaya geçmeye zorlamak, sınırlara itiraz edenleri itibarsızlaştırmak. Uygulanan metotlarla birleştirici olanı değil ayrıştırabileni vurgulamak. Bu nedenle Trump ebeveynlerle çocuklarını dünyanın gözü önünde birbirinden ayırarak bir taraftan da geleneksel her toplum için tabu olan aile bağının, söz konusu ülke sınırları ve ülkede yaşayan vatandaşların rahatlığıysa yıkılabileceğini göstererek yeni bir ‘normallik’ yaratmaya çalışıyor. Faşizm de zaten bu şekilde çalışıyor.

Sığınmacılar bulundukları ülkelerin yasalarına göre güvende olsalar bile, politikacıların aldıkları bu radikal önlemlerin asıl nedeni, insan imajında yaratmak istedikleri temel bir değişikliktir: Şefkat, adalet, empati, dayanışma gibi insanı insan yapan asgari önkoşulları, prensipleri yok etmeye çalışarak demokratik bir siyaset ve insan toplumu işleyişi için gerekli olan her şeye karşı sürekli bir saldırı halindeler.

Politik ahlak, en asgari anlamda bu dünyada iyi ve kötüyü, yaşamın değerini, suçluluğu ve sorumluluğu formüle eder. Prensiplere dayalı olana demokrasi ahlakı her şeyden önce siyasal anlaşmazlıkta bir tartışma değil, tersine bu anlaşmazlığı mümkün kılan birleştirici şeydir. Çünkü onun sınırları içerisinde neyin yapılması veya yapılmaması gerektiği belirlenir. Eğer sürekli demokrasinin ve özgürlüğün ahlaki sınırlarından şikayet ediliyorsa, ya bir plan vardır ortada ya da doğacak sonuçlarından korkulmuyor demektir. Dünyaya yön veren Batılı politikacılar hem mültecilerle ilgili aldıkları kararlarla, hem sarf ettikleri sözlerle hem de ülkeleri içerisinde çıkarmaya çalıştıkları ‘güvenlik yasaları’ ile sürekli olarak üst üste toplumu şoke ediyorlar. Her gün yeni cepheler açarak toplumsal duyarlılığı felç etmeye çalışıyorlar.

Gerçekte mülteci meselesi, sınır güvenliğinin çok ötesinde bir hale getirilerek dış ve iç güvenlik adı altında alınan kararlar ve yapılan yasalarla ABD’den AB’ne, Orta Doğu ülkelerinden Afrika ülkelerine küresel bir faşizme doğru yol alıyor. Bu konu politikacıların ellerine teslim edilemeyecek kadar acil insani dayanışma gerektiriyor.

Küresel kolektif bir karşı duruşun aciliyeti demokrasi ve özgürlük içinde yaşamak isteyen tüm toplumlar ve bireyler için çok açık bir biçimde önümüzde duruyor. Libya’dan yola çıkıp Akdeniz’de boğulanlar, Suriye Savaşı’ndan kaçıp araçlarda havasızlıktan ölenler, Afrika’dan, Latin Amerika’dan savaşlardan, yoksulluktan kurtulmak için başka bir can pazarını göze alarak yola çıkanlar, şimdilik bizlerden uzak bir sorunun adı olmayan amorf parçaları gibi duruyor. Sadece uygun olduğumuzda katıldığımız bir iki protesto ile şimdilik boş vakitlerimizi alan bu konu yavaş yavaş bütün hayatımızı alacak bir konuya dönüşüyor.

Avrupa sınırları içerisinde bu mesele Almanya’da Angela Merkel ve Hristiyan Sosyal Birliği (CSU) Başkanı Horst Seehofer, Avusturya Başbakanı Sebastian Kurz, Macaristan Başbakanı Viktor Orbán ve Recep Tayyip Erdoğan arasındaki bir güç oyununa dönüştü. Trump yönetimindeki ABD uygulamaları da göç konusunda Avrupa’dan zaten daha beter hale gelmiş durumda: Yüzlerce, binlerce anne ve babasından ayrılmış kafeste tutulan, uyuşturulmuş çocuklar, sığınma kamplarına gönderildi.

www.gazeteduvar.com.tr
Share
. tarafından

2018 Onur Yürüyüşü Londra’da Gerçekleştirildi

Temmuz 12, 2018 de ANASAYFA . tarafından

Onur yürüyüşü bu yıl 30 000 üzerinde  bir katılımla Londra’da gerçekleştirildi.  Açılışı Londra belediye başkanı ve Kadın ve eşitlik bakanı  yaptı. Binlerce kişinin katıldığı yürüyüş Regent Street’de başlayarak Whitehall’da sonlandırıldı. Londra’nın merkezinde yapılan yürüyüş adeta bir festival havasında oldu. Tüm farklı kesimlerin katılarak kendilerini ifade ettikleri yürüyüşte LGBTİ+ haklarına dair taleplerin yanısıra ülkedeki hak kesintilerine dairde protestolar dile getirildi.

500 farklı organizasyonun katıldığı Pride March yürüyüşüne  yoğunluktan dolayı bazı grupların katılmasına izin verilmemesi sonucu protestolara sebep oldu. Güvenlik gerekçesiyle daha fazla katılımın mümkün olmadığının söylenmesi tepkilere yol açtı.  Yürüyüşe bir milyon kişinin katılması bekleniyordu.

Londra Pride başkanı Alison Camps Ulusal sağlık Kurumunun kesintileri dolayısıyla yaptığı açıklamada NHS’in LGBTİ+ için bugün dünden daha da önemli olduğunu söyledi.

Share
. tarafından

Yeni Zelanda’da 30 bin hemşire grevde

Temmuz 12, 2018 de ANASAYFA . tarafından

Yeni Zelanda’da 30 bin hemşire 24 saatliğine greve gitti. Çalışma koşullarına tepki gösteren hemşirelerin grevi, son 30 yılda yaşanan ilk benzer grev oldu.

Hükümetin hemşirelerin taleplerini kabul etmemesinin ardından yaşanan grev sebebiyle kimi ameliyatlar iptal oldu, acil durumda olmayan hastalar taburcu edildi.

Hemşireler aşırı çalışma saatlerinden, düşük ücretlerden ve güvensiz iş koşullarından rahatsızlıklarını dile getiriyor.

Yeni Zelanda Başbakanı ise, grev kararından dolayı “büyük hayal kırıklığına uğradığını” söylüyor.

www.gazetepatika8.com

Share
. tarafından

‘Kuş ölür sen uçuşu hatırla’ / Güneş Erzurumluoğlu

Temmuz 12, 2018 de ANASAYFA . tarafından

Bomba patladı tam kalbimizde…

Havaya sıçradığımı hatırlıyorum. Gözümün önünde anlam veremediğim bir kızıllık vardı. Sonrası boşluk ve birkaç dakikalığına her şey kapkaranlık.

Gözümü açtığımda gökyüzünü göremiyordum. Sadece o an korkuya kapıldım. Gözümün önünden hayatım geçmedi, tek düşündüğüm: “Ölmek için daha çok gencim.”

Ben değildim belki ölen ama onlarca gencecik insan düşmüştü toprağa.

Kalkamıyordum yerden, zaten hemen anlamıştım, hissiz ve hareketsiz bedenim benden ayrılmıştı artık. Ama yapabildiğimce baktım çevreme. Sağımdaki ve önümdeki herkes, kelimenin gerçek manasıyla herkes, yerdeydi. Tek farkla: Artık gülmüyorlardı. Kim kimdi tanıyamadım. Saniyeler içinde o kadar çok şey düşündüm ki; “Neler oluyordu?.. Ne yapmalıydım?.. Bacaklarımın… Orada yerde yatan bedenler kimindi?”

Ben nefes alamıyordum. Cebo neredeydi? Neden hiçbir şey duymuyordum? Neden her yer yanık et kokuyordu?

Sokaklarda yüzlerce insan çığlık atıyordu. Hatırlıyorum, Amara Kültür Merkezi’nin önü geniş bir yoldu çünkü daha bir saat önce Keke’yle yürümüştük orada. O an ise adım atılacak yer yoktu. Ambulansın olması gereken yolda polisler vardı ve insanları içeri itiyorlardı. Arabaların, insanların yardım etmesine izin vermiyorlardı.

Anlattıklarımın hikâye olmasını dilerdim fakat her anını yaşadım ve hatırladıkça öfkem bin kat daha artıyor.

Şimdi ise geçen zamanın üç yıl olduğuna inanamıyorum. Üç yıl olmuş, ben hâlâ bir hastane yatağında olanları ve yaşadıklarımızı kaleme alıyorum.

Cebo’suz, Uğur’suz, Ferdane annesiz, onlarsız geçen koskoca üç yıl. Ama daha öfkeli, daha hırslıyım.

Peki aradan geçen üç yılda neler oldu? Tekrar yürümeye başladım ve adalet mücadelesi sonucunda sorumlular yakalandı…

Hayır, bunlar olmadı.

Olması gereken bunlardı, ama olmadı. Suruç katliamı davasında gizlilik kararı 19 ay sürdü, kalkan gizlilik kararı sonrasında ise ‘mahkeme’ adı altında bir tiyatro oyununa tabi tutulduk. Daha fazla insan katledildi. Bodrumlarda yakılarak öldürüldü, çocuklar oyun oynaması gerekirken paramparça edildi. Düşünenler tutuklandı, doğruları söylemek suç oldu, körü körüne ve bilinçsizce itaat edenler ise el üstüne çıkarıldı.

Ama doğrudan vazgeçmedi insanlar. Sokaklardan vazgeçmedi. Her gün yepyeni sesler katılıyor aramıza, gencinden yaşlısına…

Bir eksildik bin çoğaldık, bir düştük bin koştuk. Biz faşist iktidarı, Erdoğan’ı çok şaşırttık. Genç yüreklerimize dünyaları sığdırdık. “Başka bir dünya mümkün” diyen Ivana’nın fikirlerini paylaştığımızı çekinmeden söyledik hem de düşünmenin suç olduğu bir ülkede.

IŞİD’e karşı verilen savaştan çıkan bir kente giderken katledildik ama IŞİD’e karşı cesurca savaşıp şehit düşenleri anmaktan çekinmedik. Üstelik de Erdoğan iktidarının IŞİD’i desteklediğini bildiğimiz halde.

Barıştan ne kadar korktuğunuzu bildiğimiz için Türkiye’nin kalbi Ankara’da katliama uğramamıza rağmen sokaktaki irademizden vazgeçmedik.

Vazgeçmiyoruz. Adalet mücadelemizden, insanlığımızdan, düşlerimizden vazgeçmiyoruz.

Her defasında yineliyoruz: Üç yılda olsa üç bin yılda olsa 33’leri anmaktan, Suruç için adalet istemekten vazgeçmiyoruz.

Bugün değilse yarın ama mutlaka başaracağız!

Kaynak/ETHA

Share
. tarafından

En eski insan kalıntısı bulundu

Temmuz 15, 2018 de ANASAYFA . tarafından

Çin’in kuzeyindeki Şangçen’de bir platoda Afrika dışındaki en eski insan kalıntıları bulundu. Bilim insanları, bulunan taş aletlerde kullanılan kuvars ve kuvarsit taşların kökeninin ise kazı alanının 10 kilometre güneyindeki Çinling Dağları olduğu tahmin ediliyor.

BBC’nin haberine göre, taşların hangi insan türü tarafından yapıldığı ise bilinmiyor. Çinli ve İngiliz bilim insanları tarafından gerçekleştirilen araştırmanın sonucunda elde edilen bilgiler Nature dergisinde de yayımlandı. Araştırmacı Robin Dennell, “Asya’daki ilk insanlara dair bulgular 2,5-2,6 milyon yıl geriye, insanların taş aletler geliştirdiği döneme kadar gidebilir” dedi. Dennel sözlerini “Bu bulgu Asya’nın insan evirimi için kesinlikle çok önemli olduğunu gösteriyor. Artık Avrasya’daki insan evrimine dair Avrupa merkezli bakış açısının ötesine geçiyoruz: İnsan evriminde Asya’daki kanıtlar da Afrika ve Avrupa’daki kadar büyüleyici ve karmaşık. Çin’de bulunan 80 kadar alet iklimin sıcak ve nemli olduğu bir dönemde fosilleşen topraktan çıktı. Diğer 16 aletin geliştirildiği dönemde ise iklim daha soğuk ve kuruymuş. Aslanlar ve sırtlanlar gibi daha büyük ve güçlü yırtıcılar tarafından kovalanmazdan önce leşlerin üzerindeki etleri almak için basit ama etkili bir araç edindiler. Bu onlara yeni bir dünya açtı” diyerek bitirdi.

Afrika’da bulunan en eski insan fosili Etiyopya’da 2,8 milyon yıl önceye, en eski taş alet ise Kenya’da 3,3 milyon yıl önceye ait.

www.gazetepatika8.com

Share
. tarafından

Astım hastası Arin bebek hastaneye götürülmüyor

Temmuz 15, 2018 de ANASAYFA . tarafından

Urfa 2 No’lu T Tipi Kapalı Hapishanesi’nde annesi Esma Yılmaz ile birlikte kalan bir yaşındaki Arin bebeğin bir hafta önce acil olarak hastaneye sevkinin yapıldığı ancak halen hastaneye götürülmediği öğrenildi.

Mezopotamya Ajansı’na konuşan baba Yılmaz, Arin’in ateşinin sürekli yükseldiğini aktardı. Yılmaz, Arin’in bir hafta önce cezaevi revirindeki doktorlar tarafından acil olarak hastaneye sevkinin yapıldığını fakat hala götürülmediğini söyledi.

Dün haipishane’de eşi ve çocuğunu gören Mihdi Yılmaz, astım hastası olan Arin bebeğe verilen yanlış ilaçların değiştirildiğini ancak yeni ilaçların hala verilmediğini söyledi.

“İlaçlar verilmiyor”

Baba Yılmaz, astım hastası olan çocuğuna ilaçlarının verilmediğini ve ateşin 39,5’lara kadar çıktığını belirtti. Yılmaz ayrıca, cezaevinin sıcak olmasından dolayı Arin’in pişik olduğunu ve pişik ilaçlarının dahi verilmediğini dile getirdi.

Bir an önce kızının hastaneye götürülmesini isteyen baba Yılmaz, “Artık perişan olduk. Ya eşimi denetimli serbestlikle bıraksınlar ya da sevkini Mardin’e yapsınlar. Ben çocuğumu gündüz tedaviye, akşam annesinin yanına götürebileyim” dedi.

Kamuoyuna duyarlılık çağrısı da yapan Yılmaz, eşinin serbest bırakılması için yetkililere seslendi.

www.gazetepatika.com

Share
. tarafından

‘Tayyipler Âlemi’ / Mine Söğüt

Temmuz 15, 2018 de ANASAYFA . tarafından

Dört öğrenci… ODTÜ mezuniyet töreninde… Penguen dergisinin 13 yıl önce kapağında yayımladığı bir karikatürü pankart olarak taşıdıkları için… Tayyip Erdoğan’a hakaretten… Resmen… Tutuklandılar.
Sadece gözaltına alınmadılar. Sadece ifadeleri alınmadı. Haklarında sadece soruşturma başlatılmadı.
Savcının karşısına çıkarıldılar. Mahkemeye sevk edildiler. Ve hapse atıldılar.
Şu anda içerdeler. Öğrenciler. Mezuniyet töreninde Tayyip Erdoğan’la ilgili bir karikatürü pankart yapıp taşıdılar diye.
Ve yer yerinden oynamadı.
Ve yer yerinden oynamadı.
Ve yer yerinden oynamadı.
O karikatür bundan 12 yıl önce yargılanıp muhteşem bir kararla beraat etmişti.
O kararda:
“Geniş kitlelere ulaşan karikatürlerle ilgili davada, hukuka ve adalete duyulan güvenin sarsılmaması için hâkim siyasi bir refleksle hareket etmemeli” denmişti.
“İnsanlar karikatürler nedeniyle gülünç duruma düşebilir. Bu durum karşısında kişilik haklarının ihlal edildiği her zaman ileri sürülebilir. O zaman da karikatürün aslında bir sanat türü olmadığı, sadece hakaret etmenin bir yolu olduğu sonucu çıkar ki bu sonuç da karikatürü tamamen yasaklamayı gerektirir” denmişti.
“Bilim insanları ve sanatçıları, düşünürleri, yazarları, şairleri tazminat silahı ile susturulmuş bir toplumda ilerlemeyi sağlayacak fikir zenginliği ortamının oluşması beklenemez” denmişti.
“Fikir öyle bir şeydir ki, kimine göre doğru olan öbürünün doğrusu olmamaktadır. Hatta bu doğrular zamana göre kişinin kendisinde bile değişebilmektedir” denmişti.
“Düşünce ve fikirler olumluyu değil, olumsuzu da içerebilir. İncitici, aykırı ve endişe yaratıcı da olabilir. Önemli olan değer yargılarına ilişkin düşünce ve fikirlerin serbestçe ifade edilebilmesidir” denmişti.
“Çoğulculuğun, hoşgörünün ve açık fikirliliğin bir gereği olduğu için demokratik toplumun temel taşlarından biri, hatta en önemlisi düşünceyi açıklama ve yayma özgürlüğüdür” denmişti.
Ve denmişti ki…
“Toplumu etkileme ve ileriye götürme gücüne sahip olan davacının, sahip oldukları güç nispetinde eleştiriye açık olması ve katlanması gerekir. Bu nedenle karikatürlerin hakaret amacı taşımadığı, kişilik haklarını ihlal etmediği kanaatine varıldığından davanın reddine karar verilmiştir.” 
Mahkemeden bu karar çıktığında şu anda hapiste olan çocuklar daha ilkokuldaydılar.
Davalı başbakandı.
O çocuklar büyüdüler ve ODTÜ’den mezun oldular.
O başbakan rejimi değiştirdi ülkeye Başkan oldu.
Eğitimden sanata tüm yetkileri kendinde topladığının ertesi günü de iktidarın mahkemeleri o çocukları hapse attı.
Tekrarlayın… içinizden, dışınızdan tekrarlayın bu cümleyi.
13 yıl önce… 13 yıl önce… 13 yıl önce basılan ve zamanında yargılanıp aklanan bir mizah dergisi kapağından… O kapaktan… O kapaktan… O kapaktan… Cumhurbaşkanı’na hakaret ettiler diye….ODTÜ mezunu gencecik öğrenciler… Şu anda içerdeler. İçerdeler. İçerdeler.
Siz de sanmayın ki dışarıdasınız.
Hepimiz içerideyiz. İşin içindeyiz. O çocukları hapse gönderen iradenin karşısında tüm aklımızla ve vicdanımızla ve öfkemizle dikilemediğimiz için…
Gözümüzün içine baka baka olağanlaştırılmış bir hukuksuzluğa, toplama kamplarındaki tutsaklar gibi kör ve sağır ve korkak kaldığımız için…
İçerdeyiz, yerin dibindeyiz.
Üstelik o zamanlar o mizah dergisinin kapağındaki Tayyipler Âlemi…
Güçlü mizahçıların aklından ve yetenekli çizerlerin kaleminden çıkmış sevimli bir şakaydı;
Şimdiyse Cumhurbaşkanlığı’na bağlanan kurumlarla ve verilen yetkilerle birlikte gerçek bir tehlike.
Bundan sonra hep birlikte uzun bir süre Tayyipler Âlemi’nde yaşayacağız.
Bu da bize kapak olsun.

Bu yazı ilk olarak Cumhuriyette yayımlanmıştır

www.gazetepatika8.com

Share
. tarafından

‘AKP’nin kadınlara ‘sihirli’ olarak sunduğu çözüm güvencesizlik’

Temmuz 15, 2018 de ANASAYFA . tarafından

Uluslararası Çalışma Örgütü’nün (ILO) istihdamda cinsiyet ayrımı raporuna göre, dünya genelinde kadınların iş bulması erkeklere nazaran çok daha zor ve kadınlar daha niteliksiz işlerde güvencesiz şartlar altında çalışıyor. Kadınların küresel işgücüne katılım oranı yüzde 49’un biraz üstündeyken, erkeklerde bu oran yüzde 76. Yani arada yüzde 27’lik bir fark var. Üstelik bu fark bazı bölgelerde yüzde 50’nin üzerine çıkıyor. Aslında bu fark dünya ortalamasının çok ötesinde ve yüzde 40’ı geçiyor.

Uluslararası emek göçü, toplumsal cinsiyet perspektifinden işgücü piyasaları, kalkınmada kadın emeği konuları üzerine çalışan Ankara Üniversitesi Siyasi Bilgiler Fakültesi öğretim üyesi Prof. Dr. Gülay Toksöz, AKP iktidarı boyunca kadının işgücünde nasıl yer aldığını ve kadın istihdamına yönelik Jin News’tan Habibe Eren’e değerlendirmelerde bulundu.

‘Ataerkil zihniyet yapıları kadınlar için erişebilir işleri sınırlıyor’

Kadınların işsizlik oranlarının her zaman erkeklerin üstünde seyrettiğini söyleyen Gülay, kadınlarda ise işsizlik oranlarının daha yükseldiğini ve erkeklerin işsizlik oranlarıyla aradaki makasın giderek açıldığını ifade etti. Gülay, bu durumun birçok nedeni olduğunu belirterek, şöyle devam etti: “İşgücü piyasalarının cinsiyetçi yapısına bağlı olarak kadınların ve erkeklerin çalışabilecekleri işler konusundaki ataerkil zihniyet yapıları kadınlar için erişilebilir işleri sınırlıyor. Aynı durum eğitim sitemi için de geçerli. Özellikle yükseköğretimde kadınlar daha çok kendilerine ‘uygun’ görülen meslek dallarının eğitimlerini tercih ediyor ve bu mesleklerdeki işsizlik oranların ortalamadan daha yüksek.”

Mühendislik alanında eğitim gören kadınların oranı yüzde 28′

DİSK-AR’ın TÜİK 2017 verilerine dayandırdığı raporda üniversite mezunlarının bölümlere göre işsizlik durumuna dair verdiği verileri değerlendiren Gülay, “Buna göre 2017’de üniversite mezunlarının ortalama işsizlik oranı yüzde 12,7 iken bu, sanatla ilgili alanlarda eğitim görmüş kişilerde yüzde 21 ve mühendislik bölümlerinden mezun olanlarda yüzde 9. YÖK 2016-17 yükseköğrenim istatistiklerine baktığımızda, sanatla ilgili fakültelerde eğitim gören öğrenciler içinde kadınların oranı yüzde 56. Buna karşılık mühendislik alanında eğitim görenler arasında kadınların oranı yüzde 28. Kuşkusuz sayıların gösterdiği cinsiyet eşitsizliklerinin ötesine geçip, tüm genç nüfus açısından çok ciddi olan işsizlik sorunu bağlamında işgücü piyasası ihtiyaçları gözetilmeden açılan üniversitelerin durumuna ve eğitimde nitelik düşüklüğüne dair çok şey söylenebilir” diye belirtti.

‘Her 4 kadından biri ve her 5 erkekten biri kayıt dışı’

Türkiye’de kayıtlı istihdamın, yani sosyal güvenlik hakkından yararlanarak çalışmanın birçok kişi için söz konusu olmadığını ifade eden Gülay, “Oysa sosyal güvenlik Anayasa tarafından tanınan temel insan haklarından biri. 2017’de tarımda çalışan kadınların neredeyse tamamı, erkeklerin de dörtte üçü sosyal güvenlik kapsamında değil. Tarım dışında ise her 4 kadından biri ve her 5 erkekten biri kayıt dışı. 2017 yılında tarım dışında kadın istihdamında 330 bin kişilik artış sağlanmış ve bunun 129 bini yani yüzde 39’u kayıt dışı işlerde. Erkekler açısından bakıldığında tarım dışı istihdam artışı 494 bin kişi ve bunun 136 bini kayıt dışı işlerde, oran yüzde 28. Yani çok övünülen istihdam artışının önemli bir kısmının ‘insana yakışır’ iş özelliklerinden uzak olduğunu belirtmek gerekir”  ifadelerini kullandı.

‘Kendi hesabına çalışan kadınların yüzde 79’u kayıt dışı’

AKP Hükümeti’nin yıllardır kadın istihdamını artırmak için iki temel şey önerdiğini belirten Gülay, “Kadın girişimciliğini teşvik etmek ve esnek çalışma biçimlerini yaygınlaştırmak. Kadın girişimciliğinin teşviki ile kendi hesabına çalışma kadınlar arasında yaygınlaşıyor. Ancak 2017’de kendi hesabına çalışan kadınların yüzde 79’u kayıt dışı olarak karşımıza çıktı. Çünkü bu tarz çalışma ile düzenli, yeterli bir gelir elde etmeye ve BAĞ-KUR’a primleri düzenli ödemeye imkân yok. Kazanılan para acil gündelik ihtiyaçların karşılanmasına gidiyor ve ekonomik durumdaki kötüleşmeye bağlı olarak süreklilik taşımıyor” dedi.

‘Hükümetin sunduğu çalışma biçimleri güvencesiz işler’

Hükümetin istihdamı artırmak üzere “sihirli çözüm” olarak sunduğu ve “güvenceli esnek” çalışma ile kast ettiğinin esas itibariyle kısmi zamanlı çalışma, belirli süreli çalışma, özel istihdam büroları üzerinden geçici çalışma olduğunu vurgulayan Gülay, bu tarz çalışma biçimlerinin kadınlar açısından işlerinin geleceğine dair hiçbir öngörüde bulunamayacakları güvencesiz işler anlamına geldiğini söyledi. Gülay, “Çalıştıkları süreler içinde sigorta primleri ödense bile bu primler onların başta işsizlik sigortası olmak üzere emeklilik hakkına kavuşmalarına imkân sağlayacak düzeyde olmuyor. Dolayısıyla çalışanlara kayıtlı olmanın getirdiği yararları sunmuyor” diye belirtti.

‘AKP doğurganlık oranını arttırmak için teşvik politikaları uyguluyor’

AKP Hükümeti’nin kadınların doğurganlık oranını arttırmak adına bir takım teşvik politikaları uyguladığına değinen Gülay, özellikle 2016 yılında çıkartılan torba yasada işçi ve memur kadınlar için doğum izni ertesinde kısmi zamanlı çalışma imkânından söz edildiğini ancak anneler ve babalar çalışırken çocuklara nasıl bakılacağı konusunda hiçbir düzenlemenin yer almadığını aktardı. Gülay, “İlk doğumdan sonra doğum izni biten ve iki ay süreyle kısmi zamanlı çalışan kadının, kısmi zamanlı çalıştığı süre içinde ve sonrasında tam zamanlı çalışmaya geçtiğinde bakım işini kim üstlenecek?” diye sordu.

Zihniyet dünyalarında zaten eşitliğe yer yok’

Kamusal kreş ya da özel sektörde kreş gibi yasal düzenlemelerin yapılması gerektiğini vurgulayan Gülay, bir diğer yasal düzenlemenin de evde bakım işlerinde ücretli çalışanların düzgün koşullarda istihdamını sağlanması için yapılması gerektiğini dile getirdi. Gülay, “Bunların hiçbiri öngörülmediği için aileler kişisel çözümler bulmaya çalışıyorlar ve özellikle bakım harcamalarını karşılamanın söz konusu olmadığı düşük gelirli hanelerde genelde düşük ücretli işlerde çalışan kadınlar işten ayrılmak zorunda kalıyor. Dolayısıyla bu politikalar kadınların ekonomik özgürlüğe kavuşmalarının ilk adımını oluşturan gelir getirici işlerde çalışma imkânını sunmadığı sürece hane içindeki ve piyasadaki cinsiyetçi eşitsizlikleri sürdürüyor. Aslında iş başındakilerin zihniyet dünyalarında zaten eşitliğe yer olmadığını biliyoruz ve kadınlar kamusal alanda ne kazanıyorlarsa kendi mücadeleleri ile elde ediyorlar” diye belirtti.

‘Kadın örgütlerinin seslerine kulak vermeleri yeter’

“Türkiye’de resmi kadın istihdam politikaları, çok düşük olan kadın istihdamının artırılması hedefini gözetiyordu ama bunun insana yakışır işler üzerinden olup olmaması önem taşımıyordu” diyen Gülay, eğer eşitlikçi bir yaklaşımdan söz edilecekse, önümüzdeki dönemde işbaşına gelenlerin kadın istihdamını ve bakım emeğini bir bütün ele almaları gerektiğini ifade etti. Gülay, kadınların işgücü piyasasına tam zamanlı ve güvenceli işler üzerinden katılımını öngören ekonomi ve istihdam politikaları ile çocuk, özürlü, yaşlı bakım hizmetlerinin kamusal, kurumsal hizmetler olarak sunumunu öngören sosyal politikalar bir arada geliştirilmesi ve uygulanması gerektiğini belirtti. Gülay, “Somut olarak atılacak adımlar için uzun zamandır bu alanda çalışan kadın örgütlerinin seslerine kulak vermeleri yeter” dedi.

Gülay Toksöz kimdir?

1992’den beri Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi, Çalışma Ekonomisi ve Endüstri İlişkileri Bölümü öğretim üyesi görevini yürüten Gülay,   2004-2008 yılları arasında Ankara Üniversitesi Kadın Çalışmaları Anabilim Dalı Başkanlığı’nı yaptı. Toplumsal cinsiyet perspektifinden işgücü piyasaları, kadın emeği, uluslararası emek göçü konularıyla ilgilenen Gülay’ın bu konulara ilişkin çok sayıda ulusal ve uluslararası makalesi bulunuyor. Kitaplarından bazıları: Sendikacı Kadın Kimliği (Seyhan Erdoğdu ile birlikte, İmge Yayınları, 1998), Sosyal Koruma Yoksunluğu-Enformel Sektör ve Küçük İşletmeler (Şerife Türcan Özşuca ile birlikte, SBF Yayınları, 2003), Uluslararası Emek Göçü (Bilgi Üniversitesi Yayınları, 2006), Türkiye’de Kadın İstihdamının Durumu (ILO, 2007) ve Kalkınmada Kadın Emeği’dir (Varlık Yayınları, 2012).  “Irregular Migration, Informal Labour and Community: A Challenge for Europe” (2007) başlıklı kitabı  Erik Berggren, Branka Likic-Brboric, Nikos Trimikliniotis ile birlikte derlemiştir. “Geçmişten Günümüze Türkiye’de Kadın Emeği” başlıklı kitabı Ahmet Makal’la birlikte derlemiş ve bu çalışma Ankara Üniversitesi yayını olarak çıkmıştır (2012).

www.gazetepatika8.com

Share
. tarafından

Kapitalizm Bilimi Tahrip Ediyor – Meagan Day

Temmuz 15, 2018 de ANASAYFA . tarafından

Akademide bu zorunluluk kendisini gözle görülür şekilde ortaya koyuyor: yayınla ya da yok ol, fon bul ya da kaybol.

Kamu yatırımı olmadan üniversiteler özel sektörün kurallarıyla oynamaya, yani işletme gibi çalışmaya mecbur. İşletmeler elbette ki kâr-zarar hesabına göre çalışıyor ve bu hesabın artıda olması kâr maksimizasyonuna, o da girdi ve çıktıların dikkatle ve sürekli biçimde değerlendirilmesine dayanıyor. Araştırmacılar Marc A. Edwards ve Siddhartha Roy’un “Academic Research in the 21st Century: Maintaining Scientific Integrity in a Climate of Perverse Incentives and Hypercompetition (21. Yüzyılda Akademik Araştırma: Ahlaksız Teklifler ve Hiper-Rekabet Çağında Bilimsel Bütünlüğü Korumak)” başlıklı makalelerinde yazdıkları gibi, akademik bilim açısından bunun sonucu ise, bilimsel araştırmacıların yaptığı neredeyse her şeyi belirleyen ve çalışma pratikleri üzerinde gözlemlenebilir etkilere sahip yeni bir niceliksel performans ölçümü rejiminin ortaya çıkması oldu.

Bu ölçüm ve değerlendirmeler “yayın sayısı, atıflar, birleşik atıf-yayın sayısı (yani “h-indeksi”), dergi etki faktörleri (JIF), toplam araştırma bütçesi ve toplam patenti” içeriyor. Edwards ve Roy, “fakültelerde işe alım, terfi ve kadro, ödül ve fon konusunda karar sürecini artık bu niceliksel ölçümler belirliyor” diyorlar. Sonuç olarak, akademideki bilim insanları, araştırmalarının fonlanması, yayınlanma ve atıf yapılma konusunda giderek artan çılgınca bir arzunun güdümündeler. “Atıf yapılan çalışma ile ölçülen bilimsel çıktı, 2. Dünya Savaşı’ndan bu yana her 9 yılda bir ikiye katlandı” diyor Edwards ve Roy.

Ancak nicelik niteliğe tercüme olmuyor. Edwards ve Roy, niceliksel performans ölçümlerinin bilimsel araştırmaların niteliği üzerindeki etkisini izlemişler ve bu etkinin olumsuz olduğunu bulmuşlar. Yayın sayısını teşvik eden ödül sistemlerinin sonucu olarak, bilimsel makaleler daha kısa ve daha az derinlikli, “metot açısından zayıf ve hatalı bulgu oranı daha yüksek.” Mesleki değerlendirmelerde çalışmalara yapılan atıf sayısına artan vurgu sebebiyle, referans listeleri kariyer ihtiyaçlarını karşılayacak şekilde şişirilmiş ve yayınlamanın bir koşulu olarak kendi çalışmalarına atıf yapılmasını isteyen akran değerlendirmeci sayısı artmış.

Daha fazla fon almayı daha fazla mesleki fırsatla ödüllendiren sistem, bilim insanlarının hibe teklifi yazmaya ölçüsüzce uzun vakitler harcamasına ve fon verenlerin dikkatini çekebilmek için araştırmalarının pozitif sonuçlarını öne çıkarmasına sebep oluyor. Benzer şekilde, üniversitelerin departmanları sıralamada yükseldikleri için ödüllendirmesi, “sıralamalarda tersine mühendislik, oynama ve hile yapmaya” teşvik ediyor ve bu da bilimsel kurumların kendisinin bütünlüğünü erozyona uğratıyor.

Akademik bilim üzerindeki artan piyasa baskısının sistemsel sonuçları muhtemelen çok yıkıcı. Edwards ve Roy’un yazdığı gibi, “ahlaksız tekliflerin artması ve fonların azalması birleşince, bilim insanlarını etik dışı davranışa itebilecek basınçlar yoğunlaşıyor. Bilim insanlarının kayda değer bir kesimi güvenilmez hale gelirse, bilim yuvalarının kendisi özü itibariyle yozlaşmış hale gelebilir ve kamuoyunun güveninin kaybedileceği bir taşma noktası aşılabilir. İnsanlık açısından yıkıcı sonuçları olabilecek yeni bir karanlık çağın başlangıcı olabilir bu.” Güvenilirliği muhafaza etmek için, bilim insanlarının bütünlüklerini koruması gerekiyor – ve hiper-rekabet bu bütünlüğü erozyona uğratarak potansiyel olarak tüm bir akademinin altını oyuyor.

Dahası, hibe ve atıf peşinde koşan bilim insanları, karmaşık hakikatlerin ortaya çıkarılması için elzem olan dikkatli mülahaza ve derin araştırma fırsatlarını da kaybediyorlar. 1964’te Higgs parçacığının varlığını öngören Britanyalı teorik fizikçi Peter Higgs, 2013’te Nobel Ödülü alması üzerine Guardian gazetesine verdiği demeçte, “şu anki akademik ortamda olsaydım bu çığır açıcı buluşu asla yapamazdım” demiş.

“1964’te yaptığımı yapmak için gereken huzuru ve sessizliği şu anki iklimde nasıl bulurdum, hayal etmesi güç,” diyor Higgs. “Bugün olsa akademide iş bulamazdım. Bu kadar basit. Yeterince üretken bulunmazdım diye düşünüyorum.”

Higgs, kariyerinin sonraki yıllarında, “araştırma değerlendirme egzersizleri yaptıklarında departman için bir utanç kaynağına dönüştüğünü” söylüyor. “Edinburgh Üniversitesi fizik departmanı, ‘Lütfen son yayınlarınızın listesini verin,’ diyen bir mesaj gönderirdi, ‘Yok,’ diye cevaplardım.” Higgs, üniversitenin onu yetersiz üretkenliğine rağmen, “ya batarsın ya çıkarsın” ortamında üniversite açısından bir lütuf olacağı için, sırf Nobel Ödülü kazanacağı umuduyla tuttuğunu söylüyor.

Kapitalizmin rekabetçi buyrukları – işçiysen emeğini satmak, patronsan kârını maksimize etmek – diğer her şeye üstün geliyor, alternatif çabalar, ne kadar asilce olursa olsunlar, kaçınılmaz şekilde geri püskürtülüyorlar. Bilim akademisinin asil bir amacı, örneğin, yaşadığımız dünya ile ilgili kolektif bilgi birikimini geliştirecek esaslı deneyler gerçekleştirmeleri için insanlara kaynak ve cesaret aktarmaktır. Ama bu büyük amaçlar, kemer sıkmacı idarecilerin üniversiteler ve araştırmalar için devlet fonlarını kısmasıyla berhava oluyor ve kurumlar ayakta kalabilmek için finansman modellerini değiştirmek zorunda kalıyor.

Edwards ve Roy, performans ölçümlerinin yaygınlaşmasının yol açtığı hiper-rekabetin akademideki bilim insanlarının niceliği niteliğin önüne koymasına yol açtığını, onları kestirme yollara sevk ettiğini ve en bilim odaklılardan ziyade en kariyer odaklıları kayırdığını gözlemliyorlar. Kısacası, kapitalist piyasanın diktası (“rekabet, birikim, kâr maksimizasyonu ve artan emek üretkenliği”), bilimsel bütünlüğe ve kolektif bilgi arayışına zarar veriyor.

Edwards ve Roy, ana olarak niceliksel ölçümleri gevşetip araştırmalardaki suiistimalleri önlemeye odaklanan sayısız reform öneriyorlar. Ama büyük ihtimalle sorunlar asıl sebebe inilmedikçe devam edecek – yani, kapitalizmin üniversitedeki ve üniversiteyi ayakta tutan toplumdaki hakimiyeti son bulmadıkça.

Kaynak: jacobinmag.com

Çeviri: Serap Şen

www.gazetepatika8.com

Share
. tarafından

Şule’yi katleden erkeğin tutuklanması için kampanya

Temmuz 15, 2018 de ANASAYFA . tarafından

Ankara’da bulunan bir plazanın 20. katında cinsel saldırıya maruz bırakıldıktan sonra intihar süsü verilerek katledilen Şule Çet için sosyal medyada kampanya başlatıldı. #ŞuleÇetİçinAdalet etiketiyle duygularını dile getiren binlerce kullanıcı, otopsi raporuna rağmen Şule Çetin’in katil zanlısı Çağatay A.’nın iki kez gözaltına alınıp serbest bırakılmasına isyan etti.

Çağatay A., Şule Çet’in ölümünde bir numaralı şüpheli olarak iki kez gözaltına alındı ve her ikisinde de adli kontrol şartı ile serbest bırakıldı. Otopsi raporunun katliamı ortaya çıkarmasına rağmen Çağatay A. hakkında hâlâ bir işlem yapılmadı. Bu duruma tepki gösteren kadın dernekleri ve binlerce Twitter kullanıcısı #ŞuleÇetİçinAdalet etiketinde kampanya başlattı.

Mesajlar  #ŞuleÇetİçinAdalet etiketini TT listesinde bir numaraya taşıdı. Şule Çet’in ağabeyi olduğunu belirten Şenol Çet de, twitter üzerinden adalet çağrısı yaptı. Şenol Çet kardeşinin katil zanlısı olduğunu belirttiği Ç.A’yı da deşifre etti.

Share
. tarafından

Erkekliğe ve faşizme inat Meksika’da kadın tugayını kuran bir devrimci: Petra Herrer

Temmuz 18, 2018 de ANASAYFA . tarafından

Meksika’da devrimci mücadelenin yükseldiği yıllarda savaş, yalnızca devlet güçlerine karşı verilmez. Devrimci kadınlar kendi yoldaşları için de var olup savaşma mücadelesi verirler. ‘Soldadera’ adı verilen bu kadınlardan biri de Petra Herrera olur. Tarihten Kadın Portreleri’nde bu hafta, verdiği mücadelede erkekler tarafından kadın olduğu için dışlanınca sadece kadınlardan oluşan bir tabur kurarak devrimin öncüsü olan Petra Herrera var.

Dünyanın her noktası yüzyıllar boyu ezen ve ezilenin savaşımına sahne olmuştur. Geçmişten günümüze ve muhakkak ki geleceğe uzanan bu savaşım, kimi zaman halkların özgürlüğü ile sonuçlanırken kimi zaman da tiran ya da diktatörlerin galibiyetiyle sonuçlanmıştır. Ancak hangi coğrafyada ne zaman gerçekleşirse gerçekleşsin bu zorlu mücadelenin içinden geçenler dilden dile aktarılmıştır.

1800’lü yılların Meksika’sı da bu savaşlardan birine sahne olmuştur. Halk, Porfirio Diaz diktatörlüğünü devirmek için ayaklanmıştır.

Bir tabu yıkıcı: Petra Herrera

Gerilla mücadelesi veren halkın içinde yer alan kadınlarınsa mücadele sathı ise sadece faşist güçler olmamış, aynı zamanda kendi yoldaşları olan erkekler de mücadele kotasında yer alır. Mücadelenin ön cephesinde yer almasına izin verilmeyen kadınlar, zaman zaman ‘yoldaşım’ dedikleri erkekler tarafından tacize de uğrar. Kadınlara yüklenen bu edilgen konum ise Petra Herrera öncülüğünde yıkılır. Doğum tarihi tam olarak bilinmeyen Petra Herrera’nın 1800’lerin başında dünyaya geldiği tahmin edilir.

Yoksul bir ailenin çocuğu olan Petra, devrim düşüncesiyle genç yaşta tanışır. Onu en çok etkileyense köylerine gelen devrimci genaral Francisco Villa olur. Villa ile tanışan Petra, mücadelede aktif olarak yer almak ister ancak bunun için önünde önemli bir ‘engel’ vardır: kadın olması.

O yıllarda Meksika’da kadınlar devrim mücadelesine sadece askerlere yemek ve temizlik gibi işleri yapmak veya mevziye silah taşımak için katılabilirdi. Bu kadınların yer aldığı birliğe “Soldadera” adı verilirdi.

Petra da bu soruna çözümü erkek kılığına girmekte bulur. Pancho Villa’nın devrimci birliklerine katılmak için kendini “Pedro Herrera” olarak tanıtmaya başlar. Ve bir süre cinsiyetini gizleyerek mücadelede yer alır. Gerçek kimliğini saklamak için büyük uğraş veren Petra, diğer gerillaları erkek olduğuna inandırmak için uyandırmadan önce şafakta tıraş olduğunu söyler.

Kadınlara yer yok!

Petra ‘Pedro’ olarak askeri operasyonlarda önemli başarılar elde eder. Özellikle 30 Mayıs 1914’te İkinci Torreón Savaşı’nda gösterdiği cesaret ile adından söz ettirir. Tek başına bağlantı yolundaki köprüyü havaya uçuran Petra, kentin kurtarılmasını sağlar.

Petra sonunda kadın olduğunu gizlemeye dayanamaz ve ordudakilere kadın olduğunu ve kendisi olarak savaşmak istediğini söyler. Lakin onlardan umduğu tepkiyi alamaz, kadın olmanın ‘dayanılmaz ağırlığı’ bir silah gibi yöneltilir kendisine. Generalliğe terfi ettirilmesi gereken Petra ordudan uzaklaştırılır. Bunun üzerine Petra, tamamı kadınlardan oluşan bir tugay kurar. 25 kişi ile başlayıp binlere ulaştığı belirtilen bu kadın tugayı, devrimde önemli rol oynar. Erkeklerin keskin ve yersiz kurallarını yerle bir eder kadın devrimcilerin savaşı.

Devrimin belirleyicisi: Kadın tugayı

Zamanla Pancho Villa’nın devrimci birlikleri ile birlikte de hareket eden kadın tugayı, devrimin belirleyicisi olur. Petra 1919 yılında devrimin başlıca siyasi liderlerinden Venustiano Carranza ile birlikte hareket etmeye karar verir. 1917-1920 yılları arasında orduya liderlik eden Petra, halk arasında kendisi, yani bir kadın olarak kabul görür. Yıllar süren mücadelesi sonunda devrim mücadelesinde kadının adını kazır belleklere. Daha sonra örgütü için casusluk yapmaya başlayan Petra, Meksika’nın kuzey kesiminde bir şehir olan Jimenez’de barmen olarak çalışmaya başlar.

Burada çalışırken bir grup erkeğin saldırısına uğrayıp, vurulur. Vücudunda derin yaralar açılan Petra bunların iyileşmemesi sonucu yaşamını yitirir. Petra’nın yaşamını yitirdiği tarih ise tam olarak bilinmez. Toplumun kodları ve tarihin yönlendirmesiyle adı fazla duyulmayan Petra’nın mücadelesi, ülke ve tabi ki dünya kadınları için tabir-i caizse efsane haline gelir.

Yıllar sonra erkek savaşçılar da Petra’yı örnek bir gerilla olarak anar. Binbaşı Luis García Monsalve, 19 Temmuz 1967’de Crónica Ilustrada de la Revolución Mexicana dergisinin 48. sayısı için verdiği röportajda Petra’ya dair şunları söyler:

“Saat 23.00’te, 23’te El Grillo zirvesine ulaştık. Bu arada, 20 kadını komuta eden ve hem erkek hem de kadınları cesaretle dolduran Petra Herrera adında bir kadını çok iyi hatırlıyorum.” Tarih erteleyip, üzerini örtebilir. Ta ki bir gün ardılları gelip onun (onların) hikâyesini tozlu raflardan gün ışığına çıkana dek…

Gazete Karınca

Share
. tarafından

Dünyaya gelen bebeklerin yüzde 2’sinin annesi 15 yaşından küçük

Temmuz 18, 2018 de ANASAYFA . tarafından

CHP İstanbul Milletvekili Gamze Akkuş İlgezdi, 2012-2017 yılları arasında 15 yaşından küçük çocuklar tarafından dünyaya getirilen bebek sayısının 2 bin 215 olduğunu açıkladı. İlgezdi’ye göre 116 bin 816 bebeğin annesi ise 15-17 yaş grubuna mensup. Bu veriler son 6 senede 18 yaşından küçük çocuklar tarafından dünyaya getirilen bebek sayısının 200 bine yaklaştığını gösteriyor.

Gamze Akkuş İlgezdi’nin çarpıcı verilere yer verdiği açıklaması şöyle:

“Dünyaya gelen bebeklerin yüzde 2’sinin annesi 15 yaşından küçük”

İstanbul Bağcılar Eğitim ve Araştırma Hastanesi’nde geçtiğimiz yıl kayıt altına alınan 392 çocuk gebeliği vakasının, adli makamlara kanuna uygun şekilde bildirilmediğinin ortaya çıkması üzerine bir açıklama yapan İlgezdi, “Bağcılar’da yaşanan skandal madalyonun sadece bir yüzü. Çocuk gebeliği Türkiye’nin kanayan yarası olmaya devam ediyor” dedi. Türkiye’de son 6 yılda, 18 yaşından küçük çocuklar tarafından dünyaya getirilen bebek sayısının 119.046’ya ulaştığını kaydeden İlgezdi, dünyaya gelen bebeklerin yüzde 2’sinin annesinin 15 yaşından küçük olduğunu açıkladı.

“2.215 bebeğin annesi 15 yaşından küçük”

TÜİK tarafından açıklanan verilerin 16-17 yaş grubu evliliklerle sınırlı olduğunu vurgulayan İlgezdi, 15 yaşından küçük çocuk evlilikleri ile ilgili verilerin ilgili Bakanlıklar tarafından açıklanmadığını, buna karşın, 2012-2017 yılları arasında dünyaya gelen 2.215 bebeğin annesinin 15 yaşından küçük olduğunu söyledi. İlgezdi, 2012-2017 yılları arasında 15-17 yaş grubu çocuklar tarafından dünyaya getirilen bebek sayısının ise 116.831’e ulaştığını belirtti.

“18.471 bebek bir gün bile yaşamadı”

İlgezdi, 2009-2017 yılları arasında bir gün bile yaşayamadan ölen çocuk sayısının ise 18.471’e ulaştığını belirterek, bebek ve genç anne ölümlerinde erken hamileliğe bağlı komplikasyonların önemli rol oynadığını söyledi.

“İlk sırada İstanbul”

2012-2017 yılları arasında evlendirilen 16-17 yaş grubu çocuk sayısının 204 bin 740 olduğunu kaydeden CHP’li İlgezdi, evlendirilen çocukların yüzde 95’nin kız çocuğu olduğunu söyledi. 2017 yılında, 18 yaşından küçük çocuk evliliklerinde ilk sırayı İstanbul’un aldığını kaydeden İlgezdi, İstanbul’u Antep, Urfa ve Hatay’ın takip ettiğini ifade etti.

www.gazetepatika8.com

Share
. tarafından

İran’da devlet kadınlar karşısında pes etti

Temmuz 19, 2018 de ANASAYFA . tarafından

İran Başsavcısı Muhammed Cafer Montazeri, kadınların “İslami olmayan” kıyafetlerine karşı mücadelenin başarısızlıkla sonuçlandığını söyledi. Başsavcı, kadınlara yönelik polisiye önlemlerin de hukuki adımların da sonuç vermediğini ve ülkenin uluslararası imajını zedelemenin dışında hiçbir işe yaramadığını belirtti.

İran resmi haber ajansı Irna’ya konuşan Montazeri, ülkedeki birçok kadının dine de İslami kıyafet normlarına da inanmadığı kanısında olduğunu söyledi. Kendi de bir din adamı olan İran Başsavcısı, “Her halükarda zor kullanmak işe yaramadığı gibi bizi bir yere de götürmüyor” tespitinde bulundu.

Başörtüsü ve manto zorunluluğu

İran’da tüm kadınlar ve 9 yaşından itibaren tüm kız çocukları, kamusal alanda saçlarını örtmek için başörtüsü takmak ve vücut hatlarını gizlemek için de uzun bir manto giymek zorunda. Bu kurallara uymayan ve “günahkâr” olarak görülen kişiler ahlak polisi tarafından tutuklanabiliyor, bazı durumlarda haklarında cezai işlem uygulanabiliyor ve suçlu bulundukları takdirde yüksek para cezasına çarptırılabiliyorlar.

Yeni yasak da işe yaramadı

“İslami giyim”e dair yasalar ve cezai yaptırımların yaklaşık 40 yıldır yürürlükte olmasına rağmen başörtülerinin giderek daha gevşek bağlandığı, mantoların giderek kısaldığı ve daraldığı gözlemleniyor. Geçen hafta alınan bir önlemle, önü açık ve düğmesiz mantoların satışı yasaklanarak, yasağa uymayan satıcılara bir yıl çalışma yasağı getirileceği açıklanmıştı. Ancak “İslami olmayan” mantoların satışının devam ettiği ve birçok kadının sokakta bu mantolarla dolaştığı gözlemleniyor.

www.gazetepatika8.com

 

Share
. tarafından

Sibirya’da 900 yıllık kadın mumya bulundu!

Temmuz 28, 2018 de ANASAYFA . tarafından

Sibirya’nın en kuzeyinde avcılık ve balıkçılık ile uğraşan bilinmeyen bir uygarlığın bir üyesi olan, 900 yıllık çok iyi korunmuş kadın mumya bulundu.

Arktik’in sınırında bulunan bakır ve kürklerle donatılmış bu kadın, tamamen erkeklerle dolu bir nekropolde şu ana kadar bulunan tek kadın.

Bu 12. yüzyıl kadını, Sibirya’nın en kuzeyinde avcılık ve balıkçılık ile uğraşan bilinmeyen bir uygarlığın bir üyesiydi. Aşırı soğuk mezarında mumyalaşan kadın öldüğünde muhtemelen 35 yaşındaydı ve günümüzde bile hâlâ çok net bir şekilde yüz hatları belirgin.

Kadının yüzündeki yeşil renk, mezarına konan bakır levha parçaları sayesinde oluşmuş. Uzun kirpikleri, saçlarının tamamı ve etkileyici dişleri var. Kafatasının altında, bir hayvan derisine sarılmış (muhtemelen ren geyiği) bronz tapınak halkaları duruyor. Ayrıca kadın mezara konmadan son olarak huş ağacı kabuğuyla sarılmış.

Diğer mezarlardaki insanlar gibi, 155 cm boyundaki bu Ortaçağ mumyasının ayakları da yakındaki Gorny Poly Nehrine doğru çevrilmişti. Bu uygulama, dinsel bir önem taşıyordu.

 

Salekhard yakınlarındaki Zeleny Yar arkeoloji alanındaki bu yaz kazılarında ortaya çıkarılan bir bebek de bir kız çocuğu olabilir. Rusya Arktik Araştırma Merkezi’nden arkeolog Alexander Gusev, bakır kaplı mumyanın bu mezarlıktaki ilk yetişkin kadın bulgusu olduğunu doğruluyor.

“Mezarlıkta daha önce çok iyi korunamamış kemikler bulduk. Bu kemikler, cinsiyetini anlamamızı imkansız kılacak kadar tahrip olmuştu. Fakat şimdi bu kişinin suratına bakarak bile kadın olduğunu anlayabiliyoruz. Bu durum, bu mezarlık hakkındaki düşüncelerimizi kökten değiştiriyor. Daha önce mezarlıkta sadece erkekler ve çocuklar olduğunu düşünüyorduk, ilk defa yetişkin bir kadın bulduk. Bu inanılmaz.”

 

Bu kadının üyesi olduğu insanlar, Arktik Daire’ın kıyısında avcılık ve balıkçılık ile ayakta kalmışlardı. Ancak daha önce araştırılan üç düzine yetişkin mezarın hepsinde erkek kalıntılar vardı, bazılarının kafatasları ezilmişti. Tüm bu bulgular, muhtemelen bu kadının sosyal açıdan önem taşıdığını düşündürüyordu. Mezarlıkta ayrıca her iki cinsiyetten de çocuklar gömülüydü.

Kuzey Kalkınma Sorunları Enstitüsü’nden Dr Sergey Slepchenko, kadının kafasının çok iyi korunduğunu, bunun kafasına sarılan bakır levha sayesinde olduğunu söylüyor.
“Bu kadın ve diğer kız bebek farklı mezarlarda bulundu. Bunların ilişkili olduklarını söyleyemeyiz. KEsinlikle anne ve çocuk değiller.”

 

Mumya üzerinde yapılacak analizlerin bir yıl sürmesi bekleniyor. Bu araştırmalar, akademisyenler tarafından Kuzey Kutbundaki insan varlığını anlamak için önemli görülen hükümetin sağlayacağı finansmana bağlı. Araştırmacılar ayrıca kadının suratını tekrar canlandırmak yani rekonstrükte etmek istiyorlar.

Seul Ulusal Üniversitesi’nden Prof Dong-Hoon Shin, “İki tip mumya vardır; yapay ve doğal. Yapay mumyalamanın en iyi örneklerini Antik Mısır’dan biliyoruz. Gömülenlerin cesetlerinin doğal mumyalanması, özel çevre koşulları, bakır cisimlerin bulunması ve iklime bağlı olarak gözlenir. Bu tür mumyalar çöllerde ve kuzeyde görülür. Zeleny Yar’dakilere benzer Arktik mumyalar çok nadir bulunuyor. Bu kadının iç organları bile çok iyi korunmuş, bu yüzden araştırmamız için oldukça değerli.”

www.gazetepatika8.com

 

 

Share
. tarafından

‘Çocuk istismarı sadece cinsel olarak ele alınmamalı’

Temmuz 28, 2018 de ANASAYFA . tarafından

Halkların Demokratik Partisi (HDP), 24 Haziran seçimleri öncesi yayınladığı kadın bildirgesinde Kadın Bakanlığı ve Çocuk Bakanlığı kurulması yönünde çalışmalar yapacaklarını açıklamıştı. Artan kadın, çocuk katliamları, cinsel istismar ve saldırılara karşı bakanlıkların önemine dikkat çeken HDP İstanbul Milletvekili Filiz Kerestecioğlu, önümüzdeki dönem bu konudaki ısrarlarını sürdüreceklerini vurguladı.

Kadın Bakanlığı kurulması için hala mücadele ettiklerini ancak iktidarın, içinde kadın olmayan Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı’nı Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı ile birleştirdiğini hatırlatan Filiz, buna karşı itirazlarının da süreceğini kaydetti. Türkiye’nin en temel sorunlarından biri olan kadın ve iş cinayetlerinin, tek bakanlık altında çözülmesinin mümkün olmadığının altını çizen Filiz, tek bakanlığın bu sorunları yok saymak, görmezden gelmek anlamına geldiğini söyledi. Kadın Bakanlığı’nın kurulması için ısrarcı olduklarını dile getiren Filiz, “Kadın Bakanlığı’nın olması, teşkilat yapısının olması sorunların tek tek ele alınıp her alanda çözülmesi için gereklidir. Bakıldığında Sağlık Bakanlığı’nın da kadınları ilgilendiren bölümleri var. Çevre Bakanlığı’nda da var” diye konuştu.

‘Asıl önemli olan kadınların mücadelesi’

Kadınların sokaklarda geceleri dolaşamadığını, parkların ışıklandırılmasının Kadın Bakanlığı’nın bir talimatıyla olabilecek bir durum olduğuna dikkat çeken Filiz, “Küçük yaşta evlendirmeler Eğitim Bakanlığı ile istişare halinde çözülebilecek bir diğer sorun. Bütün bakanlıklara kendi teşkilat yapısıyla Kadın Bakanlığı talimat verebilir. Bu sorunları tek tek tespit edebilir. Bütün bu sorunları çözebilecek olan bir teşkilat yapısı altında toplanması ve oradan çözüm yollarının aranması gerekiyor. Tabi ki bir bakanlık kendi başına her şeyi çözer demiyoruz. Asıl önemli olan kamuoyunun baskısıdır, kadın örgütlerinin mücadelesidir. Bugüne kadar yaptıkları gibi bundan sonra da verecekleri mücadeledir. Ancak sorunu bu şekilde tespit edip çözümünün de bu şekilde olması gerekiyor” ifadelerini kullandı.

‘Çocukların panzer altında ezilmesi bir başka istismardır’

Aynı sorunların çocuklar açısından da geçerli olduğunu söyleyen Filiz, çocuk istismarının önemli bir problem olduğunun altını çizdi. Çocuk Bakanlığı’nın da Kadın Bakanlığı gibi aynı teşkilat yapısı içerisinde ayrı bir bakanlık olarak yer aldığında çocukların bütün sorunlarının o bakanlık altında toplanacağını ifade eden Filiz, şöyle dedi: “İstismara uğradıktan sonra çocuğa sahip çıkmak hiçbir anlam ifade etmiyor. İstismar sadece cinsel anlamda ele alınamaz. Çocuk işçi çalıştırmak, aile içerisinde çocuğa şiddet uygulamak, bunların dışında türlü çocuklara yönelik istismar çeşitleri var. Çocukların panzer altında ezilmesi, çocukların oyun oynadıkları yerlerde ellerinde bomba patlaması bir başka istismar. Bütün bunların birbirinden dağınık bir şekilde çözüme kavuşması mümkün değil. Cezaevlerinde de çocuklar var. Bir kısım çocuk cezaevlerinde büyüyor. Örneğin, 9 aydır cezaevinde olan 13 aylık astım ve bronşit hastası bir bebek var. Cezaevi koşullarında hastalığı giderek ağırlaşıyor ve ilaçları bile doğru düzgün verilmiyor.”

‘Mücadeleden başka çözüm yok’

Türkiye’de ne kadın ne de çocuk politikası olduğunu hatta ülkedeki tek politikanın da kadın ve çocukları yok saymak üzerine olduğunu belirten Filiz, “Gerçek politika bu bakanlıkları kurarak, tüm sorunları masaya yatırarak çözümleri bulmaya çalışarak olur. Bunlar da kadın örgütleriyle, çocuk hakları konusunda çalışan bütün örgütlerle birlikte, onların deneyimlerinden yararlanarak yapılır. Sorunlar çok katmerli. Bunların çözüm yolları aslında gerçekten bu alanlarda çalışan insanlar tarafından biliniyor. Bu sorunları çözmek mümkün ancak bunun için gerçek çözüm üretici bir politikanız böyle bir bakış açınız olması lazım. Bu kadar tekçi, dikta rejimi uygulayan ve ‘her şeyi ben çözerim’ diyen kararnamelerle Cumhurbaşkanı’na bağlanmış otokrat bir rejim içerisinde bu çözümleri bulmak ve bunları konuşmak da kolay değil. Biz HDP olarak bu yönlü çalışmalarımızı, yaşananları duyurmaya, mücadele etmeye devam edeceğiz. Türkiye’deki halkların da yerelde, Meclis’te, hayatın her alanında mücadele etmekten ve bu ülkeyi daha demokratik bir ülke yapmak için mücadele edip dönüştürmekten başka çareleri ve çözümleri yok. Bizler de milletvekilleri olarak aslında bu sorunların sesi olmaya devam edeceğiz” ifadelerini kullandı.

‘Asıl gerekli olan cezasızlığın ortadan kaldırılması’

Çıkarılmak istenen cinsel istismar yasasının da bir çözüm olmadığını dile getiren Filiz, bu yasanın da iktidarın her zaman yaptığı gibi bir infial halinde hemen o kitleyi bastırabilmek için popülist çözümler önermesi olduğunu söyledi. Filiz, “Asıl gerekli olan aslında biat eden yargı sisteminin değiştirilmesi, cezasızlığın ortadan kaldırılması. Bizim bu sıkıntılara karşı mücadele etmekten başka çaremiz yok. Bunca yıllık deneyimimiz ve birikimimiz var. Bunu mutlaka değiştireceğiz” dedi.

www.gazetepatika8.com

Share
. tarafından

Munzur Festivali yasağa rağmen başladı

Temmuz 28, 2018 de ANASAYFA . tarafından

Bu yıl 18’incisi düzenlenen Munzur Kültür ve Doğa Festivali yasağa rağmen büyük ilgi gördü. Dersimlilerin yanı sıra festivale katılmak için farklı illerden gelen 7’den 70’e birçok kişi Ovacık ilçesinde bulunan Munzur Gözeleri’ne akın etti. Munzur baba ziyaretinde çıralar yakan festival katılımcıları, yanlarında getirdikleri çadırlar ile kamp kurdular. Bağlamaların çalındığı festivalde saatlerce halaya durup türküler söylendi. Festival kapsamında köy kadınları tarafından hazırlanan ev yapımı gözlemeler gelen ziyaretçilerin beğenilerine sunuldu.

Festival kapsamında bugün de sanatçı ve ekolojistlerin de katılımıyla Ovacık’ta basın açıklaması yapılacak.

www.gazetepatika8.com

Share
. tarafından

Dilan’ı ağır yaralayan polise ödül gibi ceza talebi

Temmuz 28, 2018 de ANASAYFA . tarafından

Gezi Parkı eylemleri sırasında polis kurşunuyla katledilen Ethem Sarısülük’ün anmasına katılan üniversite öğrencisi Dilan Dursun’u gaz bombası fişeğiyle başından vurarak ağır yaralayan polis, 5 yıl sonra bulundu. Cumhuriyet’in haberine göre soruşturmayı yürüten Ankara Savcılığı, olay tarihinde gaz tüfeği kullanmaya yetkili polislerin cep telefonu sinyal bilgilerini inceleyerek, polis Serkan Kurnaz’ın ismine ulaştı. Ancak savcılık, Dilan’ı arkadan hedef gözeterek vuran, beyin kanaması geçirip 4 gün yoğun bakımda yatmasına ve yüzde 10 engelli kalmasına neden olan polis Serkan Kurnaz hakkında “Kasten öldürmeye teşebbüsten” değil “Blinçli taksirle yaralamaya sebebiyet vermekten” dava açtı.

İddianamede şüpheli polisin 2 yıla kadar hapisle yargılanması ve dava sonunda verilecek cezanın da paraya çevrilmesi istendi.

‘Para cezası verilsin’

Şüpheli polis Serkan Kurnaz hakkında taksirle yaralanmaya sebep olmak suçundan dava açan Ankara Cumhuriyet Savcısı hazırladığı iddianamede, Serkan Kurnaz’ın 6 aydan 2 yıla kadar hapisle cezalandırılması ve verilecek cezanın da adli para cezasına çevrilmesi istendi. İddianamede, şüphelinin Dilan’ı hedef gözeterek, kasten yaraladığına dair delil elde edilemediği öne sürülürken, şu değerlendirme yapıldı:

“Şüphelinin ne olursa olsun düşüncesi ile yani olası kast ile eylemi gerçekleştirdiğine dair kanıt da dosyada mevcut değildir. Gaz teçhizatı kullanmakla görevli şüpheli, göstericiler arasında bulunan şikâyetçinin yaralanması hadisesinde, ön gördüğü neticeyi istememesine karşın, sonucun meydana gelmesine neden olmuştur. Bu sebeple olayda bilinçli taksirin varlığını kabul etmek gerekmektedir. Aksine bir görüşün kabulü halinde ise bu tür gösteriler sırasında yapılan her atışın herhangi bir kişiye isabet etmemesi durumunda dahi görevlilerin kasten yaralamaya teşebbüs, kasten yaralama gibi eylemlerle sorumlu tutulmasına neden olacaktır.”

Savcılık, olayla ilgili görev yazılarını değiştiren Emniyet personeli hakkında yapılan şikâyete ise takipsizlik verdi.

Ne olmuştu?

Gezi Parkı direnişinde polis Ahmet Şahbaz’ın ateş etmesi sonucu katledilen Ethem Sarısülük’ün cenaze töreninin yapıldığı 16 Haziran 2013’te, Kızılay Meydanı’nda eylem yapıldı. Ancak polis, toplanan kalabalığa müdahale etti. Dilan Dursun’un arasında bulunduğu bir grup, Kurtuluş Parkı’na doğru kaçtı. Dilan, buradan kaldığı yurda gitmek için yürüdüğü sırada arkadan yaklaşan plakasız bir akrep aracından atılan gaz bombası başının arkasına isabet etti. Ağır yaralan ve beyin kanaması geçiren Dilan, 4 gün yoğun bakımda kaldı. Gaz fişeği, Dilan’ın yüzde 10 görme kaybına neden oldu. Dilan, bu olay nedeniyle yaşamı boyunca orta derece kronik baş ağrısıyla yaşayacak.

www.gazetepatika8.com

Share
. tarafından

Göçmen çocuklar hayatta kalmak için fuhuşa mecbur bırakılıyor

Temmuz 28, 2018 de ANASAYFA . tarafından

Uluslararası yardım kuruluşu Save the Children tarafından yayımlanan “Görünmez Küçük Köleler” isimli raporunda İtalya-Fransa sınırını aşmaya çalışan küçük yaştaki göçmen çocukların fuhuşa zorlandığı ortaya çıktı.

Rapora göre çoğunluğu Afrika ülkelerinden gelen ve Avrupa ülkelerindeki yakınlarının yanına gitmek için İtalya-Fransa arasındaki Ventimiglia sınırını aşmaya çalışan refakatsiz çocuklar, bu yolculuk süresince hayatta kalabilmek için sekse zorlanıyor. Raporda bu olgunun, “hayatta kalmak için yapılan seks” (survival sex) olarak anıldığı belirtiliyor.

İtalya ve Fransa sınırında bulunan Ventimiglia’yı geçmek için para karşılığı seks yapmak zorunda kalan çocukların otomobil ile sınırı geçmek için kaçakçılara 50-150 euro arası ödeme yapmak zorunda olduğu da raporda yer alıyor.

Share
. tarafından

Ünlü Yunan tiyatrocu da yangında can verdi

Temmuz 30, 2018 de ANASAYFA . tarafından

Nikolaos Stelya  nstelya@gazeteduvar.com.tr

DUVAR – Komşu Yunanistan’da en az 91 kişinin hayatını kaybettiği yangında, ülkenin başarılı ve saygın tiyatrocularından Hrisa Spilioti’nin de yaşamını yitirdiği ortaya çıktı. Yangının en büyük hasarı verdiği Mati’de, kömürleşen bedenler üzerinde yapılan DNA testleri sonucunda, Spilioti ile eşi Dimitris Tournavitis’in hayatını kaybedenler arasında olduğu tespit edildi.

Görgü tanıklarının anlatımına göre, Spilioti en son Kokkino Limanki bölgesinde görülmüştü. Ünlü tiyatrocunun alevleri görünce kişisel eşyalarını limanda bırakarak eşini aramak için Mati’ye göre döndüğü ve bu esnada hayatını kaybettiği tahmin ediliyor.

Spilioti Yunanistan tiyatrosunun başarılı temsilcilerindendi. Yunanistan’ın ünlü tiyatro yönetmenleri ile beraber başarılı oyunlara imza atmıştı. Birkaç yıl önce de, arkasında ölü ve yaralılar bırakan başka bir yangın felaketi nedeniyle sahnelenen özel bir oyunda sahne almış ve yangınzedelere destek ifade etmişti. Spilioti ayrıca 1997’den bu yana birçok televizyon dizisinde de rol aldı.

Share
. tarafından

Keşke Özil ve Naki ırkçılığa karşı takım kursa

Temmuz 30, 2018 de ANASAYFA . tarafından

Ayşegül Karakülhancı Duman  aysekh2808@gmail.com

KÖLN – Mesut Özil’in, Recep Tayyip Erdoğan’la çektirdiği fotoğraf ve ardından yaşanan tartışmalar, Özil’in Alman Milli Takımı’ndan, Alman Futbol Federasyonu’nu ve Federasyon Başkanı Rheinhard Grindel’i “ırkçı” olmakla suçladığı istifa mektubuyla ayrılması, olayı daha farklı boyutları içine alarak büyüttü.

Bu konu entegrasyon ve ırkçılık olmak üzere iki boyutlu tartışılacak bir konu. Evet, Almanya’nın eksik ve sıkça eleştirdiğimiz bir entegrasyon politikası ve ırkçılık sorunu var. Bunun hem medya hem günlük hayat hem de Özil boyutu incelenmek zorunda.

Özil, “Benim Alman olarak kabul görmem için yerine getirmediğim kriterler nelerdir?” gibi çok doğru bir soru yönlendirerek milli takımı bıraktı. Bir ‘başkasına’ alışmak, onunla eşit bir ilişki kurarak yaşamak, tüm toplumlar için kolay süreçler değildir. Hele de bu toplumun Almanya gibi geçmişinde ırkçılık ve faşizm tecrübesi var ise. Entegrasyon, daha doğrusu uyum karşılıklı olmadığı sürece, sadece politik bir proje olarak zorla hayata geçirilmeye çalışılırsa, işlevsiz olur!

Mesut Özil, Almanya’da doğmuş, büyümüş biri. Zorlu ve özverili çalışması sonucunda, başarılı bir futbolcu olduğu ortada. Erdoğan’la fotoğraf çektirene kadar da uyum konusunda göçmen gençlere örnek gösterilen bir isimdi. Kimse şu soruyu sormadı: “Özil neye uyum gösteriyordu?” Doğduğu ve içinde büyüdüğü topluma mı? Bu absürt değil miydi? İçine doğduğumuz topluma uyum sağladığımızı göstermek, o toplumun ‘biyolojik’ ferdi olup olmamakla mı ilgilidir? Özil’in sarf ettiği bir diğer önemli cümle “Kazanırsak Alman, kaybedersek göçmeniz!” meselenin bir diğer vahim boyutunu gözler önüne seriyor. Almanya, Rusya’da yapılan Dünya Kupası’nda kaybedince, Bild gazetesi faturayı Özil’e “Özil sadece kendisini düşünüyor, takımı değil” ya da “Özil Alman Milli Takımı forması içinde rahat değil” vb. attığı başlıklarla kesti.

Özil’in yaşadığını, sosyalizasyonunu Almanya’da tamamlamamış, buraya sonradan gelmiş kişiler de yaşıyor. Ne kadar dil öğrensen, meslek sahibi olsan, Alman toplumuyla iç içe girsen, o kadar çok gündelik ırkçılık göze çarpar hale geliyor. Çünkü büyük bir çalışkanlık ve çabayla toplumda kabul görmek için uğraşıyorsunuz ama, sonunda yine de yabancısınız! Tanıdık geliyor mu? Bunu, Türkiye’de yaşayan, okuyan, çok iyi Türkçe konuşan, üniversite mezunu olan, unvanları olan Türkiyeli azınlıklar da bilir…

Mesut Özil’i yaptığı yanlış üzerinde düşünmek yerine, o yanlışı ısrarla savunmaya iten ve en sonunda kendisine eleştirel gözle dönüp bakmaktansa, sadece karşı tarafı belki olduğundan daha ağır bir dille suçlamasına neden olan, yaşadığı bu hayal kırıklığı oldu. Özil politik bir insan değildi -bunu da dile getiriyordu. Ancak Erdoğan’a bir sempati duyduğu da aşikar. Fakat fotoğrafa verilen aşırı tepkiler, Bild gazetesinin basın etiğinin sınırlarını aşarak, ısrarla konuyu Özil’i hedef göstererek haberleştirmesi, meseleyi doğru tartışma boyutuna çekmekten alıkoydu. Aynı Bild gazetesi yıllar önce Özil’le Merkel’in soyunma kabininde çekilmiş fotoğraflarını yayınladığında, Özil’i entegrasyon yıldızı ilan ederken, bugün aynı Özil’i ‘diktatör destekleyen, Alman olmayı başaramamış göçmen’ olarak manşetlerine taşıyor.

Dünyayı siyah ve beyaz olarak görmek isteyenler bu konuyu tıpkı Bild gazetesi gibi ele aldılar. Oysa bu durum hem Özil’i anlayarak, hem de onu eleştirerek de gayet normal, asgari demokratik insan hakları çerçevesinde tartışılabilirdi: Özil, otokratik bir sistem kurmakla eleştirilen bir devlet başkanıyla fotoğraf çektirdi ve böylelikle ona seçim kampanyasında destek vermiş oldu. Bu, sonuçta yanlış bir mesajdı. Özil sonuçta tanınan, sevilen bir isim olarak birçok apolitik genci olumsuz etkileyecek, insan haklarını ve demokrasiyi azımsayan bir politikacıya sempatiyi güçlendirecek bir reklam kampanyasında rol oynadı. Bunun da özeleştirisini vermek zorundaydı. Ancak Özil’i eleştirmeye kalkanlar, ondan daha da yanlış bir yola girmiş oldular. Bu da sonunda Erdoğan’ın “Entegrasyonu kazırsanız, altından asimilasyon çıkar” sözünü, yurt dışında yaşayan ve ona sempati duyanların, onu destekleyenlerin gözünde haklı çıkarmış oldu. Yani bu çatışmadan ilk faydayı sağlayan yine Erdoğan oldu.

Erdoğan’ı despot olarak suçlayanlar, ona silah satmaya devam edebiliyorlar; “insan haklarına saygı, en önemli önceliğimizdir” diyenler, Mülteci Anlaşması adı altında insan ticareti yapabiliyorlar. Hatta kendi ülke vatandaşları Türkiye’de cezaevinde tutulurken, Almanya’nın o dönem Dışişleri Bakanı olan Sigmar Gabriel, hala Dışişleri Bakanı görevine devam eden Mevlüt Çavuşoğlu’na, kendi elleriyle çay servisi yapabildi ve bunun fotoğrafını da kamuoyunda paylaştı. Sürekli, Türkiye ile ilgili iki yüzlü politikalar izleyenler doğru, ama Özil yanlış!

Tüm bunların dışında uzun vadede Özil sayesinde başlayan bu tartışmalar, eğer doğru tarafa evrilirse, Almanya hem gündelik ırkçılıkla baş etmekte, hem de yanlış kavranmış ‘entegrasyon politikası’nı yeniden deşifre etmekte belki az da olsa olumlu adımlar atılmasını sağlayabilir.

Federal İstatistik Ofisi’nin 2016 yılı verilerine göre, 18,6 milyon kişi veya toplam nüfusun yüzde 22.5’i göçmen geçmişe sahip. Göçmen geçmişi olanların yarısından fazlası Almanya vatandaşı, bunun yüzde 40’ı doğumundan itibaren. Almanya’da yaşayan her beş kişiden birinin göçmen geçmişi var. Bu konunun Almanya’da çok doğru bir düzlemde tartışılması şart. Çünkü göçmenlik geçmişi olan insanlar, günlük yaşamda her gün ayrımcılığa uğruyorlar. Spiegel ve Bavyera Radyo Televizyonu’nun bir araştırması, Türkçe veya Arapça isimleri olan kişilerin kiralık ev ararken büyük zorluklar yaşadıklarını ortaya koyuyor.

Robert Bosch Vakfı’nın sponsor olduğu bir çalışmaya göre, göçmen köklere sahip olan gençler iş bulmakta zorlanıyor. Gençler, bir iş görüşmesine davet edilmek için, ‘biyolojik’ Alman olanlardan önemli ölçüde daha fazla iş başvurusu yapmak zorunda kalıyorlar.

Forsa Enstitüsü Başkanı Manfred Güllner, birçok araştırmaya dayanarak, Almanların yüzde 11 ila 13’ünün en azından gizli bir şekilde ırkçı olduğunu gösterdiğini ifade ediyor. Güllner, “Son yıllarda aşırı sağcı popülist parti olan Almanya İçin Alternatif Partisi (AfD) bu potansiyeli kendisine çekmeyi başardı” diyor.

Almanya’da göçmen geçmişi olanlar veya göçmen geçmişi olanlarla ilişkisi olan insanlar, sosyal medyada #Me Two (İki köklü, iki dilli olmak anlamına gelen) kampanyasını başlatarak, gündelik hayatta karşılaştıkları ırkçılık deneyimlerini paylaşıyorlar: Ev bulamayanlar, iş ararken zorluk yaşayanlar, teninin rengi nedeniyle tuhaf konuşmalara maruz kalanlar, öğretmenler tarafından göçmen kökenli oldukları için ayrımcılığa uğrayıp, düşük notlar alanlar…

Tüm bunları Türkiye’de Kürt, Ermeni, Alevi, Yahudi olanlar da en ağırından, en hafifine mutlaka deneyimliyor. “-Nerelisin?”, “-Urfalıyım.”, “-Olsun, hepimiz insanız!”

Veya Kürt-Alman futbolcu Deniz Naki’nin politik kimliği ortaya koyması nedeniyle Türkiye’den canını zor kurtararak, Almanya’ya gelmesi gibi. Özil ile Naki arasındaki fark da, burada şimdilik Özil için yaşamsal bir tehdit yok. Ve belki Almanya, Türkiye’den farklı olarak henüz bu konuları bir şekilde kamuoyunda tartışabiliyor.

Bazen insan ancak kendi canı yanınca diğer canı yananlarla empati kurar. Belki Özil de bu yaşadıklarını daha farklı bir biçimde değerlendirip kendisine yapılan eleştirilere kulak vererek gerçekten tüm dünyadaki ırkçılığa ve ayrımcılığa karşı çıkar.

Share
. tarafından

Göç ettirilen Efrînliler ‘Halk Bahçesi’nde: Yas tutmak yerine direnişi seçtik

Temmuz 30, 2018 de ANASAYFA . tarafından

Türk Silahlı Kuvvetleri (TSK) ve desteklediği Özgür Suriye Ordusu’na (ÖSO) bağlı grupların Efrîn’e saldırısı ve buraya yerleşmesi ile binlerce Efrînli göç etmek zorunda kalmıştı. 58 günlük direnişin ardından evlerini, bahçelerini, topraklarını arkalarında bırakmak zorunda kalan Efrînlilerin büyük yoğunluğu Şehba Kantonu’na yerleşti.

Şehba ve Efrîn kantonlarının ortaklığıyla hazırlanan kamplara yerleştirilen yüzbinlerce Efrînli, kısıtlı olanaklarla yaşama tutunmaya çalışıyor. Çadırlara yerleştirilen halk, güçlü duruşlarıyla yas tutmaktan öte direnişleriyle var oluyor.

‘Halkın bahçesi’ Efrînli ihtiyaç sahipleri için işletiliyor

Kantonların ortak çalışması olan “Halkın bahçesi” projesi kapsamında, Şehba’nın Hırbıl köyünde 60 dönümlük araziye ekilen tohum ekildi. Ekilen her tohum, Efrînli kadınların eliyle her gün toplanıp ihtiyaç sahibi ailelere dağıtılıyor. Yaklaşık 2 ay önce ektikleri tohumların karşılığını alan kadınlar, halka hizmet etmekten oldukça memnun. 7’den 70’e her yaştan insanın çalıştığı bahçe, kadınların emekleriyle yoğruluyor. Kavun, karpuz, domates, patlıcan, biber kabak gibi çeşit çeşit sebze ve meyve eken kadınlar, bu hasadın ardından yine mevsim koşullarına göre ekim yapacak.

Bütün duygular iç içe yaşanıyor

Ektikleri ürünleri toplayan kadınlar, zaman zaman bir ezgi eşliğinde zaman zaman hasret çektikleri Efrîn üzerine ağıt yakıyor. Hüznün, sevincin, yaşamın her renginin hakim olduğu bu topraklarda en çok hissedilen duygu ise direniş.

‘Buradan Efrîn’in kokusu geliyor’

67 yaşında olan Zehra Henan, bahçede çalışan kadınlardan biri. Efrîn’in Cindirese ilçesinden göç etmek zorunda kalan Zehra, aynı zamanda son güne kadar Efrîn’de kalanlardan biri. Hava saldırılarının yoğun olduğu için katledilen komşularının cenazelerini toprağa gömmelerine bile fırsat verilmediğini belirten Zehra, yaşatılan katliamın sözlerle anlatılamayacağını belirtiyor. Her vakit bulduğunda bahçeye geldiğini söyleyen Zehra, “Bu iş sabrımı getiriyor. Burada Efrîn’nin kokusu geliyor” diyor.

Efrîn’e olan özlemini dile getiren Zehra, “Burada yıllarca da kalsak en nihayetinde yine Efrîn’e gideceğiz” diye ekliyor.

‘Bize yaşatılanlara direnişimizle cevap veriyoruz’

27 yaşındaki Aufa Ahmet Cesim de, Efrîn’de saldırıların en yoğun yaşandığı  Eşrefiye Mahallesi’nden göç edenlerden.  Aufa da şöyle konuşuyor: “Efrîn’de her yerde bahçe görmeniz mümkündü . Evinin bahçesinde, tarlasında kapı önünde her yerde doğanın var olduğunu görüyorsun. Yaşananlar karşısında yas tutmak yerine ona sıkıca sarılıp direnişimizi her yerde sürdürmeyi seçtik. Yaşam koşullarımız zor. Bir halk bu kadar zorluk yaşarken kimseden bir ses yok. Kanton, meclis ve kurumlarımızın dışında kimseden bir yardım almadık. Her koşulda da biz bize yetebileceğimizi biliyoruz. O yüzden yas tutmak yerine yasatılanlara yaşam sevgimizle ve direnişimizle cevap veriyoruz.”

‘El ele verip direnişi güçlendiriyoruz’

Yaptıkları işten mutlu olduklarını belirten Aufa, “Bütün kadınlar el ele verip direnişimizi güçlendiriyoruz. Herkesi ortaklaşmaya ve yaşanan direnişe davet ediyoruz” diyor. (MA)

www.gazetepatika8.com

Share
. tarafından

Kardeşçe yaşamın umut yolculuğu: Kardeş Türküler 25 yaşında

Temmuz 30, 2018 de ANASAYFA . tarafından

Anadolu ve Mezopotamya’nın farklı coğrafyalarından onlarca türküye sahnede 25 yıldır hayat veren Kardeş Türküler, 25’inci yılını bu akşam Most-Uniq Açıkhava’da gerçekleşecek görkemli bir müzik şöleniyle taçlandıracak. Gruba, aralarında Candan Erçetin, Ayşenur Kolivar, Dalepe Nena ve Mikail Aslan’ın bulunduğu çok sayıda sanatçı da destek verecek. Ağustos ayı boyunca dinleyicileri müzikal bir yolculuğa çıkarak olan Kardeş Türküler’in, bir de plak sürprizi var. Jin News’tan Evrim Kepenek grubun perküsyon sanatçısı Diler Özer ile Kardeş Türküler ‘i ve müziğini konuştu.

* Kaç yıldır Kardeş Türküler’desiniz ve sahnedeki göreviniz nedir? 

Kardeş Türküler’in ilk kurulduğu yıldan bu yana grupta perküsyon çalıyorum. Zaman zaman organizasyon işlerini de üstlendim. Çünkü, bizimki klasik anlamda bir müzik grubu değil. 25 yıldır buradayım ve bu anlamda çok heyecanlıyım. Bir grubu 25 yıl yan yana, bir arada tutmak çok zor. Uzun zamandır bu akşam ki konserimize hazırlanıyoruz.

* Peki 25 yıl önce Kardeş Türküler nasıl ortaya çıktı? 

Biz ilk konserimizi 1993 yılında verdik. 1993’de Boğaziçi Üniversitesi Folklor Kulübü içinde dans müzik kısmında bir fikriyat olarak ortaya çıktı. Bir müzik ve dans çalışması yapan arkadaş grubu olarak evvelinde fikriyatını konuşmuştuk.

93’teki o ilk konserde halkların kardeşliği ve farklı kültürlerin bir arada yaşaması çerçevesinde talepleri olan bizlerin o günden bugüne olan yansıması bu grup.

* İlk konserinizi biraz daha detaylandırır mısınız?  

İlk konserimizde, Kürtçe, Türkçe,  Ermenice, Azerice şarkılar vardı. İlk kez Boğaziçi Üniversitesi’nde söylemiştik. Sonra farklı sivil toplum örgütlerinin merkezlerinde, kültür sanat merkezlerinde söyledik. 90’ların ikinci yarısında ise çok farklı alanlar açıldı, sanatın her alanında farklı kültürlere yer veren alanlar açıldı. Bir hareketlilik vardı. Ülkenin savaş koşullarını yaşandığı bir dönemdeyiz ama diğer yanda bunun da kışkırtmasıyla aslında farklı alanlarda mücadelelerin de bir araya geldiği gündeme geldiği bir dönemdir bu dönem. Bu da insanları üretmeye itiyordu. İnsanlar kendilerini ifade etmenin farklı yollarını arıyordu. Sadece biz değildik o yolları arayanlar.

* Medya nasıldı? 

Evet medya göstermiyordu ama farklı kanallarda sesimizi duyuruyorduk. Hatta o dönem,  ilk 8 Martlarda Newrozlarda sesimizi duyurabildiğimiz bir alan açılmıştı. “Birlikte güçlüyüz” diye bir slogan vardı. Tam tarihini hatırlamıyorum bir kadın mitinginde biz de vardık. Bu anlamda 90’lar bizim açımızdan hem çıkış yıllarını yaşadığımız hem de verimli bir süreç yaşadığımız dönemdi.

* Sonrasında…

2000’li yılların başında ise Avrupa Birliği süreci ile birlikte demokratikleşme adımların atılmasıyla, yeni alanlar açıldı bizler için. Ülke için durum böyleyken bizim de öğrenciliğimiz bitmişti, daha profesyonel adımlar attığımız bir dönemdi. İlk’lerin dönemiydi. İlk albüm, ilk grup olarak turneye çıktığımız ve ilk Harbiye Açık Hava Konseri’ni gerçekleştirdiğimiz yıllardı. Zamanla gruba sadece şarkılar değil dans da eklendi.

* Kardeş Türküler’i tek tipleşmeden 25 yıldır yan yana tutabilmenin sırrı ne?

25 yıl geçti evet. Bu zaman zarfında herkes aynı değil. Bu projenin kuruluşunda esasında önemli roller oynayan arkadaşların bazıları aramızda değil. Farklı katılımlar oldu güçlenildi. Klasik bir müzik grubu olmayışımız bir arada olmanın sırlarından biri olduğunu düşünüyorum. Bilirsiniz klasik müzik grupları, kişiler üzerine kurulur ve kişiler bir şekilde gruptan ayrılınca gruplar dağılır. Kötü bir şey değildir bu. Ancak bizim müzik grubumuz kişiler değil bir fikriyat üzerine kurulduğundan fikriyat var oldukça grup da var olur diye düşünüyorum.

Bu grup ortaya çıktığı dönemde, bu ülkede insanlar, halklar kutuplaştırılarak yaşatılmaya çalışıyor her zaman bir ayrımcılık ötekilik vardı. Yine böylesi bir dönemden geçiyoruz. Sadece Türkiye’de değil dünyanın her yerinde bu var.  Bu her zaman karşı çıkacağın bir hal. Bu nedenle de Kardeş Türküler fikriyatı bitmedi, bitmez.

Kardeş Türküler bir yönü ile de müzik ve dansla birlikte, barış içinde kardeşçe yaşama ulaşmada bir umut yolculuğudur. Karşı çıktığın şey seni yaratıcılığa itiyor ve bu yaratıcılık etrafında bileşenlerle yan yana durabilmek, sahnede bir arada olmak, bizi bir arada tutuyor, yaratıcılık bizi bir arada tutuyor.

* Kardeş Türküler’in nasıl bir çalışma disiplini var? 

Her zaman düzenli disiplinli çalışabiliyoruz diyemeyiz ancak elbette bir çalışma kültürümüz var. Diyelim bir konserimiz var, buna dair çalışmalar, araştırmaları okumak, farklı yanlarını birbirimize anlatmak, bir alan araştırması gibi ama tabi kapsamlı değil ama tematik bir çerçevede çalışma yapıyoruz. Grup olarak konuşmak ve tartışmak hepimize iyi geliyor. Sonra provalar başlıyor.

* 25’inci yıl kapsamında dinleyicilerinizle paylaşacağınız başka etkinlikleriniz var mı? 

Bu akşamki konser görsel öğelerle de destekleniyor, bu bir farklılık. Sahnede müzisyen dostlarımız da olacak. Kalabalık sahne olacak. Bu konserin benzerleri Ağustos’ta farklı yerlerde gerçekleşecek.  5 Ağustos’ta Altınoluk’ta, 11 Ağustos’ta Antalya’da, 18 Ağustos’ta Bodrum’da, 19’unda ise Datça’da olacağız.

Aynı zamanda bu sene sonbahar aylarında 25 yıl çerçevesinde ilk albüm Doğu’nun ve geçen yılki Yol albümün plakları dinleyici ile buluşacak. Sürpriz diyelim başka projelerimiz de var.

www.gazetepatika8.com

Share
. tarafından

Bağımsız sanatçıların öncüsü bir ressam ve sanat fedaisi: Hale Asaf

Temmuz 30, 2018 de ANASAYFA . tarafından

Türkiye’den Paris’e uzanan bir sanat köprüsü kurup, üzerinde ustaca yürüyen bir sanat fedaisi o. Tarihten Kadın Portreleri’nde bu hafta Türkiye’nin ilk kadın ressamlarından Hale Asaf var.

Türkiye’nin ilk kadın ressamlarından olan Hale (Salih) Asaf, Enise ve Salih çiftinin kızları olarak 1905’te İstanbul’da dünyaya gelir. İlk ve orta öğrenimini Notre Dame de Sion Fransız Kız Lisesi’nde alan Hale, resime küçük yaşlarda evde başlar. Hale hayatı boyunca uğraşacağı hastalıkla da bu yaşlarda tanışır. Öğrenimi sırasında rahatsızlanan Hale, 1910 yılında ameliyat edilerek akciğerlerinde bulunan on kist alınır. İyileşme sürecinin ardından 1919’da Türkiye’nin ilk kadın ressamı olan teyzesi Mihri Müşfik Hanım’ın yanına Roma’ya gider ve ciddi anlamda resim eğitimi almaya burada başlar. Kaynaklar, Mihri’nin, Hale’yi ressam olmaktan vazgeçirmek için uğraştığını anlatır. Mihri, yeğenine ‘resimden para kazanamadığını üstelik sağlığını da kaybettiğini’ söyler ancak Hale resimden vazgeçmez.

Ardından resim eğitimine devam etmek üzere Paris’e gider ve ressam Namık İsmail’den özel ders alır. Sonra Türkiye’ye dönen Hale, 1921 yılında 16 yaşına geldiğinde sınavına girdiği Berlin Güzel Sanatlar Akademisi’ni kazanır. Ve böylece Almanya günleri başlar. Burada Prof. Arthur Kampf’ın öğrencisi olur. Sınıf arkadaşlarından biri ise Fikret Mualla’dır.

Berlin’deyken hastalığı nükseden Hale yeniden ameliyat olur ve bir göğsü alınır. Hem hastalığı hem de maddi koşulları nedeniyle 1924’ün Nisan ayında Türkiye’ye döner. Resim eğitimini bırakmayı kesinlikle düşünmeyen Hale aynı sene eğitimine Sanayi-i Nefise Mektebi’nde (sonradan adı Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi olarak değiştirilir) devam eder. Hale burada ünlü ressamlar Feyhaman Duran ile İbrahim Çallı’nın öğrencisi olur ve kısa sürede yeteneği ile dikkat çeker. Yeteneğini aldığı eğitimle birleştiren Hale’nin tuvali gün geçtikçe ilham verici hale gelir.

Hale bu dönemde Mısır’a kaçan babasının soyadı olan ‘Salih’ yerine dedesinin soyadı ‘Asaf’ı kullanmaya başlar. Hale’nin annesi babasından ayrılır. Annesinin verem hastalığına yakalanması ve İsviçre’de tedavi görmesi üzerine Hale de annesinin yanına gider ve bir süre burada kalır. Annesinin vefatı üzerine ise yeniden Türkiye’ye döner.

Resime kattığı kendine özgü yorumuyla her geçen gün daha da ilerleyen Hale, 1925 yılında Maarif Vekaleti tarafından açılan Avrupa Konkuru’nu kazandıktan sonra, 1926’da Münih Akademisi’nde eğitim alır. Yine nükseden hastalığı nedeniyle bu süre zarfında İtalya’ya gider ve göğsündeki kistler alınır.

Bağımsız sanatçıların öncüsü

Ardındansa Hale, eğitim için Paris yollarına düşer ve 1927’te Paris’teki Académie Lhote ve Académie de la Grand Chaumiére’de eğitim görür. Hale, Paris’te Matisse, Raoul Dufy gibi sanatçıların eserlerinden yeni bilgiler öğrenir. Ayrıca bu dönemde seramik sanatçısı İsmail Hakkı Oygar ile nişanlanıp evlenir. Hale’nin o dönemde Avrupa’ya giden sanatçılardan ayrılan bir yanı vardır. Ki bu yan onun Türkiye sanat tarihinde önemli bir yer edinmesine de etken olur. Hale küçük yaşta yurt dışında başladığı ve kimi zaman bir okul kazanarak kimi zamansa kendi çabalarıyla açtığı yolu adımlayarak ilerlediği kariyerinde hep bağımsız ve özgün olmayı başarır. Kübizm anlayışıyla kendi resim tarzını oluşturan Hale, Türkiyeli ‘bağımsız sanatçıların’ öncülüğünü üstlenir.

Paris’te katıldığı Expose á la Nationale sergisinden sonra 1928 yılında Türkiye’ye dönen Hale, Bursa Kız Öğretmen Okulu’na resim öğretmeni olarak atanır. Buna ek olarak 1929’da Bursa Necati Bey Kız Sanat Enstitüsü’nde Fransızca dersleri de vermeye başlar. Bu dönemde tarihi Bursa evlerini yansıttığı resimleri çok beğenilir. Hale, 15 Temmuz 1929’da hayata geçirilen Müstakil Ressamlar ve Heykeltıraşlar Birliği’nin kurucuları arasında yer alır. Böylece Hale, ilk kadın kurucu olarak tarihe geçer.Birliğin talebi ise sanatçıların güvence altına alınmalarını ve bireysel sanat anlayışına özgürlük tanıyan bir ortamı sağlayacak şartların oluşturulmasıdır.

Resim üslubu: ‘Kendine özgünlük’

Son derece araştırmacı bir yapısı olan Hale ilk olarak yoğun bir şekilde portre üzerine çalışır -günümüzde hala çoğunlukla portreleriyle anılır- ancak zamanla ilgi alanı genişler. Burcu Pelivanoğlu, kaleme aldığı ‘Hale Asaf: Türk Resim Sanatında Bir Dönüm Noktası’ kitabında Hale’nin resim çizgisini şöyle anlatır:

“Hale Asaf tüm sanat yaşamı boyunca araştırmacı bir tavır sergilemiş; başlangıçta konstrüktif bir desen anlayışını benimsemiş; bu anlayış, Almanya döneminde dışavurumcu anlayışla birleşmiş; İstanbul’daki öğrenciliği döneminde kesik fırça vuruşlarıyla ortaya koyduğu resimlerinde ya da açık hava çalışmalarında da geri plana çekilmemiştir.”

Sanatçının, Paris yıllarında başlangıçta Geç Kübizm kaynaklı araştırmaları ve uygulamaları olmuş; bu anlamda Geç Kübizm’i, aslında Kübizm kaynaklı olan Art Déco’nun kıvrımlı hatlarıyla ve on dört yaşından beri öğrenmekte olduklarıyla birleştirerek bir birleşime varmış ve tamamen kendine özgü bir sanat anlayışı geliştirmiştir. Onun Paris’te katılmış olduğu sergilerde takdir toplamasına neden olan da bu “kendine özgünlük” olmuştur.”

Hale’nin bu renklerin ahenkli uyumunun yer aldığı resimleri, İstanbul ve Ankara’da sergilenir. 1926’da Galatasaray Sergileri’nde portreleri ile yer alır. Hale 1929 yılının Aralık ayında belki de pek çok kişinin hayalini kurduğu bir başarıya imza atar: İstanbul Güzel Sanatlar Akademisi’nde eski hocası Namık İsmail’in yanında öğretmen yardımcısı olarak göreve başlar. Hale’nin baştan sona sanatla dolu günlerin önemli bir kısmı, 1929-1931 yılları arasında, Fikret Adil’in ‘Asmalımescit No:47’ kitabında sık sık anlattığı çatı katında geçer. Bu minik çatı katı dönemin pek çok sanatçısının uğrak noktasıdır.

Çocuk yaşından itibaren hastalıkların bir türlü peşini bırakmadığı Hale, 1931 yılında Paris’e giderek gözlerinden ameliyat olur. Bu sırada Paris’te İtalyan edebiyatçı Antonio Aniante ile tanışır ve yaşamının sonuna dek devam edecek ilişkileri başlar. Hale Aniante’nin müdürlüğünü yapmakta olduğu Galerie-Librarie Jeune Europe’ta çalışmaya başlar. 1932’de Paris’teki ‘Genç Avrupa’ resim sergisine katılır. Bu sergide portre, natürmort ve manzara resimleri sergilenir.

İtalya’nın faşist diktataörü Mussolini karşıtı kitaplar yazan Aniante, adeta ‘yasaklı bir yazar’ haline gelir. Üzerine Aniante’nin galerisinin kapanmasıyla birlikte çift, ekonomik olarak zorlu günler geçirir. Ta ki Hale, Arnavutluk Kralı Zogo’nun bir portresini yapıp gönderene dek. Portreyi çok beğenen krali, Hale’ye yüklü bir ödeme yapar. Ancak ekonomik durumu düzelen Hale’nin bu kez de yeniden sağlık durumu kötüye gitmeye başlar. Hastalığı ağırlaşan Hale, hastanede yatarken yine kendisini her zaman olduğu gibi en berrak biçimde resimle anlatır. Hale eline aldığı kâğıda, çiçekler üzerinde uçuşan kuşlar ve bir çocuk çizer. Üzerine de kadına doğru uzanan bir el. Fazla söze hacet yok deyiminin kanıtı gibidir bu resim, Hale kendine uzanan el ile tasvir eder kurtuluş umudunu.

Bir sanat fedaisi

Bu Hale’nin yaptığı son resim oldu. Hale, 31 Mayıs 1938’de, 35 yaşındayken yakalandığı kanser hastalığı nedeniyle aramızdan ayrıldı. Kısacık  ömrü boyunca yaptığı resimlerinin çoğu ise hala kayıp. Hale’nin 21 portre çalışmasına imza attığı ancak günümüze bunlardan yalnızca 10’unun geldiği belirtiliyor. Hale’nin bazı resimleri 1980’den sonra bulundu. Bunların arasında eski eşi İsmail Hakkı Toygar’ın da portresi yer alıyor.

Hale’nin ölümünün ardından ona ilişkin bir yazı kaleme alan Abidin Dino, Hale’yi bir ‘sanat fedaisi’ olarak nitelendirir. Abidin Dino yazısında Aniante’nin Hale için şu ifadeleri kullandığını anlatıyor:

“Evet, en güzel, en fakir, en mutlu, en feci yıllarımızı Hale ileberaber yaşadık, sürgün, hastalık, aşk, hepsi birden…”

Hale  aslında hala açılmayı bekleyen gizemli bir kutu misali. Yapılan araştırmalar sonucunda ortaya çıkan eserleri ise ona dair tılsımlı ipuçlarıyla dolu. Hale bir devrin öncüsü. Onun resmi ve karakterini keşfetmenin büyüsü ise tutkuların peşine düşmenin anahtarı.

Kaynak: Burcu Pelvanoğlu – ‘Hale Asaf: Türk Resim Sanatında Bir Dönüm Noktası’ (Yapı Kredi Yayınları)

Gazete Karınca

gazetepatika8.com

Share
. tarafından

Eğitim Bakanından toplumsal cinsiyet eşitliği paylaşımı

Temmuz 30, 2018 de ANASAYFA . tarafından

Milli Eğitim Bakanı Ziya Selçuk, sosyal medya paylaşımıyla boşanmak istediği kocası tarafından öldürülen Ayşegül Çelik’i anarken, cinsiyet eşitsizliğini derinleştiren detaylara değindi.

“Okul geçidi” (T12) anlamına gelen trafik levhasında kullanılan görsele dikkat çeken Selçuk, “Bu levhalar gibi daha pek çok şey cinsiyet eşitsizliğinde toplumsal bir bilinçaltı oluşturuyor” dedi.

Bu levhalar gibi daha pek çok şey cinsiyet eşitsizliğinde toplumsal bir bilinçaltı oluşturuyor. Bu algının önüne geçebildiğimiz, kız çocuklarına verilmesi gereken önemi önce eve, sonra okul sıralarına, devamında da hayatın tamamına taşıyabildiğimiz, bütün bir toplum yek avaz ‘Şiddete son’ diyebildiğimiz zaman, o zaman Ayşegül öğretmenin hatırasına daha güçlü sahip çıkacağız. Bunları cesurca yapabilmemiz için bize gayret, Ayşegül öğretmene Allah’tan sonsuz rahmet diliyorum.”

Haziran’da 11 kadın boşanmak/ayrılmak istediği için öldürüldü

26 Temmuz’da İstanbul Avcılar’da M.R.Ç. (40) aslı erkek, boşanma aşamasında olduğu eşi Ayşegül Çelik’i sokakta, kayınvalidesi Fehime Küçük’ü (58) ise evinde silahla vurmuştu. Fehime Küçük olay yerinde, Ayşegül Çelik ise hastanede hayatını kaybetti. Avcılar’da bir ortaokulda müdür yardımcısı olan Ayşegül Çelik’in 2 yaşında bir oğlu vardı.

bianet’in erkek şiddeti çetelesine Haziran 2018’de yansıyan 23 cinayetinde, 11 kadın boşanmak/ayrılmak istedikleri ya da birliktelik/barışma teklifini kabul etmedikleri için öldürüldü.

gazetepatika8.com

Share