adkh_s tarafından

Kadının kendine ve emeğine yabancılaşması

Aralık 4, 2013 de KÖŞE YAZARLARI adkh_s tarafından

Latince’de başkası, yabancı manasına gelen AHenus kökünden türeyerek batı dil­lerine alicnation şeklinde geçen yabancılaş­ma kavramı, hukukî kullanımıyla, bir mül­kiyetin, satış veya hediye gibi herhangi bir yolla bir kişiden başka bir kişiye intikali, mülkiyetin benzer yollarla el değiştirmesi anlamına gelmektedir. Psikiyatride yaban­cılaşma, genellikle normalden uzaklaşma, normalden bir sapış olarak görülmektedir ki, bu patolojik bîr durum, bir akıl hastalığı veya delilik olarak değerlendirilmektedir. Günümüz psikoloji ve sosyoloji teorileri ise yabancılaşma terimini, bir ferdin topluma, doğaya, diğer insanlara veya kendisine kar­şı duyduğu yabancılaşma hissi olarak ta­nımlamaktadırlar.Marxise yabancılaşmayı özetle; insan emeği tarafından yaratılan nesnelerin, insanı köleleştiren yabancı bir öz olarak kendisine geri dönme süreci olarak tanımlar.

İlkel Komünal dönemde doğal üretim içerisinde üretenler aynı zamanda tüketenlerdi. Fakat bu şekil üretim ve tüketim biçimi artan iş bölümü ve yerleşik hayatla birlikte; artı ürün, artı değer ve buna bağlı olarak özel mülkiyetin ortaya çıkması ile birlikte değişmiştir. Özel mülkiyet insanın doğaya, insana ve ürettiklerine dolayısıyla emeğine yabancılaşmasının da başlangıcı olmuştur.Bu durum çok geçmeden cinsler arasında da kendisini göstererek ezilen cinsin ortaya çıkmasına, yine insanın duygularına, düşüncelerine ve nihayetinde fiziğine de yabancılaşmasını beraberinde getirmiştir

Özel mülkiyetle birlikte sınıfların ortaya çıkması ve egemen sınıfın ezilen sınıfa dayattığı mecburiyettir de yabancılaşma. Bu mecburiyet aynı zamanda birçok özlemin bastırılmasına da yolaçacaktır. Buna yabancılaştırılmış hayat da diyebiliriz. Yani artı ürün, artı değer ve emeğin gaspı.Örneğin, köleci toplumda kölelerin köle sahiplerine kendi yaşamını idame ettirmenin dışında verdiği bütün yaşam.Feodal toplumda köylülerin derebeylerine ve toprak ağalarına sağladığı kar ve kapitalizmde proletaryanın burjuvaziye sağladığı artı değer, özel mülkiyet, sermaye. Kısacası üretenlerin ürettiklerine sahip olamayışı emeğin egemen sınıf tarafından gasp edilmesidir aynı zaman da yabancılaşma.

Kadın ve yabancılaşma

Mülk’ün çıkışıyla birliktesahip olunanın kendinden üreyenlere bırakılması arzusunun bir sonucu olarak ikinci cins insan konumuna düşürülen kadın da emeğine, bedenine, cinselliğine kısacası tüm varlığına yabancılaşmıştır. İkinci sınıf insan olarak görülmesi dezavantajı nedeniyle de bundan en ağır şekilde zarar görmektedir.

İlk olarak kadının dinlerdeki konumu değişmiştir. Binlerce yıl ana-tanrıça olarak tapınılan kadın tek nesne iken, zamanla erkekleri temsil eden ikonalar taşa kazınmıştır. Buda anaerkil temellerin giderek zayıfladığı anlamına geliyordu.

İş bölümü sonucu erkeğin sürekli dışarı işleri ile uğraşması ve üretim için gerekli araç gereçleri elinde bulundurması mülk sahibi olmasına yolaçmıştır. Bu özel mülkiyet ilişkisi anaerkil sistemi temelden ortadan kaldırmış ve erkek egemen (ataerki-babaerki) sisteme yol açmıştır.Ve o günden bu güne de kadınların toplumdaki yeri onların yaşamış oldukları toplumsal sistemin üretim ilişkileriyle belirlenmiştir.

Dolayısıyla cinsiyet eşitsizliğinin temelini oluşturan, onu besleyen ve yaşatan üretim araçları üzerindeki özel mülkiyete dayalı sömürü ilişkileridir.

Köleci toplumda kadın kölelerinde kölesi olmuş ve bu dönem yabancılaşmanın ve her türlüsömürünün en yoğun, en ağır yaşandığı dönem olmuştur. Hatta köle kadının canı da kendisine ait olmamış, istendiği gibi alınıp-satılmış ve öldürülmüştür.

Feodalizmde ise kadının bahçesinde, tarlasında yaptığı iş, ufak tefek işlerden sayılmış ve hiç bir değeri olmamıştır.

Geri kalmış bağımlı ülkelerdeki kadınların ortak sorunu feodal değer yargılarından kaynaklanan eğitimsizlik, din bağnazlığının tuzağında, olayları tanrı buyruğunda ele alan kısıtlı düşünce yapısıdır.Şükretmeci mantık tüm ezilenlere boyun eğdirirken ençokta kadına boyun eğdirmiştir.

Kadın hep başkaları için yaşamıştır.Evlenmeden önce babasının kızıdır,o ne derse öyle olur. Ailesi için, kardeşleri için, çevresi için yaşamıştır. Aynı zamanda da örf-adetlerin baskısıyla şükretmek öğretilmiştir. Evlendikten sonra da eşi için, çocukları için yaşamış, yuvam yıkılmasın diye yaşamın bütün yükünü sırtlamış ama kendisi için yaşamamıştır. Yaşamı kendisi yaratmıştır fakat yarattığına da yabancılaşmıştır.

Marks’ın din konusundaki söyledikleri bugün de gerçeğin ta kendisidir; “Din halkın düşsel mutluluğuna olan özlemidir. Din bir hayal arayan toplumun içinden çıkar, ama halk gerçek mutluluğu anladıktan sonra yiter”. Halkın gerçek mutluluğuna engel olmak yönetici sınıfların birinci görevidir zaten.

Dinin korunması egemenlerin kendi güç ve yetkilerinin korunması demektir. Din adamlarının şu sözleri çarpıcıdır.Saint Paaul; ” erkek kadın için yaratılmadı ama kadın erkek için yaratıldı”.

Saint Jean Chirisastome; ” Bütün vahşi hayvanlar içinde kadından daha zararlısı bulunmaz.”

Napolyon; ” tabiat kadınları bize köle olarak yarattı.”

Sonuçta diyebiliriz ki belkide köleci toplumun kadına yapamadığını feodal toplum yapmıştır.

 

 

 

 

Kapitalist – Emperyalist Ülkelerde Kadın

 

Bu sistemde de kadının durumu çok farklı değildir. Sermayenin işgücüne göre konumlanmakla birlikte yine tali plandadır.

Kadının hem emeği hem de bedeni pazara sunulmuştur. Kapitalist devlet yasalarıyla, kurumlarıyla bir yandan kadını eve hapsederken, bir yandan da belli saatler için açtığı kreş ve çocuk yuvalarıyla kadını tali iş gücü olarak yerleştirmeyi planlamıştır.Geçim zorlukları içinde olan kadının ucuz işgücünün pazara sunulması kapitalistlerin proletaryanın sermayeye karşı direnişinin kırılma aracı olarak kullanılmasına yolaçmıştır.

Bu nedenle emekçi kadının kurtuluşunun ancak ve ancak tüm ezilenlerin kurtuluşuyla olacağını bilince çıkartarak cins farkı olmaksızın “eşit işe eşit ücret” talebini öne çıkarmak zorunludur.Bu talep kadının emeğini her zaman ve yedek iş gücü olmaktan çıkarırken, sermayeye karşı proletaryanın direnişini de güçlendirecektir.

Kapitalizmde kadının hem emeği hem de bedeni pazara sunulmuştur. Fahişelere tecavüzün cezası yasalarca 3/2 düşürülmüştür. Fuhuş, para ve özel mülkiyetle başlar. İlkçağ, ortaçağ ve günümüzde değişik biçimlerde kendini gösterir. İlk çağda konukseverlik belirtisi olarak evin kadınını konuğa sunma geleneği vardı.Ortaçağda fuhuş’u yasaklamak için çok çaba gösterilse de kölelik kurumunun iyice yerleşip, köle kadınlarla cinsel ilişkinin rahatlıkla kurulabilmesi, fahişeliğin artmasına neden olmuştur.Para karşılığı fuhuş feodalizmde derebeylerin ülkesine gelir sağlamak hazineyi zenginleştirmek için konuklarının ülkesinin kadınları ile fuhuş yapmayı planladıkları dönemde başlamıştır.

Günümüz emperyalist Avrupa’sında sınıf çatışması keskinliğini yitirdiği gibi, Avrupalı kadında sınıf savaşımından uzaktır. Ne kadar ezilirse ezilsin ezildiğinin bilincinde değildir ya da görmezden gelir. Bu açıdan bizim gibi ülkelerin kadınlarından daha geri durumdadır. Oysaki ülkelerinden uzak olmanın etkisiyle daha çok ezilmektedirler. Ekonomik olarak fazla olmasa da kültürel olarak, sosyal olarak, kimlik olarak; dillerini yerlerini bilmedikleri bir ülkeye geldiler ve sosyal olarak daha çok kapandılar. Kimlikleri, kişilikleri daha çok baskı altında kaldı. Çoğunlukla en ağır temizlik işlerinde çalıştılar ama yine de örgütlenmede az gelişmiş ülke kadınlarına göre daha çok kaçar oldular.

Büyük Fransız devriminde çoğunluk olarak yerlerini alan kadınlara oy hakkı bile vermeyen burjuvazi, kendisine karşı direnenlere giyotinde boyunlarının kesilmesi özgürlüğünü vermiştir.

Çok ilginçtir az gelişmiş ülkelerde 8 Mart’lar hep alanlarda yapılırken Avrupa’da göçmen kadınların çalışmalarıyla alanlarda yapılmaktadır.

İnsanı insan yapan temel faktör onun bilinçli emeğidir. Ona yabancılaştığı ölçüde insanlığından da uzaklaşır. En çok emeğe yabancılaştırılan cins de kadındır. Bugüne kadar hiçbir emeği değer kaydedilmediğinden tarihte çoğu dönemler insan yerine bile konulmamıştır. Kapitalizmle birlikte sanayi pazarına çıkan kadın yine kapitalizmin ihtiyacına göre konumlanmış, emeği hem yedek hemde ucuz iş gücü olarak toplumsal üretimde artçı konumda bırakılmıştır.

Yıllardır belki emeğinin sömürüldüğünün farkında bile olmayan kadın emeğinin ücretlendirilmesiyle( yani bir değer biçilmesiyle) birlikte hem emeğin değerini daha iyi anlamış, hem de sömürünün çekilmezliğini bizzat yaşayarak görmüştür. İşte bundandırki emekçi kadının “eşit işe eşit ücret” isyanı tam da kapitalizmin başlarına denk gelir.

Durum böyleyken Avrupa’da birçok kadının “burada en çok erkekler eziliyor biz ezilmiyoruz” anlayışı da emeğine yabancılaşmayı ne kadar kanıksadıklarına örnek verilebilir. Ne yazıkki bunu da en çok kanıksayan kesim ev kadınlarıdır. Onların bu emeği görülmediği yok sayıldığı gibi kendileri de görmüyor ya da küçümsüyor. İşte tam da bu noktada diyebiliriz ki yabancılaşmanın yaşandığı en üst boyuttur eviçi emeği.

 

Yabancılaşmadan kurtulmanın yollarına gelince

 

1 – Bilinçlenmek için ideolojik eğitim

2- Yalnızca eğitimle kalmayıp, ezilen sınıfın bir bireyi olarak hem sınıf mücadelesinde, hem de kadının özgül sorunları çerçevesinde hareket eden örgütlenmelerde yer almak

3- Çevresinde ve dünyada gelişen olaylara karşı düşüncelerini serbestçe ortaya koymak

4- Her alanda hak ve görevlerinin bilincinde olmak

5-Kendisine ve çevresine eleştirel gözle yaklaşmak, gelişmek ve geliştirmek olarak özetlenebilir.

 

AVRUPA DEMOKRATİK KADIN HAREKETİ

Share
adkh_s tarafından

Kadının cins olarak bedenine yabancılaşması

Aralık 4, 2013 de KÖŞE YAZARLARI adkh_s tarafından

Toplumsal yaşamın her hücresinde kendini hissettiren ama gerek toplumun sahip olduğu bir dizi geleneksel, kültürel vb alışkanlıklarla üstü kapatılan yada tartışıldığında gene farklı noktalara çekilerek özünden uzaklaşılan bir sorundur kadının kendi bedeni yada cinselliği.

Toplumların ilerleyişi ile birlikte kadının cinselliğine yaklaşımlar da değişimler göstermiştir. Ancak bunlar, özde değişikliklerden ziyade biçimde farklılıklar olup, aslında kadın erkek tüm toplumsal ilişkileri örgütleyen mülkiyet ilişkilerinin ihtiyaçları doğrultusunda değişiklikler ve farklılıklardır.Anaerkil dönemin kadın tanrıçalarında cinselliğin kutsanması olarak ifade edilen çıplak kadın heykellerinin yerini, özel mülkiyet toplumlarında kadının cinselliği her alanda kullanılacak bir nesne haline dönüştürülmüştür. Yani mülkiyet ilişkilerinden önce, kadın bedeni ve cinselliği türün devamı olma açısından üremeyi ve üretmeyi sembolize ettiğinden, kutsallık anlamını da içerisinde barındırırdı. Kadın bedeni ve özellikle de kadın cinselliğine vurgu yapan kadın üreme organları dinsel ritüellerin araçlarıydı. Anacak kadın cinsiyetinin bütün kutsallığına rağmen sosyal yaşam içerisinde kadının ne derece özgür bir cinsellik yaşadığından kesin bir dille söz etmek mümkün değil. Buna rağmen; mülkiyet ilişkilerinin ortaya çıkışıyla birlikte kadın bedeni ve cinselliğinin de mülk olarak görülmeğe başlandığı bir gerçektir.

Kadının kendi cinselliği üzerindeki söz hakkı olmayışı mülkiyetin ortaya çıkışında miras varis hiyararşisinde kadının bedeni üzerine kurulan denetimle başlamıştır. Miras denilen mülkiyetin devrinde erkek egemenliğinin devamlılığı aynı kandan, aynı soydan olma erkek çocuklarının olabilmesi kadının cinselliğinin denetim altına alınmasını beraberinde getirmiştir. Bu kadının kendi cinselliği ve bedeni üzerindeki en önemli yenilgilerinden birisidir. Kadın o günden sonraki tüm zamanlarda bu yenilginin kurbanı olarak, kendi cinselliğini kendi istek ve düşüncelerine göre şekillendirip yaşamaktansa, bedeninin kendisine ait olmadığını , onun sahibinin bir erkek (ve nihayetinde bir bütün olarak toplumun) olduğu ve o erkeğin kadının bedenini kullanacağı güne kadar korunması, bastırılması ve denetlenmesine zorunlu boyun eğdi. En basit biçimiyle kadının kendi cinselliğini bir erkeğe sunacağı emanet olarak görmesi, kendi cinselliğine karşı yabancılaşmasının da toplumsal yaşamdaki en belirgin biçimidir. Kadının kendi cinselliğine yabancılaşması sadece yaşamının belli bir evresinde ortaya çıkıp belli bir dönemini kapsamayıp, doğumla ölüm arasındaki tüm yaşamı boyunca karşı karşıya kaldığı ve kuşaklar boyunca devam eden bir durumdur. Kız çocuğunun doğduğu andan itibaren cinselliğine karşı ayıp ve günahla terbiye edilmesi, daha çocukluk döneminde içselleştirilen cinselliğinin kötü ve utanacağı birşey olduğu, tüm yaşamını kapsayan bastırılmanın, denetlenmenin ve kadın olmanın cok kötü birşey olduğuğuyla yaşamını sürdürmeye çalışır. Genç kızlık döneminde katmerleşen cinselliği üzerindeki baskı aile, akraba ve bilumum toplum tarafından kuşatılarak, kimseyle paylaşmadığı cinselliği üzerinden değer görür. Bu şekillenişle evlililk kurumu içine itilen kadın, evliliğinin ilk gecesinde topluma bayraklaştırılan gerdek çarşafındaki kanla toplum tarafından kabul edilir çünkü; cinselliği sahiplenilmiştir artık. Bundan sonra kadın, cinselliği ile ilgili kendi istek ve arzularından çok kocasına cinsel hizmet sağlamakla yükümlüdür; cinsellikten korkuyor olsa da , hoşuna gitmese de kendisinin bu cinsellikte ne isteyip istemediğini ifade edemese de -ki; etmesi durumunda hakaret ve dayakla karşılanacağı bir gerçektir- cinselliğini kocasına sunmak zorundadır.

Sadece cinselliğinin bu şekilde kullanılmasının dışında kadın doğurganlığı üzerinde de söz hakkına sahip değildir. Ne zaman ne kadar çocuk doğuracağına özellikle bizim gibi toplumlarda kendisinin karar vermesinden ziyade aile büyüklerinin torun sahibi olma , mürüvetlerini görme yada” kısır mı bu acaba” gibi baskılarla doğurganlığıyla kendisine yönelen bu baskıları geri teptirmeye çalışır. Kendisinin doğurganlığını gerçekte bir çocuk sahibi olmak istemesindense onu başkalarının kendisine yönelen baskısının geri teptirmek için kullanarak doğurganlığına karşı da yabancılaşır. Kadının doğurganlığına yabancılaşması sadece kocası ve aile büyükleriyle sınırlı değildir. Din, devlet, toplumsal kültür gibi erkek egemen kurumlarda kadınların doğurganlığı ile ilgili kurallar ve yasalar koyarlar. Bunlar kurumsallaştırılmış denetimlerdir. Devlet ülke için en uygun nüfusa karar verir ve aile planlama programlarıyla denetim altında tutmaya çalışır. Buna göre kadınları çocuk sahibi olması noktasında cesaretlendirir veya bundan alıkoymaya çalışır. Bir çok ülkedeki kürtaj yasağı buna örnek gösterileceği gibi yaşadığımız avrupa gibi coğrafyalarda çocuk parasının azaltılması ve çoğaltması da bununla ilgilidir. Diğer bir belirgin örnek ise vatan-millet adı altında ırkçılıkla kadınlara, bu vatan için bir değil on evlat doğurtturulmaktadır. Bu şekilde kadının ne kadar ne doğuracağı belirlenirken aynı zamanda kadının analığını hangi koşullarda yapacağı da belirlenmektedir. Çocuğun bakımı vb kadının üzerine yıkılarak toplumsal ve kamusal alandan kadın dışlanır ve bu alanlarda erkeklerin varlığı kabul görür. Özel ve kamusal alan olarak bölünme, kadını kısıtlar ve geleneksel erkek egemenliğini yeniden üretir.

Kadının cinselliği üzerindeki denetimlerin en önemlisini hatta kadının kendisinin bile inanç adı altında baskı altına aldığı araç DİNlerdir.Dinlerin ortaya çıkışı anaerkil dönemin tanrıçalarının toplumda kadını yücelten ve bir erk olarak kabul edilmesinin aracı olması,erkek egemen toplumların örgütlenişindede tanrıçalığın tanrılara geçişi olarak şekillenmiştir.Daha sonraları tek tanrılı,kitaplı peygamberli dinler olarak toplumsal yaşamın şekillendirilmesinde yasa olmuşlardır Her nekadar dört büyük dinden özellikle islamiyet türban,recm,sünnet vb noktasında bugün yargılansada tüm bunlar toplumların yaşamında bu dinlerden öncede varolmuştur.Dinler aracılığı ile erkek yarı kutsal hak ve özgürlüklere sahip olurken, kadın tam aksine denetim ve baskı altına alınmaktadır. Çıktıkları ilk günden itibaren erkek egemenliğinin ihtiyaçlarına göre şekillenip kadının cinselliğinin erkeği baştan çıkaran,onu yolundan saptıran ve kadının sırf bundan dolayı aşağılanmasını,her daim denetim altında tutulmasını zorunlu kılan birer araçtırlar.Dinler, toplumu gerçek yaşamın sorunlarından uzaklaştırıp öbür dünyadaki cennet ve cehennem ikilemiyle uyuşturarak özel mülkiyeti ve erkek egemenliğini meşrulaştırmaktadırlar.Kadın zaten Lilit ve Havva şahsında tanrıya karşı gelerek şeytanla özdeşleştirilerek günahkar kılınmış ve kendi arzularının kurbanı olarak günah işlemiş ve Adem’ide kandırdığından ona hizmetle cezalandırılmak amacıyla cennetten kovulup dünyaya suçunun cezasını çekmesi için gönderilmiştir.Ogünden buyana kadın kendi suçunu affettirebilmek için dinin buyurduğu şekilde kendini sınırlayarak,arzularını bastırmaktadır. Tüm fiziksel özelliklerini yokedercesine kapatarak erkeklerin hedefinden çıkmaya çalışırken aslında cinselliğine karşı yabancılaştırılmakta yada .erkek egemenliğinin din adı altında uygulanan gazabından kendini kurtaramamaktadır.

CİNSEL TERCİHLER

Kadının kendi bedeni ve cinselliğine yabancılaşmasını sadece karşı cinsle ilişkisi ve doğurganlığı üzerinden tanımlamak, geleneksel kadın erkek ilişkisi üzerinden soruna yaklaşmak olur ki, bu da tek yanlı bir cinselliğin yaşanmasını örgütleyen sistemle aynı noktada buluşmak demektir. Varlıklarını ancak 1960′ lardan sonra duyurmaya başlayan ama insanlık var olduğundan beri bir realite olan cinsel yönelimler ne kadar üstü kapatılsa da, yok sayılsa da gün geçtikçe kendini daha da hissettirerek toplumda kendilerine yer açmaktadırlar. Cinsellik bize öğretildiği gibi sadece kadın ve erkek arasında yaşanan bir ilişki olmadığı gibi, aynı cinslerin aynı cinslere veya her ikisine birden de yönelimleri içermektedir. Toplumda kötü, sapıklık, hastalık vb. olarak damgalanan bu cinsel yönelimler, özünde topluma yöneltilen ‘’normal’’cinsel ilişkinin korunması ve devamının sağlanması için oluşturulan saldırılardır. Farklı cinsel tercihlerin dışlanmasında toplumsal, ideoljik ve yasal baskılarla ezmenin, sınırlamanın, sistemin kendisince maddi koşulları vardır. Kadınların cinsel olarak baskı altında tutulması, ailenin kapitalizm için temel öneminden kaynaklanmaktadır. Bir sonraki işçi kuşağını en ucuza maletmenin, egemen ideolojiyi her kuşak yeniden üretmenin, mülkiyet ve miras ilişkilerini sürekli kılmanın temel aracı olan aileyi tehdit eden herşey kurulu sistemin yani kapitalizmin kendisini de tehdit etmektedir.Bundan dolayı insanlık tarihi boyunca kadın ve erkeğin cinsel ilişkisi dışındaki tüm çeşitlilikler yok sayılmıştır.

 

Nedir bu cinsel çeşitlililkler?

 

Heteroseksizm olarak bilinen ve her daim kabul edilen karşıt cinslerin birlikteliği dışında kalan cinsel yönelimler olarak tanımlanmaktadırlar. Genel olarak üç başlık altında toparlayacak olursak;

-gay

-lezbiyen

-tansseksüelite

 

Daha çok hastalık olarak yada gelişmemiş kişilikler olarak adlandırılan bu cinsel ilişki çeşitleri üzerine yapılan araştırmalarda aksine bu kişilerin sağlıklı bireyler oldukları, psikolojik bir sorunları olmadığı da ortaya çıkmıştır.

İnsan kız veya erkek çocuğu olarak dünyaya gelse de cinselliğin ne olduğu ve onu nasıl yaşaması gerektiğini toplumsal egemen şekillenişten öğrenmektedir. Fakat fizyolojik olarak kız veya erkek oluşu onun salgıldığı hormonlarla belirlenmektedir. Fizyolojisiyle hormonlar arasındaki farlılıkların yarattığı bu cinsel çeşitlilik sistem tarafından benimsenmese de toplum tarafından kabul görmese de cinselliğin yaşanmasında doğal tercihlerdir. Özellikle ergenlik çağında cinselliğini tanıma sürecinde kendini gösteren farklılklar daha çok toplumsal şekillenişteki kadın erkek rollerine bürünmeyle bastırılır yada hiç öğrenilmeyen bir evre olarak insanların yaşamlarını sürdürmede belirleyici olmaktadır.Çokta kabül görmeyip daha çok bastırılmaya ve yok sayılmaya zorlanan bu tercihler ya hiç yada açıktan yaşayamadıkları gibi bu durumları açığa çıktığında çevrelerindeki insanlar tarafından dışlanmakta ,hatta işlerini kaybetmekte,hakarete ve şiddete maruz kalmaktadırlar.Bununla sınırlı kalmayıp kimileride cinsel tercihinin farklı olmasının öğrenilmesi sonucu kendisine yönelecek baskıların farkında olup tamamiyle kendini bastırmaktadır.İnsanların cinselliklerini nasıl ve kiminle yaşayacağına kendilerinin karar vermeyip-veremeyip bunların bastırılarak,dışlanarak toplumda yerverilmek istenmesede,kimi ülkelerde devlet resmi nikahla kilisede dini nikahla evlenenlerde vardır.Bir taraftan yok saydırılmaya çalışılıp bir taraftanda nikah dahi yapabilecekleri kadar olanak tanıyan bu sistemin bu cinsel tercihleri kabullenişi ancak kendine tabii kılalabildiği oranda bir kabuldür.

 

KADININ CİNSELLİĞİNİN PAZARLANMASI

FUHUŞ VE METALAŞMA

Kadının cinselliği üzerindeki yabancılaşması sadece erkek egemen toplumun onu denetim altında tutması ve doğurganlığını kullanması ile sınırlı değildir. Dünyanın bir çok geri bıraktırılmış ülkelerinde törelerle, geleneklerle namus adı altında cendereye alınan kadının cinselliği, modern kapitalist ülkelerde cinsel özgürlük adı altında günü birliktelik ilişkilerle, tüketilirken, bu farklılıklara rağmen ortaklışılan bir diğer nokta fuhuştur Kapitalizm burjuva devrimleriyle geleneksel feodal tabuları kırmış olsada özde aile kurumu,ve fuhuşla kadının cinselliği üzerindeki egemenlik devam etmektedir.

Fuhuş, kadının cinselliğinin denetim altına alınarak erkeğin cinsel olarak ‘’özgürlüğünün” toplumsal olarak kabullenilişidir. Aile kurumunun kutsallığı kadının cinselliğinin denetim altına alınmasından ileri gelmektedir. Ki; bu denetim kapitalizm içinde olmazsa olmaz koşuldur. Aile kurumu ne kadar kutsal kabul edilip fuhuş nekadar lanetlensede ikisi arasındaki benzerliklerde gene kadın cinselliği erkek egemenliğine sunulmaktadır. Birinde kadın sadece bir erkeğin cinsel hizmetkarı durumuna gelirken, diğerinde ise kadının cinselliğinin her erkek tarafından satın alınarak para karşılığında cinsel hizmetkarlığa dönüşmüştür. Fuhuşu sadece kapitalizmle özdeşleştirmek kadının cinselliğinin özel mülkiyet tarihi boyunca iktidar alanlarından biri olduğunuda yadsımak anlamına gelir. Kutsal aile için cinselliği denetim altına alınmış kadının karşısına, cinselliğini satan satmak zorunda kalan kadını koyarak namuslu ve namussuz kodlamasıyla eril sistemin devamlılığı sağlanırken, kadının cinselliğinin her alanda erkeğin hizmetinde olması da garanti altına alınmış olmaktadır. Fuhuşun bugün gelmiş olduğu boyut, emperyalizmin dünya halklarına dayattığı açlık ve yoksullukla aynı boyuttadır. Artık sektör halini alan fuhuşun en çok görüldüğü ülkeler yoksulluğun ve açlığın pençesinde boğuşan ülkelerdir. Kadınların sadece yaşamlarını devam ettirebilmek için cinselliklerini satmak zorunda kalışları, küreselleşen yoksulluk ve savaşlar, kadın ticaretini de uluslar arası alana taşımıştır. Özellikle savaş ve işgal altındaki ülkelerde bizzat açlıktan kendi cinselliğini satmak zorunda kalan kadın ve kız çocukları (yanı sıra kadının cinselliğine yönelen her saldırı ve tecavüzlerle o ülke erkeklerinin onursuzluştırılması da amaçlanır) fuhuş sektörünün beslendiği en önemli kaynak durumuna gelmektedir.Fuhuş şu veya bu ülkede çokluğu veya azlığı ile ortaya konulmaktan ziyade uluslarası boyutta en yakın örnek olarak 2006 dünya futbol şampiyonasında binlerce kadının almanyaya getirilerek bu alanda hizmet vermesi ile olduğu gibi gene Avrupadan Amerika’ya kadar birçok ülkeden erkeklerin geri yoksul ülkelere sırf ucuz vb nedenlerlede akını söz konusudur. .Fuhuş, modern kapitalist ülkelerde, üniversitelerden genelevlere taşınan kadın potansiyelini de içine almaktadır. Herhangi bir açlık ve yoksulluk sorunu olmadığı gibi, yüksek okul bitirmiş akademik kariyer yapmış kadınların da bar ve genel evlerde cinselliklerini satarak para kazanma yolunu tercih etmeleri, emperyalizmin fuhuşu bir meslek- işmiş gibi, her kadının cinselliğini satabileceği bir özgürlük yanılsamasına hapsetmesinden kaynaklıdır. Kadının akademik kariyer yapmış olması şu veya bu üniversiteden fırlayıp genel evlere düşmesinde emperyalizmin bu yönlendirişi önemli bir etkiye sahip olduğu gibi, geleneksel erkek egemenliğinin kadının cinselliğine her alanda aynı yaklaşımı kadını daha kolay yönden para kazanmaya itmektedir. Kariyerinde ilerlemesi ve bunu cinselliğini kullanmadan başarmasının imkansız olduğu koşullarda kadına cinselliğini satarak geçimini sağlamak daha kolay gelmektedir.Fuhuş sadece kadının cinselliğinin meta olarak kullanılması ile sınırlı kalmayıp erkeğin cinsel ihtiyacını fuhuş sektöründe satın alarak yaşamasıda erkeğin cinselliğinin metalaşmasıdır

 

MEDYA VE KADININ CİNSELLİĞİ

Kadının cinselliğinin pazarlanarak metaya dönüştürüldüğü ve yabancılaşmanın bu alanda gündelik yaşamımızın kopmaz bir parçası durumuna geldiği bir diğer alan ise medyadır. Medya cinsiyetçi ve eşitsiz ilişkileri yeniden üreterek bunu yaygın bir şekilde dolaşıma sokar. Kadının temsili üzerinden varolan tüm değerleri sorgulamadan olduğu gibi alarak onları yeniden ve yeniden üretir. Cinsiyetçiliğin yada kadının cinselliği üzerindeki denetimin, iktidarlaşmanın ve yabancılaşmanın içselleştirirlmesi için çalışmaların yapıldığı alan medyadır. Medya sürekli kadının kullanılan bir nesne ve meta olduğunu vurgular ve kadının yerinin ve statüsünün neresi olduğunu hatırlatan programlarla geleneksel ideolojijnin devamlılığını sağlar. Reklamlardan TV dizilerine, haberlerden gazetelere kadar kadının yeri sürekli bizlere anlatılmaya ve empoze edilmeye çalışılır. Reklamlarda kadın, satılmak istenen metalarla sürekli özdeşleştirilerek kadın ve çocuklar metanın bir parçası gibi topluma sunulmaktadır. Eş ve anne olarak aile kurumunun üstünlüğü ve kadının namus kisvesi altında terbiyesi ilk planda tutulmaya çalışılırken, çeşitli televole ve magazin programlarında kadın cinsel bir obje olarak işlenmektedir. Egemen ideolojinin denetiminde olan medya bir taraftan kadını anne ve eş olgusu üzerinden geleneksel rollere zorlarken, bir yandan da cinselliğiyle satışa sunduğu metanın yanında tüketilen kadın bedeni, -daha da açıktan porno filmleriyle- kadın özgülünde tüketilen cinsellik, günümüzdeki en önemli görsel fuhuş sektörü durumundadır.

 

VE KADININ CİNSEL ÖZGÜRLÜĞÜ

Kadının cinselliği ve özgürlüğü konusunda karşısında bulunan engellerin kaynağı ve nedenleriyle birlikte ortadan kaldırılması ancak ve ancak kadının cinselliği üzerinde kendi iradesi dışındaki tüm denetim araçlarını geri teptirmesiyle sağlanacaktır. Zira; asırlardır kadınlar, cinsellikleri yüzünden ikinci sınıf insan konumuna düşürülmüş ve sadece bunun üzerinden değer görerek aile, toplum ve sistem üçgeninde kendilerini bulmaya zorlanmışlardır.

Cinselliğin iki kişi arasında doğal bir paylaşıma dönüşmesi tüm bu engelleri aşmakla mümkün olacaktır. Kadın kendi gerçekliğinin tarihsel ve toplumsal olarak farkına varıp, eril düşünce ve sistemin kadın üzerinde yarattığı düşünce, davranış ve tahribatları sorgulamakla işe başlamlıdır. Kadının bu tahribatları açığa çıkartıp cinsel yaşamına yön vermesi kendi cinsel özgürlüğünün de başlangıcı olacaktır. Bu da kadın olarak cins bilincimizi geliştirip , kendi özümüzü aramamız ve sınıflı toplumu sorgulamamızla mümkün olacaktır.

AVRUPA DEMOKRATİK KADIN HAREKETİ

Share
adkh_s tarafından

Kadınlar Karl Marx’a ne borçludur?

Aralık 4, 2013 de KÖŞE YAZARLARI adkh_s tarafından

– Clara Zetkin

14 Mart, Karl Marx’ın Londra’da ölümünün yirminci yıldönümüydü. Yaşamı, 40 yıl boyunca Karl Marx’ın yaşamıyla en içten biçimde çalışma ve mücadelede bağlı olan Engels, Marx öldüğünde, ortak bir dosta, New York’taki Sorge yoldaşa şöyle yazıyordu:

“İnsanlık bir kafa boyu kısaldı, bugün sahip olduğu en önemli kafaydı eksilen.”

O bununla son derece isabetli bir değerlendirme yapıyordu.

Bu makale çerçevesinde, Karl Marx’ın bilim adamı ve devrimci savaşçı olarak proletaryaya ne verdiğini ve proletarya için ne anlam ifade ettiğini anlatmak, bizim görevimiz olamaz. Bunu yapmak, bugünlerde sosyalist basında onun ölçülemez derecede zengin, derin bilimsel ve pratik yaşam eserini, ve kendisini proletaryanın hizmetine sunan muazzam, mükemmel kişiliği hakkında yazılanları tekrarlamak olurdu. Bunun yerine biz, proleter kadın hareketinin, evet, genel olarak kadın hareketinin özellikle ona ne borçlu olduğunu kısaca değinmek istiyoruz.

Materyalist tarih anlayışı ve kadının kurtuluşu

Şüphesiz: Marx hiçbir zaman “başlı başına” ve bir “sorun olarak” kadın sorunuyla uğraşmamıştır. Buna rağmen o, yeri doldurulamaz bir şey, kadının tam hakka sahip olma mücadelesinde en önemli olan şeyi yapmıştır. Materyalist tarih anlayışıyla o bize kadın sorunu hakkında hazır reçeteler değil ama çok daha iyi bir şeyi, onu incelemek ve kavramak için doğru, emin yöntemi verdi. Kadın sorununu genel tarihsel gelişmenin akışı içinde, genel toplumsal bağıntılar ışığında onun tarihsel olarak koşullanmışlığını ve haklılığını açıkça kavramayı, onun yöneldiği hedefleri, ortaya çıkan sorunların çözümünün ancak hangi koşullar altında bulunabileceğini bilmeyi ancak materyalist tarih görüşü olanaklı kılmıştır.

Kadının aile ve toplumdaki yerinin sonsuza dek değişmez olduğu, bunların ahlak yasaları ya da tanrı buyrukları tarafından yaratıldığı şeklindeki eski batıl inanç paramparça yere serildi. Toplumun diğer kurumları ve varoluş biçimleri gibi, ailenin de sürekli bir oluşma ve geçip gitmeye tabi olduğu, ve onlar gibi, ekonomik ilişkiler ve bunlarca taşınan mülkiyet düzeni ile birlikte değiştiği açıkça ortaya çıktı. Ama üretim biçimini dönüştürerek ve onu iktisadi düzen ve mülkiyet düzeninin karşısına koyarak bu dönüşüme yolaçan ise iktisadi üretici güçlerin gelişmesidir. Devrimcileşmiş iktisadi ilişkiler ve bağıntılar temeli üzerinde insan düşüncesinin devrimcileşmesi, toplumsal üstyapının kurumlarını iktisadi temeldeki değişmelere bağlı olarak yeniden biçimlendirme çabası, mülkiyet biçimlerinde ve egemenlik ilişkilerinde kalıplaşmış olan şeyleri ortadan kaldırma çabası gerçekleşir. Bu çaba, sınıflar savaşımı aracıyla kendini kabul ettirir.

Engels’in aydınlatıcı incelemesi “Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni”ne yazdığı önsözünden, burada geliştirilmiş olan teorik düşüncelerin ve bakış açılarının büyük kısmının Marx’ın mirası olduğunu, arkadaşının bunları eşsiz sadakatle ve dahice bir mirasçı olarak işlediğini biliyoruz.

Bu eserden tek tek hipotez olarak ayıklanabilecek, evet ayıklanması gereken şeyler ne olursa olsun; bir bütün olarak bu esere bize, bugünkü aile ve evlilik biçiminin, iktisadi ilişkilerin ve mülkiyet ilişkilerinin etkisi altında tedricen gelişmiş olduğu çok karmaşık koşulları berrak bir şekilde teorik olarak kavrayışın parlak bir yığınını vermektedir. Ve bu kavrayış bize kadının geçmişteki konumunu doğru bir şekilde değerlendirmeyi yalnızca öğretmekle kalmaz, bilakis kadın cinsinin bugünkü toplumsal konumunu, özel hukuktaki ve devlet hukukundaki yerini anlamak için de sağlam bir köprü oluşturur.

Kadının kurtuluşunun tarihsel önkoşulları

Bugünkü toplumsal düzende, bu durumu ve hukuki yeri temelden devrimden geçirecek ve kadının hak eşitliğini sağlayacak karşı konulmaz, durdurulamaz tarihsel güçlerin işbaşında olduğu, “Kapital”den ikna edici bir güçle çıkmaktadır. Marx burada klasiklere yaraşır bir ustalıkla, kapitalist üretiminin gelişmesini ve özünü en ince dallarına, en karışık aşamalarına değin tahlilci bir biçimde ele alarak ve onun kendine özgü hareket yasasını artı-değer yasasında keşfederek, -özellikle kadın ve çocukların çalışmasını ele alan açıklamalarında- kapitalizmin kadının eski ev ekonomisi faaliyetinin temelini yıktığını, böylece eskiden kalma aile biçimini çözdüğünü, kadını aile dışında ekonomik olarak bağımsızlaştırdığını ve böylece onun eş, anne ve vatandaş olarak hak eşitliği için sağlam zemini inşa ettiğini ikna edici bir biçimde kanıtlamıştır. Ama Marx’ın eserlerinden şu da açık bir şekilde anlaşılmaktadır:sosyalist toplum düzeni ile kadın sorununun tam çözümü için vazgeçilmez toplumsal ön koşulları yaratabilecek olan ve yaratmak zorunda olan tek devrimci sınıf proletaryadır. Burjuva kadın hakları savunuculuğunun, proleter kadınların toplumsal kurtuluşunu ne mücadele ile elde etme isteğinde ve ne de bu yetenekte olmadığını bir yana bırakırsak, onun, kapitalist toplum düzeni içinde, cinsiyetlerin toplumsal ve hukuksal eşitliği zemini üzerinde yeşermek zorunda olan yeni zorlu çelişkileri çözmekte de aciz olduğu ortaya çıkmıştır. Bu çelişkiler ancak, insanın insan tarafından sömürülmesi ile birlikte bununla koşullu olan çelişkiler de aşıldığında ortadan kalkacaktır.

“Komünist Manifesto”da ve “Kapital”de kadın ve aile sorunu

“Kapital”in bilimsel araştırma içinde ailenin dağılması ve bunun nedenleri hakkında öğrettiklerini, Marx ve Engels’in ortak eseri olan “Komünist Manifesto”, müthiş bir güce sahip olan şu cümlerle özetlemektedir:

Kol emeği ile yapılan işlerde becerinin ve gücün gerekliliği ne kadar azalırsa, başka bir deyişle modern sanayi ne kadar gelişirse, erkek emeğinin yerini o ölçüde kadın emeği alır. Yaş ve cinsiyet farklılıklarının işçi sınıfı için hiçbir ayırt edici toplumsal geçerliliği kalmamıştır artık. Artık yalnızca, yaş ve cinsiyetlerine göre farklı masraflara yol açan iş araçları vardır…

Burjuvazi, aile ilişkilerinin dokunaklı-duygusal örtüsünü çekip almış ve onu katıksız bir para ilişkisine dönüştürmüştür

Eski toplumun yaşam koşulları, artık proletaryanın yaşam koşulları içinde yokedilmişlerdir. Proleter mülksüzdür; onun kadın ve çocuklarla olan ilişkisinin burjuva aile ilişkisi ile hiçbir ortak yanı yoktur…

Bugünkü aile, burjuva ailesi hangi temele dayanıyor? Sermayeye, özel kazanca dayanıyor. Bu aile, tam olarak gelişmiş biçimiyle, yalnızca burjuvazi için vardır; ama bu durum, proleterler arasında ailenin neredeyse hiç bulunmamasıyla ve açık fuhuşla tamamlanıyor…

Büyük sanayiin etkisiyle proleterler için bütün aile bağları kopup parçalandıkça, proleterlerin çocukları basit birer ticaret metası ve iş aracına dönüştükçe, burjuvazinin yapmacık bir edayla aile ve eğitimden, anababa ile çocuk arasındaki kutsal ilişkiden dem vurması bir kat daha iğrençleşiyor.

Marx, tarihsel gelişmenin yalnızca yıkmakla kalmadığına gözlerimizi açmakla yetinmiyor, aynı zamanda onun yeniyi, daha iyiyi, daha mükemmeli inşa ettiğine dair zafer dolu bir inançla da bizi dolduruyor.

“Kapitalist sistem içinde eski aile yapısının çözülmesi”, diye okuyoruz “Kapital”de, “şimdi ne kadar korkunç ve iğrenç görünürse görünsün, buna rağmen büyük sanayi kadınlara, her iki cinsiyetten genç kişilere ve çocuklara ev ekonomisi alanının öte yanında toplumsal olarak örgütlenmiş üretim süreçleri içinde verdiği tayin edici rolle, ailenin ve cinsiyetler arasındaki ilişkinin daha yüksek bir biçimi için yeni ekonomik temeli yaratır.”

Marx ve Engels “Komünist Manifesto”da gururla ve üstün bir alayla, bu gelecek idealine ilişkin kirli suçlamaların karşısına, bugün varolan durumun acımasız karakterizasyonunu koyarlar:

Burjuva, karısını basit bir üretim aracı olarak görürÜretim araçlarının ortaklaşa kullanılacağını duyunca da, pek doğal olarak, herşeyin ortak olmasının kadınların da ortak olmasına yol açacağından başka sonuca varamaz.

Gerçek amacın, kadınların basit birer üretim aracı olmaktan çıkarılması olduğu, aklının ucundan bile geçmez burjuvanın.

Doğrusu, burjuvalarımızın, komünistler tarafından açıkça ve resmen kurumlaştırılacağını ileri sürdükleri, kadınların ortaklaşa kullanılması karşısında duydukları erdemli öfkeden daha gülünç bir şey olamaz. Komünistlerin kadınların ortaklaşa kullanılmasını getirmelerine gerek yoktur ki; çok eski zamanlardan beri varolan bir şeydir bu.

Burjuvalarımız, bırakalım genelev fahişelerini, yanlarında çalışan proleterlerin karılarına ve kızlarına keyiflerince el atmakla da yetinmez, birbirlerinin karılarını ayartmaktan sonsuz bir zevk alırlar.

Burjuva evliliği, gerçekte, evli kadınlarda ortaklıktır. Bu yüzden de komünistler, olsa olsa, kadınların ortaklaşa kullanılmasını ikiyüzlülükle gizlenen bir şey olmaktan çıkarıp açıkça meşrulaştırılmış bir şey haline getirmek istemekle suçlanabililer. Nerede kaldı ki, bugünkü üretim ilişkilerinin ortadan kaldırılmasıyla birlikte, kadınların bu sistemden kaynaklanan ortaklaşa kullanılmasının, yani açık ve gizli fuhuşun da ortadan kalkacağı açıktır.”

Proleter ve burjuva kadın hareketi arasındaki uçurum

Ne var ki, kadın hareketinin Marx’a borçlu olduğu şey, onun, kendisinden başka hiç kimsenin yapmadığı gibi, kadın cinsini toplumsal kölelikten özgürlüğe, sakatlanarak körelmekten uyumlu, güçlü insanlığa yükselten acılı gelişmenin yolunu aydınlatmış olmasından ibaret değildir. Bugünkü toplumdaki sınıf çelişkilerinin ve onların köklerinin derinlemesine, basiretli bir tahlilini yaparak, o, çeşitli sınıflardan kadınları birbirinden ayıran aşılmaz çıkar karşıtlığını da ortaya çıkarmıştır. Burjuva bayanları ile proleter kadınları sözümona birleştirici bir bağla kuşatan büyük bir “kızkardeşlik” “gönüldaşlığı”, materyalist tarih anlayışının havası içinde, tıpkı parlak sabun köpükleri gibi sönüp gitmiştir. Marx, proleter ve burjuva kadın hareketi arasındaki bağı kesip atan kılıcı dökmüş ve onu kullanmayı öğretmiştir; ama o aynı zamanda, birincisini [proleter kadın hareketini-ÇN] kopmaz biçimde sosyalist işçi hareketiyle birleştiren, proletaryanın devrimci sınıf mücadelesine bağlayan anlayış zincirini de yaratmıştır. Böylece o, mücadelemize, hedef açıklığını ve büyüklüğünü, üstünlüğünü kazandırmıştır.

Güncel sorunlar ve istemlerin temel hedefe bağlanması

“Kapital”, kadın emeği sorununa, işçi kadınların durumuna, işçilerin yasal olarak korunmasının gerekçelendirilmesine vb. ilişkin olarak paha biçilmez zenginlikte olgular, bilgiler ve yol gösterici fikirlerle doludur. O, hem güncel talepler hem de yüce sosyalist gelecek hedefi uğruna mücadelemizde bizim için bitip tükenmez bir fikirsel donanım hazinesidir. Marx bizi, tam da proleter kadınların savaşma yeteneğini arttırmak için yakıcı bir gereklilik olan küçük, çoğu halde verimsiz günlük çalışmaya layık olduğu değeri verme yönünde eğitmektedir. Ama o bizi aynı zamanda siyasi iktidarın proletarya tarafından ele geçırilmesi uğrundaki büyük devrimci kavgayı sağlam, ileri görüşlü bir biçimde değerlendirecek şekilde de ilerletmektedir, ki bu kavga olmaksızın sosyalist toplum ve kadın cinsiyetininin kurtuluşu parlak rüyalar olarak kalır. O bizi öncelikle, günlük çalışmaya değer ve önem veren şeyin, yalnızca o yüce hedef olduğu inancıyla doldurmaktadır. Böylece o bizi, tek tek olguların, görevlerin ve başarıların kalabalığı arasında hareketimizin özünün büyük temel bilgisini gözden yitirme ve güçleri kemiren günlük çabalar içinde, şafağın ışıldadığı geniş tarihsel ufku kaybetme tehlikesinden korumaktadır. O, devrimci düşüncenin ustası olduğu kadar, onun meydan savaşlarına katılmak proleter kadın hareketi için görev ve onur, mutluluk ve şeref olan devrimci mücadelenin de önderi olarak kalmaktadır.

Mart 1903

(Kadın Sorunu Üzerine Seçme Yazılar, İnter Yayınları, 3. baskı, s.147-154)

Share
adkh_s tarafından

Meksikalı Entelektüel Sylvia Marcos ile Yerli Kadınların Mücadeleleri Üzerine…

Aralık 4, 2013 de KÖŞE YAZARLARI adkh_s tarafından

Dr. Sylvia Marcos, Meksiko’da bulunan Psikoetnoloji Araştırma Merkezi’nin yöneticisidir. Marcos’un, pisikiyatri tarihi, genel kadın kültürü gibi çeşitli konular üzerine yazılmış birçok makalesi ve kitapları bulunuyor. Dr. Marcos, cins yapıları ve cinslerin yerli, koloniyal ve post koloniyal kültürdeki özellikleri üzerine yapılan araştırmalara rehberlik etmiştir. Aynı dönemde yaşamış, farklı toplumsal katmanlara ait kadınlar üzerine bir alan araştırması yapmıştır.

 

Dr. Sylvia Marcos, Uluslar arası Kadın Sağlığı Hareketinin de aktif bir üyesidir.

Türkçye çevrilen kitapları: Farklılık ve Diyalog/ Feminizmler Küreselleşmeye Meydan Okuyor, Bedenler, Dinler ve Toplumsal Cinsiyet

Meksikalı Entelektüel Sylvia Marcos ile Yerli Kadınların

Mücadeleleri Üzerine…

Demokratik Kadın Hareketi Bülteni- sayı 3’den alınmıştır.

DKH Bülteni; Bir kadın olarak mücadelenizi ve kadın sorununa bakış açınızı nasıl tanımlıyorsunuz?

Sylvia Marcos: Ben kendimi 1970’lerden beri yani neredeyse kendimi bildim bileli feminist olarak tanımlamayı tercih ediyorum. Ancak ‘feminizm’ teriminin bugüne kadar uğradığı çarpıtmalara karşın feminizmin bir dünyayı değiştirme talebi, bir adalet talebi olarak tanımlanması gerektiğini vurgulayarak kendimi feminist olarak tanımlıyorum. Yazdığımkitaplarda ya da makalelerde sürekli olarak feminizm terimini kullanmayı tercih ediyorum.

Genel anlamda feminizmin kadın sorununu toplumsal sorunların dışında ya da üstünde bir olgu olarak tanımlamasının nedeni nedir sizce?

Toplumsal ve siyasi değişimi talep etmeyen feminizm gerçekte başlangıcın yani feminizmin ilk iddalarının çarpıtılmasından ibarettir. Biz başlangıçta yanlızca kadın erkek ilişkilerini değiştirmekle yetinmiyorduk. Her zaman farklı bir dünyayı talep ediyoruz. İstemlerimiz yanlızca kadın ile erkek ilişkilerinin arasında bir adaletle sınırlı değil.

35 yıl kadar önce işe başladığımızda hepimiz sosyalisttik. Feministler, sosyalistler ve komünistlerdi aslında. Başlangıçta böyleydik. Çünkü toplumsal bir değişim istiyorduk. Ama aynı zamanda kadınlarla erkekler arasındaki toplumsal ilişkilerde ya da toplumsal cinsiyet ilişkilerinde de değişimi talep ediyorduk. Ama şimdilerde özellikle Uluslar arası platformlarda toplumsal ya da siyasal bir değişim talep etmeyen kadınlara oldukça geniş mekanlar açılıyor. Dolayısıyla feminist bir hareket artık neoliberal politikalar tarafından yönlendirilmeye başlandı. Neo-liberal politikalarda toplumsal cinsiyetler açısından bir eşitlik olduğu söylenmektedir. Bu pek çok kadına cazip geliyor. Yani bu politikalara eklemlenmekte bir beis görmüyorlar. Hatta uluslarası düzlemde toplumsal cinsiyet söylemi neredeyse boş bir mekan haline geldi. Şimdi herşeyin bir toplumsal cinsiyet perspektifine sahip olması gerektiği söyleniyor. Bu ancak daha çok kadınlarla erkekler arası ilişkilerde çok sınırlı, hafif değişiklikler içeriyor. Ama gerçek ve derin bir değişimi ihtiva etmiyor bu söylemler.

Kadın sorununa yönelik adımlar atan ve mücadele yürüten kadınlar sizce kadın sorununu daha derinden yaşayan kadınlarla buluşabiliyor mu, onların yaşamında bir değişiklik yaratabiliyor mu?

Yanlızca elit kesimlerde elit düzlemde değişiklikler olursa, bu durumda toplumdaki tüm kadınlar için bir değişim mekanı söz konusu olmayacak, yanlızca toplumun çatısını ilgilendiren bir değişim olacak. Evet, politikaya katılan yani güç pramidinde yer alan ve politik düzlemde yer alan pek çok kadın var ama tabandaki kadınlar bu değişimi hissetmiyorlar ve yaşamıyorlar. Dolayısıyla toplumda gerçek bir değişim olmalı ve alternatif toplumsal mekanlar yaratılmalı kadınlar için. Dolayısıyla benim istediklerim, bizim istediklerimiz belki çok ütopyacı.

Tarihsel terimler çerçevesinde düşünmeyi öğrenmemiz lazım. Bu belkide yüzlerce yılı kapsayan bir biçimde uzun erimli değişiklikleri düşünmemizi gerektiriyor, ama işe başladık. Hatta kendi yaşam sürem içinde de değişiklikleri gözlemledim, dolayısıyla umutsuz değilim. Örneğin sonderece sefil ve yoksul koşullarda yaşayan Meksikalı kadınlar. Yeterli besinleri yok, gerçekten yoksullar ama bu kadınlar , kadınlar olarak haklarını talep etmeye başladılar. Üstelik bunu yaparkende geldikleri kültürel gelenekleri topyekün reddetmiyorlar ya da onu yıkmaya çalışmıyorlar. “Giysilerimize sahip çıkmak istiyoruz” diyorlar, ‘dilimize sahip çıkmak istiyoruz’ diyorlar, inançlarına, dünya görüşlerine sahip çıkmak istiyorlar. ‘satılmak istemiyoruz’, ‘kocalarımızdan dayak yemek istemiyoruz’ diyorlar. Dolayısıyla şimdiden kendilerinden, kendi arka planlarından kaynaklanan önerilerde de talepleri geliştirmeye başladılar. Feminist olarak işe başladığımda böyle birşeyi tahmin dahi edemezdim. Yani bu kadınların ağzından bu taleplerin dile gelebileceğini tahmin bile edemezdim. Böyle bir şeyi düşünmek mümkün değildi ama oluyor ve bunlar bir kadın hareketi. Genellikle feminizmi erkeklerden nefret etmek ya da lezbiyenlikle özdeşleştirdikleri için kendilerini feminist olarak feminist olarak tanımlamaktan kaçınıyorlar. Evet, erkeklerden nefret eden ya da lezbiyenliği tercih eden feminizm var. yani feminizmin bir kısmıda bu. Ancak ; dikkat ederseniz, biz feminizmlerden yani çoğul olarak feminizmlerden söz ediyoruz. Bu çok önemli.

İlginçtir ki feminizme yeni kuramsal yaklaşımlar genellikle üçüncü dünya ülkelerinden geliyor. Örneğin Çandıra, Makandev, Hintli, daha birkaç tane var. önemli olan şu ki pek çok feminizm biçimi olduğunu söylüyorlar. Sosyalisten hegemoniğe kadar çok geniş bir spektrum içinde pek çok feminizmin oluğunu söylemekteler. Yani toplumun farklı kesimleri feminizmi farklı yorumladıklarını, dolayısıyla feminizimlerden bahsedilmesi gerektiğini söylüyorlar. Yani bu, komünist ya da sosyalist bir feminist perspektifini dışlamaz. En azından Meksika’da belki komünist bir feminizmden söz edebiliriz.

Kadın sorununun çözümü için siz hangi mücadele yöntemlerini benimsiyorsunuz?

Kökenlerden söz ederken şunu göz önünde bulundurmalıyız. Patriarkal ya da ataerkil düzenlemeler. Düzenlemeler diyorum, çoğul olarak. Tüm toplumlarda her kadının, her zaman kurban durumunda olduğunu ileri sürmek doğru değil. Pek çok ataerki biçimi var. birbirinden farklılar bunlar. Dolayısıyla her birinin özgül olarak ele alınması, bölgelere, etnik guruplara kültürlere göre ataerklerin nasıl yapılandığına dikkat edilmesi gerekiyor. Örneğin erkek egemen toplumlar var. bunların bazıları örneğin; ana yanlı toplu soy örgütlenmesi olabiliyor. Topyeküncü bakış açısıda anlamlı olmuyor. Her bir bölgede, dünyanın her bölgesinde ataerkil düzenlemenin nasıl işlediğine bakmak zorundayız. Dolayısıyla çok özgül olmalı, yereli önemseyen konumumuz olmalı. O zaman tükendiklerini keşfedebiliriz. Bu kadınların, Zapatista kadınların da patriarkal, ataerkil bir düzenlemesi var. ama Meksika’da ki kentsel kesimlerdeki düzenlemelerden çok daha farklılar. Farklı mekanlara sahipler. Dolayısıyla kendi mücadelerini kendileri tayin etmek durumundalar.

Savaşların ve özellikle emperyalistlerin saldırılarının oldukça yoğunlaştığı bir dönemdeyiz. Sizin var olan savaşlara ve savaşlar içersinde kadınlara dair düşünceleriniz nelerdir?

Ben savaşın yanısıra özellikle savaşlar içersinde özel bir yöntem olan düşük yoğunluklu savaşlardan söz etmek istiyorum. Bu savaşın yeni bir biçimi, özellikle dünyanın bütün azınlıklarını ilgilendiren savaşlar olmaktadır. Yanlızca Irak savaşından söz etmemek gerekir. Yeni savaş, daha çok terörist tekniklerle yürütülen düşük yoğunluklu savaş, tıpkı Kürtlerde olduğu gibi ya da yerlilerde (Latin Amerika yerlilerinde) olduğu gibi azınlıkların hakkaniyetlerini bastırma stratejilerinden oluşmakta. Ancak artık devletler gidip onları öldürmeyi tercih etmiyorlar. Çünkü bu soykırım olur ve çağdaş dünyada bu çok eleştirildiği için artık kaçınılan bir yol olmaya başladı. Dolayısıyla devletler yepyeni bir strateji geliştirdiler ki bunlar, emperyalist devletler tarafından kotarılan bir strateji ve sözüm ona barışçıl bir yol olarak öneriliyor. Ama bu stratejiye, düşük yoğunluklu savaş stretejisi adı verilmekte. Devletlerin yaptıkları şu; örneğin Chiapas’tan somut örnekler verebilirim. Etnik çatışmaları derinleştirmeye çalışıyorlar. Bir sektöre ya da bir etnik guruba bol miktarda para veriyorlar, farklı etnik guruplar arasında çatışkıları körüklüyorlar. Bu çatışkılar ya da çelişkilere etnik ya da dinsel çelişkiler diyorlar, bu iç çatışma gibi görünüyor. Yani devletin buradaki rolü genellikle gözden kaçırılıyor. Örneğin su kaynaklarını kirletiyorlar, zehirliyorlar. Tarlaları yakıyorlar. Böylelikle insanları cemaatlerini terk etmeye zorluyorlar. Bunların hepsi rastlantısal değil programlanmış girişimler. Düşük yoğunluklu çatışma üzerine bir el kitabı var. Bu ABD’deki Amerikalılar okulunda öğretilen doktorinlerden oluşuyor. Ayaklanma bastırma teknikleri ve bunların en önemli taktiklerinden bir tanesi de kadınların ırzına geçmek, tecavüz etmek ya da kadınları fuhuşa sürüklemek ya da mahallelere uyuşturucu madde yerleştirmek ve onları uyuşturucu müptelası olarak göstermek. Bunların hepsi programlanmış şeyler. Düşük yoğunluklu savaş böyle bir şey. Kuşkusuz kadınların bedeni en uygun şiddet alanları olarak gözüküyor. Bu, dünyanın heryerinde yaşadığımız bir gerçeklik. Dolayısıyla pek çok vaka var. Örneğin son zamanlarda Chiapas’da üç kadın askerler tarafından tecavüze uğradı. Oysa askerlerin orada barışı ve güvenliği sağlamak için bulunduğu söyleniyor. Örneğin bizde Çorçillerle Çerçiller arasında ki gerilimi engellemek için çektikleri söyleniyor. Ya da partiler arası çelişkileri önlemek için, çatışmaları önlemek ya da Katoliklerle Protestanlar arasındaki çatışmaları engellemek için orda bulunduğu söyleniyor. Bunların hepsi siyasal manipülasyonlar. Kadınlar olarak bizler, savaşın ilk hedefleri arasındayız.

 

Dünyanın çok farklı yerlerinde yaşayan kadınların biribirine çok benzer sorunlar yaşamalarını nasıl değerlendiriyorsunuz?

İsrail’in güneyinde bedevi kadınlarla tanıştığımda, onlarında aynı problemleri yaşadığını gördüm. Dolayısıyla bu benzerlik şaşırtıcı değil. Türkiye’deki, Latin Amerika’daki, örneğin Meksika’daki ya da bedevi kadınların aynı sorunları yaşamasını şaşırtıcı bulmuyorum. Tüm bunlar ABD kaynaklı bir emperyal politika tarafından biçimlenmektedir. Dolayısıyla dünyanın her tarafında kendi adamlarını eğitiyorlar. Bu nedenlede yöntemler üç aşağı beş yukarı aynı.

Özellikle emperyalistlerin saldırılarında ve üretim alanlarının pazarlarını ele geçirme politikalarında, toplamda tüm halka yönelik sindirme politikaları ve onlarda yarattıkları yanılsamaları özellikle özgürleştirme yanılsamalarının bir parçasıda kadınlar oluyor. Siz bu durumu nasıl değerlendiriyorsunuz?

Evet, kendilerini feminist olarak nitelemekle birlikte neoliberal politikalarla son derece uyum içinde olan pek çok kadın var. Türkçeye yeni çevrilen kitabımda analiz eğitim konulardan bir tanesi, bu büyük politikaların, bu büyük siyasaların kendini feminist olarak niteleyen Amerikalı ya da Alman kadınların, biz üçüncü dünya kadınlarına yönelik (Meksika ya da Türkiye gibi) sömürgecilik ilişkilerini nasıl yeniden ürettiklerine ilişkindir. Yani onlar bizim sömürgecilerimiz haline dönüştüler. Başka bir özellik, Zapatistaların söylediği gibi biz sabahtan işe başlamayı tercih ediyoruz. Feminizm içinde böyle bir sorgulama başlattık. Özellikle makro politik ilişkiler anlamında. Bazen farkına bile varmıyorlar. Ben, bu Amerikalı kadınların pek çoğuyla pek çok yıl birlikte çalıştım. Tıpkı Bush’un Afganistan kadınlarını savunması gibi (biliyorsunuz Afganistanı kadınları kurtarmak için işgal etti) onlar da kadınların yandaşı olduklarını söylüyorlar. Savaşa gerekçe yaratmak için kadın haklarını gerekçe olarak gösteriyorlar.

 

Siz, kadınların mutlak savaş karşıtlığını ya da mutlak ve koşulsuz barış talepleri hakkında ne düşünüyorsunuz?

Evet, bu tür görüşleri taşıyan kadın kurumları var. Siyahi kadınlar gibi. Nerede savaş varsa, savaşa karşı örgütlenen, yani savaşa karşı topyekün olarak karşı çıkan kadınlar var, kadın hareketleri de ortaya çıkıyor. Meksika’da bir gazetede okumuştum; bazı kadınların bir adamın Çin’de anaerkil olduğunu söylediği bir etnik gurupla yapılmış bir araştırmasına ilişkin haberlerini okumuştum. Kadınlar evlenmiyorlar, sadece çocuk yapmak için birileriyle ilişkiye giriyorlar. Bu toplumda savaşın olmadığını söylüyordu. Bu araştırmacıya göre kadınlar dünyayı yönetiyor olsaydı savaşlar olmazdı. Ben bundan çok şüphe duyuyorum. Çok idealist bir anaerki kurgusu bu. Erkeklerin sahip olduğu tarzda bir iktidara sahip olsalardı, ben kadınların yine savaşacaklarını düşünüyorum. Elinde büyük bir güç toplamış, önemli mevkilere ulaşmış çeşitli kadınlara ilişkin örnekler var elimizde. Örneğin Bulgamayır çok barışçı bir örnek sayılmaz. Ben bu yaklaşımın çok özselci olduğunu düşünüyorum. Hani sadece kadın olduğumuz için barışçı olduğumuzu söyleyemeyiz. Toplumsal politik çevreyle etkileşimin ürünüyüz hepimiz. ‘Barış Suçları’ isimli bir kitap var. Yani burada barışta da suç, barışında zaman zaman bir suç olabileceği söyleniyor. Kendi başına barış, kadınlarla erkeklerin adil ilişkisini sağlayamaz ya da güvence altına alamaz.

Biz bültenimizin bu sayısında savaşa ve savaş içerisinde kadının rolüne yer veriyoruz. Savaş içerisinde kadının sadece mağdur kimliğiyle ele alınmasının kadının mağduriyetini pekiştireceğini ve savaş koşullarında aktif rol almalarını engelleyerek onları geriye düşüreceğini düşünüyoruz. Sizin bu konudaki görüşleriniz nelerdir? Kitabinizda ya da araştırmalarınızda kadınların hangi yönüne ağırlık veriyorsunuz?

Tümüyle katılıyorum görüşlerinize. 1993’te feminizmden bıkmıştım. Çünkü hep kurban olduğumuzu öne sürüyorlardı. ‘Kurbanlık’ yeter artık dedim. Kadınların erk ya da güce sahip olduğu yerleri aramaya başladım. Meksika’daki kadın sağaltıcıları Şamaları buldum. Bunlar güç sahibi olan, erk sahibi olan kadınlar. Bu kadınlar hiçbir şekilde kurban gibi gözükmüyorlar. Nasıl durduklarına bakıyorum. Mücadele ediyorlar, savaşıyorlar. Tecavüzede uğrasalar, aşağılansalarda son derece güçlüler. Çünkü mücadele etmesini, yani cevap vermesini, tepki vermesini biliyorlar.

Bu kitapta sözünü ettiğimde bu. Maalesef kitapta kadın kurbanlardan söz etmiyoruz. Bu neoliberal emperyalist politikalardır. Hayır, kadınların kurbanlaştırılmasından söz etmiyoruz. Kadınların erk, güç sahibi olduğu ve mücadele ettiği alanlardan söz etmeyi tercih ediyoruz.

Mesela bu edilgen kadın imgesi tam da Meksika’daki kentli kadınların yerli kadınlara ilişkin düşüncelerini yansıtmaktadır. Yani onların edilgen, ezilmiş, zavallı, çaresiz olduğunu, kurban olduklarını söylüyorlar. Toplumsal olarak farklı bir yerde konumlandırılmış olduklarından kadınlar olarak stratejileri farklı. Ama bu onların kendilerini savunmadığı anlamına gelmez. Haklarını talep ediyorlar ama farklı olarak. Özellikle hegemonik feministler tarafından ya da hegomonik feminizm tarafından tümüyle göz ardı edilen ya da görünmeyen, farkına varılmayan bir nokta bu. Makalelerde yerli kadınların söylemlerinden uzun uzun alıntılar yaptım. Kendi haklarına nasıl sahip çıktıklarını göstermeye çalışarak.

Özetle, ben kadınların gücünden ya da ayrıcalığından bahsediyorum. Onların kurban oluşlarından değil. Söylediğniz gibi iki tarafı keskin kılıç gibi. Yine Bush’tan söz edelim. Afganistan’daki ‘zavallı’, ‘kurban’ durumundaki kadınları kurtarmak için yola çıktı. Tabi bunun için de binlerce insanı öldürdü. Bir karikatüre dönüştü her şey ve biz bu görüntüleri izliyor, onlara sahip çıkmıyoruz.

Röportajımızın sonunda sizinde özellikle değindiğiniz bir noktaya vurgu yapmak istiyoruz. Kadın mücadelesi yürüten örgütlülükler ya da kadınlar çoğunlukla geri kalmış ülkeler olan üçüncü dünya ülkelerindeki kadınların mücadelelerine yabancı kalıyor. Bizlere bu kadınların sadece mağdur olan yanları yansıyor. Sizce bu yabancılaşmanın nedeni nedir? Bu konuda son olarak neler söylemek istersiniz?

Farklı mekanlarda yaşayan kadınların sorunlarınında farklılaştığını görmek gerekiyor. Dolayısıyla üçüncü dünya ülkelerindeki kadınlar da kendi mücadelelerini kendileri tayin etmek zorundalar. Örneğin Hiçbir kentli, Meksikalı kentli bir feminist gelip onlara nasıl davranmaları, nasıl mücadele etmeleri konusunda akıl hocalığı yapamaz ki bunu yapıyorlar. Zaman zaman Meksikocity’den gelip, işte, bunlara şunu reddetmelisiniz, şunu yapmalısınız gibi akıl hocalığı yapıyorlar mı biz bunu sömürgecilik olarak değerlendiriyoruz. Size de mesela Alman kadınlar gelip ne yapmanız gerektiğini öğretiyorlar. Zavallı üçüncü dünya kadınları siz özgür olmanın ne anlama geldiğini bilmiyorsunuz, eğer kurtulmak istiyorsanız şunu şunu yapmalısınız diye akıl öğretiyorlar. Bu kitapta tamda üzerinde durduğumuz konu bu. Çin, Tayvan, Hindistan, bu kitapta yer alan bir çok makale, dünyanın farklı bölgelerinden gelen kadınların yazdığı, yerelliklerinin özelliklerini, tikelliklerini vurgulamaya çalışıyor. Bu bir kadın hareketinin nasıl biçimlendirileceğine ilişkin ipuçları taşıyor. Özellikle tikeliklere ilişkin olarak. Öncelikle kadının edilgenliğinin kocaman bir öykü, kocaman bir yalan olduğunu düşünüyorum. Kadınlar çok güçlüdür. Sadece bir boşluğu, bir mekanı doldurmamız gerekiyor. Eğer ataerkil kurallara inanıyorsan, örneğin, abim ya da babam erkek olduğu için ‘benden daha iyisini biliyordur’ diye düşünüyorsak eğer, bunlara inanırsak, bu, baskının içselleştirilmesidir. Başka kadınlara, öteki kadınlara inanmamız, onların bilgeliğine inanmak, onlara güvenmek durumundayız. Başka, öteki kadınlara güvenebileceğimizi bilmemiz gerekiyor. Dolayısıyla dünyayı değiştirebiliriz ve her kadın bunu yapabilecek olsa dünya değişir.

Bize vakit ayırdığınız ve görüşlerinizi paylaştığınız için teşekkürler.

Ben teşekkür ederim.

*Röportajı gerçekleştirirken çeviri konusunda bize yardımcı olan Araştırmacı-Yazar Sibel Özbudun’a teşekkür ederiz.

Share
. tarafından

“TABUTUMUZU ERKEKLER TAŞIMASIN”

Ocak 3, 2014 de KÖŞE YAZARLARI . tarafından

900772_detay

Bir kadın “Erkeklerin tabutu taşımasını istemiyoruz, erkeklerin vahşetini protesto ediyoruz!” derken aynı anda diğer kadınlar da öldürülen Nimet Çağan’ın tabutunu omuzluyorlardı. Nimet 11 çocuk annesiydi ve kocası tarafından 11 kez bıçaklanarak öldürüldü. Polise koruma talebinde bulundu ama sesini duyan olmadı. Sebep? Sebep mi arıyorsunuz? Bir erkek için sebep herşey olabilir. Haber spikeri “kıskançlık krizine giren koca” diye sundu. Kocanın kıskançlık krizi ve yaşanan vahşet! Vahşet kelimesini eskiden daha ağır bir durum olduğunda yada insanlığa ters bir durum yaşandığında kullanırdık ama bugün yani 21. yüzyılda artık karısını öldüren erkekler için kullanmaya başladık. Çünkü kadınlar bu durumu vahşet olarak tanımlıyorlar. Erkeğin sadece kendi nefsinin veya düşünce tarzının sonucu olarak öldürülüyor kadınlar. Yani anlayacağınız herhangi bir durum alehinize dönüşebilir. Aman ha dikkat! Yolda yürürken, birisiyle konuşurken, birine dair yorum yaparken siz siz olun sakın yanlış bir cümle veya kelime kullanmayın yoksa koca tarafından katliniz vacip olur.

 Bugün Ece Temelkuran’ın “İçine Atma Türkiye” başlıklı makalesini okudum. (Kaynak; Birgün gazetesi 05.12.2013) Makalede Çinli bir kadının yaşadığı imkansız aşkı, kavuşamamasını ve bundan dolayıda kendini ipek dokumacılığına verişini anlatırken, sevdiği adamın 50 yıl sonra çıkıp geldiğini bir odaya kapanıp saatlerce konuşmalarını ve adamın gidişinin ardından kadının yemeden içmeden kesilip bir ay sonra da öldüğünü anlatıyordu. Adamın kadına ne söylediği bilinmiyor ama Ece Temelkuran’ın da dediği gibi ne söylemişse söylemiş bu da kadının ölmesine sebep olmuştu. Ece Temelkuran yazısında adamın kadına bunca yıl sonra gelip “ne haber, ne yaptın?” demiş olabileceğini ve bununda kadını kahrından öldürmüş olabileceğini söylüyordu. Hiç olmayacak gibi de değil hani! Bende adamın gayet sıradan veya umursamaz davrandığını düşünüyorum. Hatta belki de adam kıskançlık yapmış bile olabilir? Bilemiyorum sizde farklı bir yorum yapabilirsiniz. O yazıda öne çıkan ana noktaya gelince; yazının başlığında olduğu gibi “içine atma” duygusu. Belki de kadın içine atmayıp adamı ağız dolusu paylasaydı ölmeyecekti. Fakat gelin burdan yola çıkalım ve şöyle bir varsayımda bulunalım; Hadi kadınlar olarak içimize atmayıp avazımız çıktığı kadar bağıralım! Halimiz nice olur acep? Kıskançlıkla bir erkeğin 11 kez bıçaklayarak karısını öldürdüğü bir ülkede biz içimize atmayıp konuşursak toplu katliama uğrarız herhalde!!??

Inci Kaya

5/12/2013

Share
. tarafından

BARBARA ANNA KISTLER

Nisan 6, 2014 de KÖŞE YAZARLARI . tarafından

 

 

 

BARBARA ANNA KİSTLERBARBARA

“Barbara’nın göğsünde Dicle kanıyor, Alp’lerden Munzur’a Barbara uzanıyor…”***

 ALP’LERDEN MUNZUR’A UZANAN ENTERNASYONAL PROLETERYANIN KADINI BARBARA…

Barbara Anna Kistler, 1955 yılında İsviçre’nin Zürih kentinde bir işçi ailenin çocuğu olarak dünyaya geldi. Kısa bir okul dönemi geçirdikten sonra genç yaşlardan itibaren çalışmaya başladı. Yoksul semtlerinde temizlik, servis ve yardımcı işlerde çalışıyor; yoksullarla iç içe yaşıyor ve emeğin sömürüsünü bizzat kendi yaşamından öğreniyordu. 16 yaşından itibaren de siyasete ilgi duymaya başladı.

Burjuva demokrasisinin toz pembe görüntüsünün arkasında yatan adaletsizliğin, eşitsizliğin, yabancılaşmanın, sömürünün gerçekliğini görüyor ve bu onu sisteme karşı mücadele edenlere yakınlaştırıyordu. Baskı ve sömürüye olan tepkisi geliştikçe, tüm bunlara karşı mücadele etmenin, tek tek bireylerin karşı koyuşuyla sağlanamayacağını, sistemi değiştirmek için örgütlü mücadele yürütmek gerektiğini bilince çıkarıyordu. Otonomik bir örgütlenme olan Republıc Bunker’e yakınlık duyuyor ve onun çeşitli faaliyetlerinde yer alıyordu. Daha 17 yaşında polis tarafından komünleri basıldığında, kapitalizmin demokrasi aldatmacasının gerçekliğini fark ediyor, 3 haftalık tutuklanma döneminden, ezilenlerin haklı mücadelesine daha kararlılıkla, cüretle sarılarak çıkıyordu.

İsviçre’deki guruplar içersinde en yakın ilişkisi; KGI (Komite Gegen Isalation- İzalasyona Karşı Komite) ile oluyor. Aynı zamanda Marlen grubu ile de yakın ilişkiler kuruyor. Bu gurup içersindeki en önemli çalışmaları, hareket içersindeki feminist düşünceleri Marksist-Leninist düşüncelerle değiştirip dönüştürmek, kadın mücadelesini sınıf mücadelesi anlayışıyla yürütmeye dönük oluyor. Nitekim bu konuda yaptığı çalışmalardan olumlu sonuçlar alıyor ve bu gurup bugün Proleter Devrimci Hareket bütünselliği içersinde yer alıyor.

Devrime daha yararlı olabilmek için sağlıklı ve sportif bir fiziğe sahip olmak gerektiğini düşünürdü ve ona göre yaşardı. Çok yönlü bir kişiliğe sahipti. Dört dil biliyordu ve bildikleriyle yetinmeyerek sürekli yeni bir şey öğrenmeye çalışıyordu. Çevresinde bıraktığı ilk izlenimler alçakgönüllülüğü ve sabrıydı. Çok konuşmaktan ziyade çevresini gözlemlemeyi tercih ederdi. Bunu şöyle açıklıyordu; “İyi gözlemci çevresini iyi kontrol ettiğinden dış dünya ile ilişkilerinde daha az hata yapar. Ayrıca yaşamımız bunu gerektiriyor, biz dünyayı değiştirmek için yola çıkan insanlarız. Bunu yaşamımızın her alanında pratiğe geçirmeliyiz. İyi gözlem, sağlam bilgi sahibi olmayı ve onu doğru değerlendirmeyi beraberinde getirir.”

1980 Sonrası Ülkemizdeki Devrimcilerle Tanışması

Barbara, 12 Eylül 1980’de ülkemizde yapılan askeri faşist darbe sonrasında Avrupa’ya sığınmak zorunda kalan devrimcilerle tanışma olanağına sahip oldu. Bu tanışmayı 1992’de Yeni Demokrasi dergisi ile yaptığı bir röportajda şöyle anlatıyor: “ 1980 sonrasında Avrupa’ya sığınan devrimcilerle eylem birlikteliklerinde ve enternasyonal yürüyüşlerde tanıştım. Avrupa’da, Türkiye’de varolan varolmayan bütün siyasi görüşler bulunur. Çeşitli örgütleri savunan arkadaşlarla tanıştım. Sonuçta TKP-ML’nin düşüncelerinin en doğru olduğunu gördüm ve özellikle eylem birlikteliklerinde Partizanları en yakın ittifak olarak gördüm. İbrahim Kaypakkaya’nın yazılarını okuduğumda çok etkilendim. Bu genç komünist önderin kısa yaşam sürecinde neler yaratabildiğine büyük bir hayranlık ve saygı ile baktım.

…TKP-ML’nin herşeyden önce bilimsel olarak doğru olduğunu anladım ve çeşitli milliyetlerden Türkiye halkını gerçek kurtuluşa götürecek tek proleter parti diye, güvendim. Türkiye’de TKP-ML önderliğinde yükselen devrimci mücadele dünyadaki ezilen halklara ve enternasyonal proleteryaya umut veriyor. Beni de bu umutlandırdı. TKP-ML’nin siyasi ve ideolojik önderliğinde kendi siyasi kimliğimide sağlamlaştırabildim.”

isviçre’de doğan bu mücadeleye tutkun yüreği, Dersim dağlarına taşıyan bilinç, O’nun bu ifadelerinde somutlaşıyordu. Barbara’ya en çok sorulan soru olmuştu, Onun neden Türkiye’ye gelip mücadeleye burada devam ettiği. O’nunsa yanıtı hep açık ve netti. “Devrimin ve devrimcilerin vatanı yoktur, istediği her yerde mücadeleye devam ederler. Ben enternasyonal bir devrimciyim dünya ezilen halklarının kardeşliğini ve birliğini savunurum.” O’na Avrupa’ya dönmek isteyip istemediğini soranlara ise ısrarla karşı çıkıyordu ve dönmek istemeyişinin nedenini tamamen politik bir tercih olduğunu vurguluyordu. O, bir yandan darbe sonrası ülkemizdeki ağır yaşam koşulları ve devlet baskısı nedeniyle mücadeleyi bırakan, yurt dışına kaçanlara; bu gibi baskılar karşısında yılmadan ısrarla mücadelele etmek gerektiğini kendi yaşam pratiğiyle göstermek istiyor. Bir yandan da ezen ezilen çelişkilerinin çok derin olduğu, dünya devrim mücadelesinin fırtına merkezlerinden biri olan ülkemizdeki mücadeleye aktif katkı sunarak buradaki mücadelenin yükselmesinin önemini gözler önüne sermeye çalışıyordu.

Hapisane Süreci

19 Mayıs 1995’de yapılan Hasanpaşa* katliamının hemen ardında başlıyor Barbara’nın hapisane yaşamı. Faaliyette henüz yeni olduğu ve devletin gözaltı sonrasında uygulayacağı ağır işkenceler nedeniyle yoldaşlarının, çözülmesinden duyduğu tedirginlik, O’nun 15 gün işkencede gösterdiği direnişiyle boşa çıkıyor ve Barbara kararlılığın, ısrarın ve direngenliğin simgesi oluyor. Kısa sürede hapisanedeki çeşitli örgütlerden dostlarıyla yakın ilişkiler kuruyor ve burada da herkese açık kişiliği ve yüksek moraliyle sevilen biri haline geliyor. Kendini ön plana çıkartmaktan hoşlanmadığı da arkadaşlarına ve ailesine verdiği şu yanıtlarda açıkça belli oluyor: “Özellikle İsviçre’de benim tutuklanmamla ilgili bir şey yapılacaksa benim öne çıkarılmamdan çok, Türkiye’deki işkencenin (özellikle her gün yüzlerce insanın işkencelerden geçirildiği, hatta işkencedeki ölüm olaylarının gündeme getirilmesinin çok daha önemli olduğunu) ve yine çok önemli olan anti-terör yasası öne çıkarılsın.” Barbara, kendi aile çevresine de mücadelsini doğru bir temelde anlatabilmeyi başarmış olaki, ölümsüzleşmesinin ardından annesi bir röportajda O’nun için şu sözleri ifade ediyor: “Şu an Barbara bana o kadar yakın ve hatta O’nu şöyle derken duyar gibiyim. Benim ölümümden bahsetme ama Türkiye’deki binlerce ölü veren Kürdistan’daki mücadeleden bahset. Tüm dünyadaki devrimci mücadelerden bahset.”

Mahkemede ise savunmasıyla kendisini yargılamak isteyen gerici güçlere adeta meydan okuyor. Burjuva basın, devrimcilerin anti-propagandasını yapabilecekleri bir ortamın çıkabilmesi ümidiyle mahkeme koridorlarını dolduruyor. Büyük bir iştahla ağlayan, sızlayan, kandırılan(!), mağdur bir kadın görüntüsü ile karşılaşmayı bekliyorlar. Ancak O, proleteryanın sarsılmaz bilinci ve direnciyle hem mücadelesinin haklılığını ve meşruluğunu savunuyor hem de burjuva basının kendisi hakkında ortaya attığı spekülasyonları eleştiriyordu ve savunmasını şu sözlerle bitiriyordu:

“Sonuç olarak emperyalizme, faşizme ve tüm dünya gericiliğine karşı mücadelede halkların devrim davasına yardımcı olabildiysem bundan ancak gurur duyarım. Bu nedenden dolayı beni yargılamak size düşmez, beni yargılayacak tek güç enternasyonal proleteryadır. Yaşasın Marksizm-Leninizm-Mao Zedung Düşüncesi! Yaşasın Proleterya Enternasyonalizmi!”

En Büyük Tutkusu: Munzur Dağları

7 aylık hapisane sürecinin ardından tahliye oldu. Tahliyesi sırasında yoldaşlarıyla, dostlarıyla vedalaşırken; “Dağlarda hepinize savaşacak bir mevzi hazırlayacağız. Sizleri bekliyorum” diyerek bundan sonra mücadelenin hangi alanında savaşacağını da böylelikle söylemiş oluyordu. Ta en başında, Türkiye’ye gelişinde de aynı istek yatıyordu zaten. Dediğini yaptı ve İsviçre’nin Barbara’sı, artık Munzur dağlarında Kinem olarak devrimin en zorlu yollarından birinde sürdürüyordu ısrarlı yürüyüşünü. Bu alanda da sıcak yaklaşımı, samimiyeti, içtenliği ve disipliniyle bölge halkının ve yoldaşlarının ilgisini, sevgisini kazandı. “Ben sosyalizm için yaşıyorum” diyordu her defasında. Hayatı boyuncada bu amaçla yaşadı.

Tıpkı,Kanada Komünist Partisi üyesi Norman Betune’yi** İspanya ve Çin’e taşıyan enternasyonal bilinçte olduğu gibi, Barbara’da ülkemiz halklarının kurtuluşu için İsviçre’den Türkiye’ye geldi. 1993 yılının Ocak ayında, Pülümür’de devlet güçleriyle girdikleri çatışmadan sonra, dondurucu soğuğa rağmen Zel Dağını aşarak evlere ulaşabildiler. Ancak bölge halkının özverili, yoğun çabalarına rağmen donma sonucu durumu ciddileşti ve 5 yoldaşıyla birlikte o da ölümsüzleşti.

Kadının Kurtuluşuna Dair

Kadın sorununun, dünyanın farklı bölgelerinde toplumsal yapıların farklılığı itibariyle çeşitli yönlerden farklılıklar taşıdığını söylüyordu Barbara, “Hem kapitalist ülkelerde hem de emperyalizme bağlı ülkelerde kadınların sınıfsal sömürünün yanında cins baskısınada maruz kaldığını belirtiyordu. O’na göre kapitalist toplumda kadınlar, ekonomik bağımsızlığını kazanmışlardır, ancak modern köle olarak yaşamakta ve burjuvazinin çizdiği bir özgürlüğe sahip olabilmektedir. Yani sahte bir özgürlüktür bu. Üretimdeki iş yanında, ev ve çocuk sorumluluğu da tamamen kadının omuzlarındadır. Belli kesimler görece daha rahat yaşasa da genel olarak kadınların eşitliğinden bahsetmek mümkün değildir. Toplumdaki yabancılaşma ve yozlaşma en çok kadınları etkilemektedir. Kadınlar daha çocuk yaşta tacize, tecavüze maruz kalmaktadır. Tüketim toplumunda tüketilip atılacak bir meta gibi algılanmaktadır.

Yarı-feodal, yarı-sömürge ülkelerde ise kadınlar, kapitalist ülkelere kıyasla çok daha kötü şartlar altında yaşamaktadır. Emperyalizmin baskı ve sömürüsü feodalizmin baskısı ile birleşmiş durumdadır. Kadınlar genç yaşta ve zorla parayı verene bir mal gibi satılıyor. Ailesinin kendisi adına verdiği kararlara göre bir yaşamı oluyor. Yoğun şiddete maruz kalıyor.”

Barbara, dünya genelinde yaşanan kadın sorunlarına ilişkin bu gibi benzerlikleri, farklılıkları koyuyor. Kadın sorunu hususunda feministlerin yaklaşımını ise şu şekilde değerlendiriyor; “Kadının ezilmesi feministlerin söylediği gibi erkek şövenizminden kaynaklanmaz. Kadının ezilmesi, sınıfsal, ulusal, feodal baskının yanında tüm bunlara ek olarak gerçekleşiyor. Feminizm burjuva, reformist bir akım olarak kadınların üzerindeki cins baskısı üzerinden kadının öfkesinin burjuvaziye kanalize edilmesini engelliyor. Bunun yerine emekçiler arasında bir çatışma körüklüyor ve kadın ile erkek omuz omuza proleterya saflarında, sınıfsız ve sömürüsüz bir dünya için mücadele verirken, eşitliğin temelini koymayı engelliyor. Devrimci hareket içindeki kadınların durumu buraya göre çok daha ileri.”

Dünyanın her yerinde farklı biçimlerde ortaya çıkan kadına yönelik çifte sömürüye karşı fırsat bulduğu her alanda kadınları daha bilinçli olmaya ve sınıf mücadelesini yükseltmeye çağırıyordu.

1992 yılında İstanbul’da 8 Mart şenliğinde yaptığı bir konuşmasında kadınları sınıfsız toplumu yaratma mücadelesine şu sözleriyle çağırıyordu:

Kadın ile erkek omuz omuza yeni ve güzel bir dünya için savaşarak, bu mücadele içinde özgürce yaşamayı öğrenebilir ve insanları yeni topluma hazırlayıp eğitebiliriz. Ama bilmeliyiz ki gerçek kurtuluş patron-ağa devleti yıkılmadan ve halk iktidarı kurulmadan önce ne emekçi kadın ne de emekçi erkek özgürce ve eşitlik içinde yaşayamaz. Emperyalizmin yıkılmadığı süre içinde sınıfsal, ulusal ve cinsel baskı ortadan kalkmayacak. Kadınların da erkeklerinde kurtuluşunun tek yolu devrimle sağlanır.

Biz bu dünyanın ve insanların yarısını oluşturuyoruz. Ezilen emekçi kadınlar olarak emperyalizm tarafından oluşturulan zincir halkalarından kurtulana kadar tarihin omuzlarımıza yüklediği, kendimizi ve insanları özgürleştirme görevini devrimlerle sürdürmek zorundayız.”

Yüreği dünyanın her neresinde olursa olsun ezilenlerden yana atan; devrim mücadelesinin ısrarcı, bilinçli, direngen, enternasyonal kadınıydı Barbara

Emperyalist zincirin en ince halkasından koparılması gerçeğine uygun olarak, mücadelenin boyutlandığı ülkelerin ML karakterlerine destek vermeyi enternasyonal bir görev olarak görüyorum. Komünizm öldü çığlıklarının atıldığı bu süreçte bu görev bir kat daha artmıştır.” diyordu Barbara. Tamda Komünizm öldü çığlıklarının bugün daha da artırıldığı şu süreçte görevlerimiz bir kat daha artmıştır. Barbara’nın tüm dünyayı kucaklayan coşkun, enternasyonal bilinciyle bu görevin bugün bizlerin omuzlarından yükseleceği unutulmamalıdır.

DİPNOTLAR:

*3713 sayılı yasanın geçmesiyle birlikte işkenceciler hakkında dava açılamayacağı, tutuklanamayacağı ve yargılanamayacağı devlet tarafından açıkça onaylanmıştı. Bunun hemen arkasında İstanbul Hasanpaşa’da İsmail Oral ve Hatice Dilek devletin kolluk güçlerince infaz edilmişti.

**Ünlü Cerrah Norman Bethune, Alman ve İtalyan faşist haydutları 1936’da İspanya’yı işgal ettiğinde cepheye gitti ve anti-faşist İtalya halkı için çalıştı. Japonya’ya karşı direnme savaşında Çin halkına yardım etmek için bir tıp ekibinin başında Çin’e geldi ve 1938 ilkbaharında Yenan’a vardı. Hemen ardından Şensi-Cahar-Hopey sınır bölgesine gitti. Kurtarılmış bölgelerin ordusuna ve halkına iki yıl kadar hizmet etti. Yaralı askerleri ameliyat ederken kan zehirlenmesinden 12 Kasım 1939’da Hopey eyaletindeki Vangsien’de öldü.

*** Şiir Grup Munzur

 NOT: Bu yazı Demokratik Kadın Hareketi Bülteni 5. Sayısından alınmıştır.

Share
. tarafından

“ÇİZMELERİMİ ÇIKARAYIM MI? SEDYE KİRLENMESİN”

Mayıs 15, 2014 de KÖŞE YAZARLARI . tarafından

 

images (1)

Hayatın insanın yüzüne atılan bir tokadı gibi geldi bu cümle bana. İçimi o kadar çok acıttı ki kelimelerde yetersiz kaldı. Bu cümleyi yerin metrelerce altında bir parça ekmek için karanlığın merkezinde çalışmak zorunda bırakılan yüzü kömür karası ama yüreği apaydın olan bu işçiye hangi psikoloji söyletiyordu. Dün bundan başka birşey düşünemedim. Bu acaba gerçekten Nazım’ın dediği gibi  insanımızın yüreğinin büyüklüğü mü yoksa işçi olması, gelir seviyesinin düşük olması, fakirliği, garibanlığı ile şekillenen bastırılmışlık ve sömürülmüşlük ruh hali midir?

Ölümün soğuk yüzünü hissedip, tekrar güneşi gören bu işçinin kaygısı neden bir parça bezin kirlenmesi oluyor?

Soma’da şu an itibariyle 282 işçi kardeşimiz yaşamını yitirdi. Kaza olarak lanse edilen bu işçi katliamı Türkiye tarihinde ki en büyük “maden kazası” olarakta tarihte  yerini aldı. Devletin sözcüleri dünyadan örnekler vererek yaşanan faciayı örtbas etme derdine düşmüşler. Ve anlayış olarakta 1800′lerde kalmış başbakan da “İngiltere’de de 1800 lerde böyle kazalar oldu bu işin doğasında var” diyerek her zaman ki gibi muhteşem açıklamalarından birini yaparak kendi vicdanını rahatlatıyor. Tabiki her işin bir riski vardır. Ama sizin göreviniz bu riskleri en aza indirecek tedbirleri almak ve böylesi yüksek risk taşıyan işlerde de sürekli kontroller yaparak sorumluluğunuzu göstermektir. Ama Bakan Taner Yıldız “…milli değerlerimizi yeryüzüne mutlaka çıkarmalıyız” derken çıkarılması  için gerekli güvenli koşulları neden mutlaka diyerek yerine getirmiyor. Yazılanlara göre açılmadan önce bir çok eksiğin olduğu söylenen Soma madeninin hesabını vermek zorundalar.

Kurumların raporlarının hiç bir önemi yok, risklere dair yapılan önerilerin hiç biri dikkate alınmıyor Türkiye’de. Eğer birileri istiyorsa o iş mutlaka olacaktır. Sonrası ne? Altı üstü insan ölmüş ne olacak ki? İşte anlayış bu ve biz de bununla yaşamaya alışmışa benziyoruz. İnsanlık yer altında can verirken yer üstünde sorumlularıda timsah göz yaşları döküyorlar, yas ilan ediyorlar, “acı çekmediler” gibi saçma sapan cümleler kuruyorlar.

Türkiye genel işçi ölümlerinde Avrupa’da  birinci ve dünyada ise üçüncü durumda (TMMOB İstanbul İl Koordinasyonu Kurulu açıklamasından) Ama gelin görün ki  onlar hala sürekli “iş kazası, kader” gibi açıklamalarla katliamcı karakterlerini gizleme çabasındalar. Ama bu boş bir çabadır. İnsanlık bunu asla unutmayacak ve affetmeyecek.

Sömürülen, sürekli baskı altında tutulan, en temel hakları ve iş güvenlikleri sağlanmayan, sadece egemenlerin ve kapitalizmin  kar hırsıyla bir meta olarak pazarda alınan ve satılan insanın yaşam hakkını savunmak, yaşanan acıyı paylaşmak isteyen ve artık yeter diyen halkın öfkeside her zaman ki gibi şiddetle bastırılıyor ve göz altına alınıyor.

“Yanan bizdik, siz kömür sandınız!” diyen madenci kardeşimizin gözünden süzülen göz yaşını, babasız kalan çocukların yüreklerindeki acıyı, çöken kömür karası karanlığı nasıl aydınlatacaklar.

Yas kabul etmiyorum, oturup kadere yanmak değil derdim. Öfkemizi haykırma zamanındayız, İsyandayız!!

İnci Kaya

15.05.2014

Share
. tarafından

Ezidiler, Kadınlar ve Kürtler karşısında gericilik, emperyalizm ve IŞİD

Ekim 5, 2014 de KÖŞE YAZARLARI . tarafından

Önce Saddam’in kizi bir aciklama yapti bunlar„babamin ve amcam Raghad El Duri’nin askerleridir“ diye. Biz daha Saddam kimin askeriydi sorusuyla hafizamizi tazelemeden ISID Islam-Sam Devleti adi altinda Petrol üzerinden cizdigi haritayla kimlerin parali katilleri oldugunu acikladi. Haritanin kendisinin uluslar arasi resmiyeti oldugunuda,- ISID denilen katillerin CIA ve MOSSAD ajanlariyla birlikte oturup kalktiklarini- gazetelerden ögrendik. Yüzyili askin süredir emperyalistler kendi cizdikleri ortadogu haritasindan bir türlü memnun olamadilar. Aslinda binlerce kez memnunlar. 1.dünya savasini bitirirken baris adina cizdikleri bu ortadogu haritasi aslinda binbir cesit inancin, kültürün, halklarin ve uluslarin icine hapsedildigi ve baslarinada ayni TC.devleti gibi Katliam ve sürgün yapma görevleride olan Iran, Irak, Süriye, Israil gibi gardiyanlarin atandigi bir hapishaneye cevirdiler. Kendi gardiyanlarindan da memnun olmayan emperyalistler önce ortadoguda Saddam’la baslayarak neredeyse tüm kuzey Afrika ülkerinde gardiyanlarinin degisiminie gittiler. Simdi görüyruz ki Gardiyan degisimleride onlar icin yeterli olmadi.

Cünkü onlar yüzyil önce ortadogu haritasini cizerken zaten kriz ve savasin hic durmamasi icin cizmislerdi.

Cünkü onlar yarattiklari politik-diplomatik krizi asamadiklarini söyleyip gidip isgal edenlerdir, Cünkü onlar, önce uluslari birbirine karsi kiskirtip halklari birbirilerine katlettirirken barisi saglamak icin gidip kendileri katliam yapanlardir.

Cünkü onlar kendi kurduklari kimyasal silah fabrikalarini kendi gardiyanlarinin gizli silah fabrikalariymis gibi gösterip gidip isgal edenlerdir.

Cünkü onlar eger hicbir sey bulamazlarsa El Kaide ve ISID gibi ceteler olusturup kargasa ve kaosu yaratarak “baris gücleri“, „kurtaricilar“ vb. olarak „güvenlik koridoru“, „tampon bölge“ adi altinda kendi cikarlarina uygun istedikleri müdahaleyi yapanlardir.

Cünkü onlar kendi cetelerini silahlandirip halkalarin üzerine birakirken diger yandanda, orada halklarin savunmasini hic geciktirmeden   savunmaya gecen ve günümüzün gercek anlamdaki demokrasi gücü kürtlere hem silah yardiminda bulunup hemde terör listesine ismini yazan ayni emperyalist güclerdir.

Artik bunlarin hicbirinin günümüzde dünya halklari acisindan kabul edilebilecek gerekceler olmadigini ve halklari kandiramayacagini emperyalistler kendileride anladilar. Ömürlerini baska savas bicimleri ile uzatmak istiyorlar. Ekonomik Krizler, bölgesel savaslar ve en savunmasiz olanlari (Ezidiler gibi ) katledecek katiller ordusu EL Kaide ve ISID gibi ceteler emperyalizmin beslenme kaynaklari ve dünya halklarina karsi baslattigi 3.dünya savasidir. Hickimse 1. ve 2. dünya savasi gibi emperyalistlerin birbirleriyle savasacagi bir 3.dünya savasi beklemesin . 3. dünya savasi Emperyalistlerle dünya halklari arasindaki savasin adidir. Avrupada iktidar krizi yasayan Ukrayna ve ekonomik krizle calkalanan kitanin bir bütünü ve özeldede güney ülkeleri, Amerikanin siyahilerinin hic durmadan kendilerini savunmak icin sokaklarda carpismak zorunda kaldiklari irkcilikla dünyanin her yerinde süren bir savastir 3.dünya savasi.

1.dünya savasinin emperyalistler tarafindan parcalanip paylasilan Osmanlinin Ermenileri katletmesi gibi, 2.dünya savasinda emperyalistler Alman irkciligi Nazilerle, Sovyetleri cökertmek icin baslattigi savas icinde   tüm avrupayi isgal edip, özeldeYahudileri katletmesi gibi. Simdide emperyalistler ortadoguda kendi beslemeleri ISID cetesiyle Ezidi Halkini katletmeye basladilar. Ezidilerinde katledilen Ermeni ve Yahudiler gibi ne devlet nede bir ordu ve ülkeye sahip olmamalari tarihsel olarak bir tesadüf degildir. Aksine savaslar, katliamlar ve sömürünün olusturdugu bu sistemin, gene halklar icinde en zayifi ve yanliz olani Ezidileri secmesi, onun kendini nasil beslediginin karakteridir. Her zaman saraylarinin karsisindaki kilise ve camilerinde tuttuklari ve Istediklerinde bir cellada cevirdikleri Din ile dünün ortacag avrupasinin cadi avlarindaki amaclari ne ise bugünün Ezidileri ve bölge ve dünya kadinlari icinde durum aynidir. Kendi icinde bir birligi olmayan ve mezheplere göre, toplumlarin basina dikilen kukla devletlerin resmi dini olarak, müslümanligi kullanmaktalar. Hic bir sekilde reform gecirmeyip kendini insanligin ilerleyisine göre düzenlemeyen müslümanligin, bin yillardir biriktirdigi en geri en cürümüs kadin bakis acisiyla sekillendirdikleri vaftiz edilip sünnetlenmis ISID ile dünya genelinde kadinlara karsi en eski silahlarini kullanmaktadir. Bir yandan dünyanin dört bir yanindan kadinlari icine sürükledigi Cihad Evliligi adli dini fuhusla uluslararasi kadin ticaretini müslümanlastirarak diger yandan basta Ezidiler ve kendine göre dogru müslüman olmayan erkekleri ve cocuklari katlederek kadinlarina tecavüz ederek, satarak ve öldürerek genelde dinlerin kadin hakkindaki iki yüzlülügünü acikca ilan etmistir. Tüm emperyalistlerin patentinde ortak oldugu ve gardiyanlarindan basta Türkiye, Israil ve tüm bölge devletlerinin destegiyle büyüttükleri bu canavar ile bölgedeki amaci acik ki gelismelerden hosnut olmamasidir.

Hosnut olmadiklarinin basinda Ortadogu gibi yüzyillardir belirsizligin icine sürüklenmis bir bölgede, bölge halklari icin kendi gücünü örgütleyerek bir umut ve güc durumuna gelmis olan ve kendi icinde bir birlik olusturmaya calisan Kürt gercekligi, Bölgede PKK icinde ordulasmasiyla baslayip bugün Rojava direnisiyle toplumsal bir iradeye dönüsen Kürt kadininin, her inanc, kültür ve milletten kadin kitleleri icin bin yillarin geleneklerine, din ve her türden gericilige ve illede erkek egemen iktidarlara karsi actigi savas, Kürtler özgülünde bugün ortadogunun baris ve demokrasi yürüyüsü, hicbir kosulda emperyalistlerin cikarlarina uygun degildir. Demokrasinin her inanc, kültür ve ulus icin ayni oldugu bir cografyada halklari birbirine karsi kiskirtip düsüremezler ve baris olursa savas cikartamazlar ve beslenemezler.

Bunun icin; tek Uluslu devletleri olusturulup bölgedeki diger ulus (basta Kürt ulusu) ve azinliklarin varligini inkar eden ve kendi ülkerinde hapseden milliyetcilige ve emperyalizme karsi tek ulus-devlet yapilanmalarinin iptal edilmesi ve tüm ulus ve azinliklarin esitligi üzerinden gelisecek yeni demokratik toplumlarin yaratilmasini,Tek devlet-tek din resmiyeti üzerinden devletin tüm olanaklarini sadece kendi mezhepinden olanlar icin kullanarak her alanda sadece onlara is olanagi sunan ve ibadet alani acarak basta alevilere, diger inanc ve kültürlere hic bir olanak tanimayan din baskisina ve ayrimciligina karsi, birey ile inanci arasina devlet ideolojisi koyularak olusturulan din fasizminin ortadan kaldirilmasi icin resmi din adi altinda dinlerin devletlestirilmesinden vazgecilmelidir.

Gene egitimde kürtce basta olmak üzere anadilde egitime karsi cikanlar imam hatipler araciligiyla insanin insana yabancilasmasinda en büyük rolü oynayan kiz ve erkek cocuklari arasinda ayrimcilik yapmaktadir. Kadinin saci dahil tüm bedenini günah sayip kapatarak kadinin bedenine yabancilasmasini ve üzerindeki dini baskiyi egitimle mesrulastirarak kadin erkek arasindaki esitsizligi besleyerek insan haklarini ihlal etmektedirler. Bunun icin egitimde dinin kullanilmasi kaldirilmali ve devlet eliyle imam hatipler gibi okullarin acilmasindan vaz gecilmelidir.

Dinin siyasal bir arac olarak kullanilmasi ve partileri iktidara tasiyarak ISID gibi cetelere her türden destegi saglamasinin önüne gecilmelidir. Basta AKP olmak üzere Kürtlerin hakli mücadelesini bastirmak icin dini siyasal amaclari dogrultusunda kullanan tüm partilerin ve kurumlarinin halk düsmani oldugu biliniyor.

Ezidilerden baslayarak tüm kürt illerinde saldiriya gecen bu katliamci ceteye, kendi devlet ve siyasal cikarlarina denk düstügünden dolayi sessiz kalan, yardim eden ve her türden destegi veren AKPnin hem „iyi müslüman“ olup hemde ISID gibi katil ceteleri besleyen ikiyüzlülügüyle halklari daha fazla kandirmasina izin verilmemelidir.

Kendine müslümanim diyen herkes, müslümanlik adina ISIDli katillerin kürt illerinde gerceklestirdikleri bu katliamlara sessiz kalarak müslümanlik bu degil degip kenardan seyrederek „iyi müslüman „olamaz. ISID`in yaptiklarinin dünya kamuoyuna yansimasindan kaynakli kendini savunmaya gecen müslümanlar, basta camiiler olmak üzere heryerde bu müslümanlik degil derken hicbir pratik adim atmamaktadirlar. Esas görevlerinin müslümanligi ISID`in elinden almak icin ISIDe karsi mücadele etmek ve katlettigi basta Ezidiler olmak üzere saldiriya ugrayan tum inanclardan insanlara destek olmak ve sahip cikmak oldugunu neden görmezlikten geliyorlar. Dini siyaset araci olarak kullanan AKP`nin, dini savas araci olarak kullanan ISID`i desteklemesiyle, aslinda aralarinda bir fark olmadigini neden kabullenmiyorlar. Dini siyaset araci olarak kullananlara oy vererek dini savas aracina dönüstürenleri beslediklerini bilmelidirler.

Tüm bunlarin ortaya cikardigi görevler ise iste bu kadar acik Emperyalistlerin ISID ve kukla devletler üzerinden binbir türlü hilekarlik ve ikiyüzlülükleriyle bogmaya calistiklari kürt ulusal hareketini bugün daha cok sahiplenmek zorundayiz..Ezidi halkini ISID`ten korumak icin kürtleri desteklemek ayni zamanda emperylizme karsi savasmaktir.

PKK terör listesinden cikartilmali ve Rojova ile birlikte uluslararasi alanda taninmalidir. Emperyalizmin ISID ile baslattigi dini Isgali durdurmak icin her alanda Uluslarin kendi kaderini tayin hakkini savunmak ve kürt ulusal hareketini bugün ISID adi altinda emperyalizme karsi desteklemek bir görevdir.

Emperyalistlerin din maskeli ISID ile yaptigi Kürdistan isgaline karsi halklarin birlesik cephesinin örgütlenmesi günün acil Enternasyonalist görevidir.

Ezidileri korumak icin Kürtleri destelemek, insanligin gelecekteki toplumsal yasam biciminin ifadesi olan kadinin özgürlügü icin dinci ISID ve hertürden gericilige karsi Emperyalizme karsi savasmak ENTERNASYONALIZMDIR

02.09.2014

SILA DOGRU

Share
. tarafından

SUSMAYACAĞİZ! HELEDE KADIN OLARAK ASLA SUYMAYACAĞIZ!

Ağustos 11, 2015 de KÖŞE YAZARLARI . tarafından

 

SUSMAYACAĞİZ! HELEDE KADIN OLARAK ASLA SUYMAYACAĞIZ!!!
Utanmadan “sus, helede bir kadın olarak sus” cahilliğini kim gösterir. 21.yüzyılda bir parlamentoda bu sözlerin söylenmesi tabi ki inanılacak gibi değildir. İnsan duyduğunda şöyle kalın ve uzunundan şaşkınlıkla yadırgamanın karışımı bir ses tonuyla OHA … demeden kendini alamıyor. Zaman ilerledikçe toplumlar, ilişkiler, düşünceler, edebiyat, sanat, kültür ve teknolojide dâhil her şey ilerler. Bunlarla birlikte ilerlemeyi başaramayan-lar ne yazık ki gerici-ler olarak, hayatın ve insanlığın önündeki engeller olarak dururlar. Gericileri 21. Yüzyılda nasıl tespit ederiz. Çok basit,
Din, yani inançlar arasında eşitlik yok deniyorsa,
Dil,tüm diller ait oldukları toplumların, tarihi, kültürü ve ilişkilerini ifade ederler ve her toplumun kendi anadili vardır denmiyor ve bir dil dışında diğer dillerde eğitim yasaklanıyorsa,Irk, insanlığın en eski farklılığı ve aynı zamanda en köklü doğal özelliği olarak görülmüyorsa,
Milliyet, ben de Kürd’üm, Laz’ım, Ermeni’yim, Çerkez’im vb. diyenin nüfus kağıdına neyse onu yazmıyorsa, kendi milliyetini başkalarına zorla kabul ettirmek için tankı topu ne varsa kullanmaktan çekinmiyorsa,
Cins, eğitimden mesleğe, ekonomiden siyasete, giyimden seyahate, spordan dansa, müzikten sinemaya kadar hayatın her alanında erkeğe tanınan özgürlükler kadın için suç oluyorsa,
Doğa, ne olursa olsun her koşulda insanın ve tüm canlıların hayatını başta ormanları yakarak, toprağı suyu ve havayı zehirleyerek yok ediliyorsa,
Demokrasi, seçimde tek başına iktidar olamadığında önce sınırda besleyerek bölgedeki Kürt ve Ezidi’leri katledip sonrada Suruç’ taki katliamı aydınlatmak yerine Paramiliter çetelere Hadep Milletvekillerini -siz niye ölmüyorsunuz-diye hedef gösteriyorsa, vb. sıralayabiliriz. Kısacası demokrasi, 400 milletvekili sayısıyla ifade edilen ve buna ulaşılamadığında diktatörlükle kendini dayatıyorsa, cinnet geçiren bir RTE- Cumhurbaşkanı ve AKP gibi bir parti ile Kadınlara karşı suçların “Pazarlık”, “arabuluculuk/uzlaştırma”, “erteleme”, “paraya çevirme”, “ön ödeme” ile suç olmaktan çıkarılması için yasa değişikliği hazırlanıyorsa,
Ve tüm bunların hepsi hükümet ve devlet adına yapılıyorsa orada Bülent Arınç gibi sabıkalı demokrasi ve kadın düşmanlarının ortaya çıkması engellenemez. Engelleme bir yana, hangi yüzyılda ve coğrafyada olursa olsun bunlar hortum gibi her şeye zarar verirler. Bunlar değişir mi? Bu olasılığın olma ihtimali var mı diye tarihe baktığımızda kesinlikle değişim söz konusu değil. Aksine toplumların canına tak ettiğinde değişecek ne devlet kalır ortada ne RTE nede AKP’si. Tarihte nice krallar gericiler ve diktatörler değişmediler ama devrildiler. Bu süreçte biz kadınlara iki seçenek bırakmaktalar.
YA susa susa köleleşeceğiz
Ya da devire devire Özgürleşeceğiz.
Biji azadi bimre koleti
10 Ağustos 2015
Sıla Doğru

Share
. tarafından

Avrupada Kadınlar, Göçmenler ve Kürtler

Şubat 4, 2016 de KÖŞE YAZARLARI . tarafından

2015 yılında büyük göçler yaşandi ve devam ediyor. Göç alan ülkelerin insanları, trenlerle getirilen göçmenlere yardım edebilmek için Tren istasyonlarında bekleyenlerinden tutalımda götürüldükleri sığınma kamplarının kapılarına yığılan yiyecek ve giyeceğe kadar dayanışmada bulunan bir kültürde ortaya çıktı. Halklar arasında gelişen bu dayanışma ruhu ve sahiplenme hiç beklenilmeyen bir sonuçtu ve ürkütücüde. Almanya başta olmak üzere birçok ülkede göçmenlerin kamplarının yakılması, sokak ortasında arabayla üzerinden iki üç defa geçerek faşistler tarafından katledilmeleri kamuoyunun vicdanında devletleri sorumlu hale getirdi. Kapitalizm ile hümanizm karşı karşıya gelmeye doğru gidiyordu ve bunun önüne geçilmeliydi. „Almanya adalet bakanı Maas, Bild am Sonntag gazetesine Köln’deki taciz ve tecavüz olaylarıyla ilgili açıklamasında “Eğer kişi suç işlemek için böylesi vahşi bir gruba katılıyorsa, bu bir şekilde planlanmış bir şey gibi görünüyor. Kimse bunun kararlaştırılmış ve hazırlanmış bir şey olmadığını söyleyemez.”1 diyordu. Olaylar adalet bakanının dediği gibi planlanarak yapılmışta olabilir ama bunda göçmenlerin ve yardım eden kurumların zarar gördüğü ( devamı günlerde telefonla aranarak tehdit edildikleri basına yansıdı) bir gerçek. Irkçılık güçlenirken diğer yandan gelişen dayanışma ve sahiplenme zayıflatılmaya ve körleştirilmeye çalışılmıştır.
Yeni yılın ilk günlerinde Almanya tecavüz ve taciz olaylarıyla çalkalandı Köln’de yılbaşı gecesi 90 kadın taciz ve tecavüze uğradığına dair polise şikayette bulundu. Bu sayı bu kadarla sınırlı kalmadığı gibi Duisburg ve Hamburg’da da benzeri olayların yaşandığına ilişkin haberlerde Köln’de yaşananların yanı sıra açıklandı. Bu olayların sorumlularının daha çok Afrikalı ve Asyalı olduğu taciz ve tecavüze uğrayan kadınların polise verdiği ifadelerden tespit edilmiş. Tabii ki aralarında Alman, Amerika‘lı ve Sırplarında olduğu açıklansa da çoğunluğunu Afrika‘lı ve Asyalıların oluşturması sorunu kadına taciz ve tecavüz edilmesinin sorgulanmasından ve neden bir gecede böyle artmış olmasına dikkat çekilmesinden uzaklaştırarak bu suçu işleyenlerin çoğunluğunu göçmenlerin oluşturmasına hapsedildi. Bu suç Almanya‘da hiç işlenmiyor da göçmenlerin yarattığı bir suçmuş gibi lanse edildi.. O kadar çok üzgün ve perişan oldular ki Hiristiyan Demokratlar Birliği (CDU) hemen mecliste “Tehlikeli Göçmenlerin“ sınır dışı edilmesi için yasaları birkaç günde çıkardı.
Olaya, ertesi gün tepkiler yağmaya başladı. Önce kadınlar taciz ve tecavüz olaylarının gerçekleştiği katedralin önünde eylem yaptılar. Medya olayın nedenlerine yönelmektense göçmenler üzerine kilitlenmesinde önemli bir rol oynadı. Tüm bunlarla birlikte ırkçı ve ayrımcılığın örgütlü yeni versiyonu PEGİDA aynı yerde miting yapacağını açıkladı. Sonuçta devlet, medya ve ırkçılık elele göçmenleri tacizci ve tecavüzcü olarak toplumsal hafızaya kazımış oldu. Diğer yandan Paris’teki kitle katliamlarını IS gerçekleştirmiş olmasına rağmen bu olaylarda gözler bir şekilde göçmenlere döndü. Her iki olayda da terör ve tecavüzün kaynağı sorgulanması gerekirken göçmenler hedef alınarak göçlerin nedenleri olan yoksulluk ve savaşları üreten kapitalist-emperyalist sistem kendini masum ve kurban gösterebilmek için elinden geleni yaptı.
Tarih boyunca cins, inanç, ulusal ve etnik farlılıkları sömürü için, baskı ve savaş aracı olarak kullanan sistem günümüzde de savaşlarla Asya ve Afrika ülkelerinde ekonomi, eğitim sağlık ve kültürel yaşamları felç ederek toplumsal ilişkileri de dumura uğratmıştır. Kadın ve erkek arasında kendini gösteren toplumsal ilişkiler savaş koşullarında tamamen gerilere doğru savrulmaktadır. Bu savrulma Asya ve Afrikalı toplumlar için yoksulluk, din gericiliği ve milliyetçilik üzerinden savaşlarla karşılık bulsa da kaynağı emperyalizmdir. İnsanlar kendilerini, karar vermedikleri, seçmedikleri açlık, yoksulluk ve savaş koşullarından kurtarabilmek için göç ederlerken yanlarında savaşlardan önceki toplumsal ilişkileri bile değil, yoksulluk ve savaşlar içinde felç edilip dumura uğratılmış ilişkileri alıp gelmektedirler. Geldikleri ülkelerde yaşamlarına başlarken bu toplumların kadın bakış açısı üzerinden kendilerine yön vermektedirler.
Başta emperyalist ülkelerin en büyük gelir kaynaklarından birini fuhuş sektörü oluşturmaktadır. Bu konuda başı çeken ülkelerden biride Almanya’dır, fuhuş serbest ve yıllık 1.4-1.6 milyar Euro arası gelir elde edildiği bilinmektedir. 2006 dünya futbol şampiyonası Almanya‘da oynanırken en çok konuşulan konu futbol değildi. Fuhuş için getirilen 40 000 kadın ve Berlin, Köln ve Dortmund’da açılan genelevlerdi. Tecavüz ve taciz olaylarının en çok yaşandığı ilk on ülkeden İngiltere’de her yıl 85.000 kadın tecavüze, Almanya’da 2 milyondan fazla kadın cinsel istismara, ABD tecavüzün en yoğun yaşandığı ülke. …tecavüze uğrayanların %10’u erkek her 6 kadından biri ve her 33 erkekten biri tecavüze ve tacize uğramış vaziyette. Üstelik bu durum kurbanlar henüz 13-14 yaşlarındayken başlıyor. Önemli bir kısmı da aile içinde yaşanmış olaylar. Fransa’da 1980 yılına kadar tecavüz bu ülkede suç bile değildi. Yılda hala 75.000 kadın tecavüze uğruyor. Kadınları korumak için kanunları yetersiz kalıyor2. Bu rakamlarla anlatılan ise kadına tecavüz ve tacizin her toplumun kendi gerçekliği olduğudur. Göçmenlerin üzerine yıkarak kendi kadın gerçekliklerinin üstünü örterlerken diğer yandan kadının mağduriyetini dahi nesneleştirerek tehlikeli göçmenleri geri gönderme yasası çıkarttılar. Peki kendi tecavüzcü vatandaşları içinde aynı yasayı uygulayacak mı? Yoksa ceza yasaları mı ağırlaştırılacak? En başta Bild gazetesi olmak üzere yazılı ve görsel basında kadın bedenin kullanılmasının önüne geçilmesi için bir hazırlık var mı? Emeği üzerindeki ikili sömürüden eğitimdeki ayrımcılığa vb kadar haksızlıkları giderecek yasalarda hazırlanıyor mu? Evet cevapları olmayan bu soruları daha da çoğaltabiliriz ama kadının, Katedralin önünde erkekler tarafından tecavüze uğradığı kadar, parlamentoda siyaseten tecavüze uğradığı kesinleşmiştir.
Bu yılın Ocak ayı Kürtler için direnişin daha da büyümeye devam ettiği bir aya döndü. Cizire’de, Silopi’de ve daha birçok yerde direnen halk ve uluslararası dayanışma Kürtlerin taleplerinin kabul edilmesi için omuz omuza olmaya devam ediyor. Öz savunmalar artık kadın öz savunmaları olarak kadının mücadelesinin önemli bir mevzisine dönüştü. Diğer yandan Cenevre’de yapılamayan toplantıya Kürtlerin kabul edilmemesi için her türlü yolu deneyen Türk devleti Kürtlere yönelik katliamlarına devam etmektedir. Cenevre görüşmeleri olacak mı Kürtler katılacak mı diye tartışmalar bir yanda sürerken SYKES-PICOT anlaşması hatırlanarak süreç herkes tarafından anlaşılmaya çalışıldı. Bu anlaşma 1916 da dönemin süper güçleri Fransa ve İngiltere arasında Osmanlının nasıl parçalanacağı ile ilgili bir anlaşmadır. Fransa ve İngiltere 1916’da aralarında anlaşarak 1923’te Lozan’da kendi çıkarları doğrultusunda diğer devletlere kabul ettiriyorlar. Kısacası o dönemin süper güçleri Fransa ve İngiltere’nin kendi çıkarlarına göre Osmanlıyı parçalayıp Kürtleri dörde bölerek çizdikleri Ortadoğu haritası, bugüne kadar savaş alanı olmaktan öteye gidemedi. Bugün Cenevre’de Kürtlerin katılması ya da katılamaması durumunu Türk egemenleri kendi başarıları olarak lanse etseler de durum onların bu rüyalarını gerçek sanmalarından ibaret. Asıl mesele bugünün süper güçleri Amerika ve Rusya’nın aralarında anlaşma meselesidir. Diğer yandan Kürtlerin olmadığı bir toplantıda Kürtler ve bölge ile ilgili alınacak kararları Kürtler neden kabul etsinler yada o kararlar ne kadar Kürtlerin çıkarlarını temsil edebilir.
Tarihsel olarak bakıldığında dahi masada bir çözüm bulunmamaktadır. Ortaya çıkacak şey ise Lozan’da nasıl kendilerine uygun devletler ve sınırlar (Türkiye, İran,Irak ve Suriye vb gibi) çizdilerse bugünde hangi emperyalistler olursa olsun aynı amaçla sınırlar çizeceklerdir. Dolayısıyla o sınırların içi halkların hapishanelerine ve mezarlıklarına dönüşmeyeceğini kimse iddia edemez.
Diğer yandan Sosyalizmin alternatif olarak ulusal mücadelenin yanında gelişememesi yada bir güç olarak kendini var edememesi sürecin emperyalistlerce bu noktaya getirilmesinde belirleyici olmuştur. Bugün dayanışma, seçim ittifakı vb ile tanık olduğumuz devrimci hareketlerin sesi tamamen KUH içinde kaybolmuş kendi özgün güçlerini geliştirme ve özgün siyasetlerini belirleme koşullarını doğru tespit edip konumlanamamışlardır. Devrimci güçlerin bu süreçteki en önemli görevi şovenizme ve din gericiliğine karşı Kürtleri desteklemenin yanı sıra ayrı bir cephe açmaktır. Devrim ve sosyalizm mücadelesi sadece destekleme ya da yanında olmak demek değildir. Aksine İşçi sınıfı ve tüm emekçilerin birliği önündeki engellerin başında gelen milliyetçiliğe ve din baskısına karşı eşitlik ve adalet mücadeleleri örgütlemektir. Her sınıf kendi savaşını verir ama işçi sınıfı ( ve tüm emekçilerin birliği) tüm savaşların kaderini belirler. Ekim devrimi nasıl emperyalizme geri adım attırdıysa gelişecek olan devrimler de aynı adımı attıracaktır. Bunun için sol(devrimci ve komünistler) olarak Kürtleşmek değil, devrimci ve komünistler olarak asıl görevimiz işçi sınıfının ve emekçilerin birliğini engelleyen her türlü gericiliğe ve şovenizme karşı savaşmaktır. Açıkçası görevimiz KUH içinde kaybolmak değil sosyalizmin bayrağını yükseltmektir.
1 http://www.haberself.com/ Dünyada Tecavüz ve Taciz Olaylarının En Çok Yaşandığı 10 Ülke
2http://www.haberler.com/alman-adalet-bakani-maas-yilbasindaki-cinsel-taciz-8050742-haberi/
04.02.2016
SILA DOĞRU

Share
. tarafından

“İnsanlık iktidar hırsı olmayanların iktidarı ile kurtulacak”

Şubat 26, 2016 de KÖŞE YAZARLARI . tarafından

Çocuk doğurmayı vatani görevle aynılaştıran AKP ideolojisi kadının yerini, statüsünü, kimliğini kendi iktidarlarının bekası için bir kez daha hatırlattı. Vatana hayırlı evlatlar yetiştirmek kadının ömür boyu görevi olarak propaganda edilmesi tam da bu süreçte tesadüf olmasa gerek.

Kadınların “kadınlar iktidara, kadınlar yönetime”, “savunma ve öz yönetim” konularının burjuva iktidara alternatif olarak tartışıldığı bugünlerde “ana-vatan” ilişkisinin kutsallığının ne anlama geldiğini, kapitalist iktidar için evlatlarını kurban veren, evlat acısı yaşayan analar bilir.

Faşist iktidarın halkı taraf olmaya zorladığı ve Kuzey Kürdistan’da yaşananlara karşın söz söyleyen, yazan, her bireyi, gazeteyi, parti ve örgütü sindirerek sessiz seyirci pozisyonuna neredeyse getirdiğini söylemek abartılı olmaz. Yüz yirmi akademisyen barış talebinden dolayı görevlerinden alındı. Üniversiteler de ‘barış’, ‘demokrasi’ kavramlarını kullanmak tehlikeli bir hal aldı. Sanatçı ve aydınlar karanlığı aydınlatmak için cümle kurarlar, halkın söyleyemediğini sanatıyla, kalemiyle söyleyebilme özelliği ve birikimini taşıdıkları için aydınlığı ifade ederler. Bilginin aydınlığı AKP tarafından karartıldı.

Emine Ayna’nın kirli siyasete ortak olmama tavrı ‘dağa mı gidecek’ tartışmalarıyla siyaset ve iktidar alternatiflerini terörize ederek bastırma çabasında… İktidarının ve dolayısıyla kapitalizmin zarar görmemesi için gözünü karartan AKP politik kadınlara tahammülsüzlüğünü de her fırsatta gösteriyor. Son dönemde hedef gözeterek katledilen kadınların sayısı her gün çoğalıyor. Ve yine kadın bedeni üzerinden sınırsız tasarruf hakkını kendinde bulan eril anlayış sonucu, onlarca kadın öldürülüyor. Kadın bedeni direk ve dolaylı olarak erkek pazarına sunulmuş, ilk fırsatta saldırıya uğramaya hazır halde.

İktidar hırsı, talebi olmayan ama her kadın cinayetinde ilk fırsatta sokaklarda durumu protesto eden, duyarlılık ve farkındalık yaratmaya çalışan kadın kurumlarını görüyoruz. Hükümetin iktidarını daim yapma hırsı, hırs yapmayanların hayatını almaya devam ediyor.

Tam da bu noktada sokakta, evde, işte hayatın her alanında emek harcayan ama karşılığını ezilenlerin kurtuluşu için güce dönüştüremeyen kadınlar, kadının dilini, siyasetini, rengini halklar arasında bir köprü olacak gökkuşağına dönüştürmekle yükümlüdür.

Kuzey Kürdistan’da Kürt halkının desteğiyle sürdürülen savaşta sivil halkı öldürmekte tereddüt etmeyen devlete karşı ideolojik, politik ve kültürel olarak Sosyalist Halk Savaşı’nı örgütlemek gerekir. Eril bir kavram olan iktidar tam da bu süreçte kadınlaşmalı ve kadın sosyalist iktidarı hedeflemeli. Yani iktidar el değiştirmeli; ama mülksüzleşerek. Kaybedecek bir şeyi ve iktidar hırsı olmayanlar, politikleşerek özne ve öncü kadın kişiliğini sosyalist bir iktidar için örgütlemeli. Kadına biçilen kimlikleri reddedip, kadının mücadelede kazanacağı kişiliği önderleştirmeli. Çözüm ve yönetim gücünü kendi yaşamında somutlayarak, bilgiyi özümseyerek, yönetilenden çıkıp üreten, yöneten ve paylaşan, insanlığın ve kadının kurtuluş projesine aday olmalıyız. Sokaklar faşizme karşı örülen barikatlarla özgürleşecek. Göğün yarısı kendimiz için siyaset yaptığımızda, kendimiz için üretip yönettiğimizde bizim olacak. “Sen yoksan biz bir eksiğiz”i tamamlamak için çoğalmak zorundayız. Bizim iktidarımız bilgiyle süreklileşecek, bizim iktidarımız, dünyanın çarkını döndüren mülkün mülksüzlüğe dönüştüğü an özgürleşecek. Bu cümlelerin ajitasyondan çıkıp hayat bulması için egolarımızdan arınarak, gücü ezmek üzerine kuran anlayıştan bir an önce sıyrılmak için pratiğe geçmeliyiz. Sosyalist kolektifin yaşam bulması için gerekirse sosyalist kadın akademileri örgütleyerek kadının ve toplumun dönüşüm projelerini üretebilmeliyiz. Yüzyıldır öğretilmiş kadınlık ve erkeklik algısı ancak ve ancak toplumsal algıyı değiştirmekten geçer. Bunun için önce bizim algılarımız değişmeli.

Değiştirebilmek için tek bir silahımız var; bilgi…

 

Share
. tarafından

Kanatlarımızdan Çıkan Rüzgar Alaşağı Edecek Tüm Çirkinlikleri

Şubat 27, 2016 de KÖŞE YAZARLARI . tarafından

Yazar Oscar Wilde der ki, “Özgür olmak istiyorsan, uzlaşmamalısın.”
Mesela kelebek doğayla uzlaşmaz, bir günlük yaşamını kırk güne çıkarmak adına uçmaktan, kanatlarından vazgeçmez.
Bizlere, ataerkil sistemle dayatılmak istenen işte bu, ‘UZLAŞMA’dır. Kanatlarını bırak, uçmaktan vazgeç!
Bu sistem bizim rüyalarımızı, düşlerimizi dahi zaptu rapt altına almayı hedeflemiş ve bunda da oldukça başarılı olmuştur.
İşte yine bir 8 Mart kapımızda ve yine eteklerimizde binlerce sorun. Sorunlarımız elbette siyasal, politik, ekonomikler ve çözmek birey hallerimizi aşıyor. Yine de bu sorunlara dair de tabii ki cümlelerimiz olacak, hatta var.
Ama asıl bu 8 Mart’ta yeni bir şey yapmak lazım o da, kendimize ait cümleler de kurmak olsun. Evet, kendimize; kadınlık hallerimize.
Ataerkil sistemin yarattığı tahribatları sadece kitaplardan, gazete köşe yazılarından okumak ve panellerde birilerinin saptamalarından duymak yerine, bir de bizler kendi içimizi-dışımızı kazdığımızda, neler buluyoruz bu sisteme dair, buna bakmalıyız.
Kendimize cesaretle ayna tutunca neler yansıyor bizden sistemin sathına.
En çok hangi hallerimizle uzlaşmışız bu sistemle?
Bizim hangi renklerimizi gri alanlara dönüştürmüş?
Aşık olma hallerimizi mi?, anneliğimizi mi?
En çok hangi mekanlara hapsetmiş bizi: Eve? Mutfağa? İşe?
Hangi duyguları doğal hallerimizmiş gibi içimize sindirtmiş mesela, kıskançlık? Hırs? Başarılı olmak ? Utanmak? Hükmetme?
Ya da hangi kirli düşünceleri normalmiş gibi kabul ettirmiş bizlere: Önyargı? Kime nasıl yaşayacağını söyleme hakkı? Sahiplenme?
Bu ve buna benzer birçok soruyu kendimize soralım ki, birey olarak gerçek özgürlük halimiz bizim nedir bulalım.
8 Mart sadece alanlara çıkmayla değil, kendi özgürlüğümüze dair cümleler kurdurtuyorsa, bir anlam kazanacaktır.
Uzlaştığımız ne varsa, onları tek tek bulup yok etmediğimiz sürece bizler özgür bireyler olamayacak ve özgür bir toplum oluşturamayacağız.
Ama öncelikle bu sistemden bağımsız varoluşumuzu bulmalıyız. Bizlere verilen KADIN rolünü bir kenara bırakıp, kendimize nasıl bir özgürlük hayali kuruyorsak, o hayalden başlayarak yeniden üretmeliyiz kendimizi.
Bu 8 Mart kendimizi dönüştürmenin de başlangıcı olmalı.
Bizler bir kelebek kadar başkaldıran olmazsak, 80 yıllık bir ömrün bir gününü bile kendimize ait yaşayamayacağız. Bir günlük özgürlüğü yaşamayı, 80 yıla tercih edeceğiz ki, dünya farklılıklarımızla renklensin.

Bahar diriliştir; doğanın tüm renklerini, tüm hünerini etrafa saçtığı, yaşama verdiği gücü değeri muştuladığı mevsimdir. Tam da bu nedenle bu bahar, bizlerin kendimizi kendi özgürlüğümüze adayacağımız hayatlarımızın başlangıcı olsun!
Kadın dayanışmasının doğuracağı tüm renkleri bu dünyaya katmanın, dünyayı kendi tuvalimize dönüştürmenin zamanı ve bu şans kapımızda.
Ataerkilliğe artık YIKIL diye bağırmamız gereken zamanlardayız. Kendimiz için, tüm insanlık için, doğa için…
Kanatlarımızdan vazgeçmeyecek, uzlaşmayacağız!
Bizler renk renk, farklı farklı ama bir arada uçacağız ve kanatlarımızdan çıkan rüzgar al aşağı edecek tüm çirkinlikleri.

Ayşegül Karakülhancı

Share
. tarafından

Unutturma Çabası Adalet Değil!

Nisan 11, 2016 de KÖŞE YAZARLARI . tarafından

Screenshot_2015-02-15-20-47-44-1

Özgecan Aslan’ ı katleden sapık barbar ve oğlunun yatakçısı baba Adana Kürkçükler Cezaevi’ nde kurşunlandı! Sapık katil öldü babası ağır yaralı!
İlk duyduğumuzda oh çektiren bir haber… Kendi şahsıma söylüyorum gebersin pislikler! Bunlar gibi dünyamızı karartan tüm zorba, sapık, barbar pislikler bizimle nefes alamasınlar… Gözlerim de Özgecan’ın kara bakışları! Ahhh dalından hoyratça koparılan taze bahar dalı!Vurulmuş katilin… Gebermiş işte umurumda bile değil!

Öbür yandan Kürkçükler gibi çok iyi denetlenen büyük bir hapishane de bu olay nasıl oldu? O silahlar içeri nasıl girdi öyle rahat ateşlendi? İşte burada aklıma gelen bu bir ‘toplumsal-ilahi adalet’ değil bizzat planlandı! Niyesi hiç zor değil… Hepimizi derinden sarsan sokaklara döken ve gündemden hiç düşmeyen bu olaydan; tecavüzcüleri koruyan, aklayan hatta meşrulaştırmaya uğraşan devlet rahatsızdı! Katili öldürerek dosyayı tümden kapatmak ve unutturmak istiyorlar… Zira ülkenin gündemi hep tecavüz ve hiç bir şekilde kıvıramadığı Özgecan katliamının özellikle kadınlarca hep sıcak tutulması işine gelmiyor… Alt tarafı milliyetçi, barbar, sapık bir katilden oldu ne olacak, sokaklar onlarla dolu değil mi!
Katili ölmüş olabilir, hatta darısı bütün tecavüzcü pisliklerin başına ama biz unutmayacağız! Barbar, sapık, katil, pislik düzenleri sürdükçe Özgecanlar hep olacaktır! Öldürdükleri Kürt kadın savaşçıları çırılçıplak soyup sokağa atan onlar değil mi? Ne farkları var Özgecan’ ın katilinden? Bir katil ölmüş yetmez tepede ki katilleri istiyoruz!

ÇİNGENE

Share