Yeni Meclis’te kadın sayısı yine düşük

Seçim sonuçlarına göre TBMM’deki kadın milletvekili sayısı 104 oldu.

AKP’den 53, HDP’den 25, CHP’den 18, MHP’den 5, İyi Parti’den 3 kadın milletvekili seçildi. AKP’nin en genç milletvekili adaylarından Rumeysa Kavak (22) ve HDP’nin en genç adaylarından Dersim Dağ (22) Meclis’e girdi.

Yüzde 17,3 1935 seçimlerinden bu yana en yüksek oran olmakla birlikte Türkiye, kadınların siyasete katılımı, parlamentoda temsili konusunda dünya sıralamalarında geride yer alıyor. Emekçi kadınların, bir bütün olarak da emekçilerinse hiç temsil edilmediği görülüyor.

www.gazetepatika8.com

Share

SARAY GÜVENE SES VE ÇIĞLIK OLMAYA DEVAM EDELİM!

SARAY GÜVENE SES VE ÇIĞLIK OLMAYA DEVAM EDELİM!
20 Ağustos’ta kaçırılarak katledilen Saray Güven’in katil zanlısı yargılanıyor. Toplumsal değer yargıları, ahlak ve namus gerekçesiyle kadının katledilmesini sağlayan tüm gericiliğin yargılanması için SARAY GÜVEN ‘e ve eril şiddet sonucu katledilen tüm kadınlara sahip çıkmak adına 28 -29 Haziran ve 13 Temmuz da görülecek olan mahkemelere başta kadınlar olmak üzere duyarlı her bireyi, kurumu katılmaya çağırıyoruz

Tarih: 28-29 Haziran 2018

Adres: Mathildenplatz 15, 64283 Darmstadt

Saat: 09.00
Avrupa Demokratik Kadın Hareketi / Frankfurt

Share

SEVGİ OLMAZ, ERKEK EGEMENLİĞİNDEN İNSAN OLMAZ YAŞAMIN ADI KADIN, ÖLÜMÜN ADI ERKEK

ÇİĞDEM AKIN

Yaşı: 34

Cinsiyeti: KADIN

Ölüm Nedeni: KADIN DOĞMAK

Erkek egemenliği: kadınların nasıl giyineceklerini, nasıl oturup kalkacaklarını, nereye, ne zaman, nasıl, kiminle gidecekleri, kimi sevecekleri, kiminle evlenecekleri, eğitim alıp alamayacakları, çalışıp çalışamayacakları, kaç çocuk doğuracaklarını kısacası erkekler tarafından yaşam biçimlerinin ve nasıl katledileceklerini belirlendiği bir sistemdir.Binlerce yıl kadınlar bu şekilde erkeklerin denetimi ve baskısı altında yaşadılar. Bu baskıyı ve denetimi reddeden her kadın ya dışlandı ve hor görüldü, ya hakarete uğradı ve kötü kadın ilan edildi yada ailesi ve toplum tarafından bu şekilde psikolojik ve fiziksel şiddetin akıl almaz biçimlerine maruz kaldı ve de katledildi. Kadına karşı her hakkı kendinde gören erkek egemenliği kadınları katletmekte hiçbir sınır tanımamaktadır. Dünya üzerinde gerek Asya’da, Afrika’da gerek Avrupa’da,Amerika’da kadınlar sadece kadın doğdukları ve örf, adet, gelenek ve görenekler gibi kendilerini hapseden kurallara uymadıkları için katledilmeye devam ediliyor. Neresi olursa olsun kadınların katillerini yasalar koruma altına almakta. En başta da kadın defalarca polise şikayet etse de gerekli önlemler alınmayıp erkeklerin kadınları katletmesi için bütün yollar açık tutuluyor.

ADI; SARAY GÜVEN

Yaşı; 47

Cinsiyeti; KADIN

Ölüm Nedeni; KADIN DOĞMAK

Bir yıl önce öldürülen ve her defasında duruşmaları uzatılan Saray Güven’in katil zanlısının yargılanmasında hiç bir ilerlemenin olmadığı ve aklanmaya çalışıldığını hissettiğimiz bu günlerde hukukunda erkek ve suç işleyen erkeklerle işbirliğine devam ettiğine tanık oluyoruz. Daha ilk duruşmada psikolojik olarak rahatsız olduklarına dair belgeler, mahkemelere delillerden önce sunularak, erkeklerin işledikleri cinayetlerden en hafif cezaları alarak kurtulmaları sağlanarak adeta kadın cinayetlerini teşvik etmektedirler.On dokuzuncu yüzyılda liberalizm yükselen kadın mücadelesini bastırmak için, kamu ve özel alanı birbirinden ayırarak devletin özel alana yani hukuk yada adalet adı altında, erkeğe müdahale etmesini engelleyerek, erkek egemenliğini garantiye almıştır. Kadının ikincilliğinin ve maruz kaldığı her türden şiddetin sürüp gelmesinin de teminatı olmuştur. Günümüzde kadınlar şikayet etse de devletlerin gerekli önlemleri almamasının ve de mahkemelerde erkeklerin ya hiç yada çok az cezalarla hukuk adı altında ödüllendirilmesinin kaynağında sistemin bir bütün kadının yaşamına, iradesine ve özgürlüğüne düşman olduğu gerçekliği bulunmaktadır.Ne Saray nede Çiğdem erkek egemen sistemin kendini sürdürmek için ilk cinayetleri değildir. Aksine kadınların örgütlü mücadelesi kadın katliamlarını durduracaktır. Kendi istediğinle evlenirsetöre öldürür, ayrılırsa eski eşi öldür, hakkını ararsın devlet öldürür. Özellikle biz kadınlar birbirimize sahip çıkmadığımız, hakkınızı aramadığımız sürece içerde dışarda işyerlerinde her alanda sessiz kalırsak daha çok katlediliriz . Başka Sarayların, Çiğdemlerin, Tuğçelerin ve daha nicekadınların hayatlarını kurtaracak, iradelerine sahip çıkmalarını sağlayacak ve Ben kadınım deme cesaretiyle tüm ezilmişliğe ve köleliğe meydan okuyarak kendi özgürlüklerini yaratmak icin:Hem şiddet gören, hem öldürülen hem de suçlanan olmaktan kurtuluşun yolu örgütlü mücadeledir.

KADIN CİNAYETLERİ POLİTİKTİR

ÖZGÜRLEŞMEK İÇİN ÖRGÜTLÜ MÜCADELEYE

AVRUPA DEMOKRATİK KADIN HAREKETİ

Share

17’leri ve kavganın kızıl karanfili kurucu üyemiz, Berna Saygılı Ünsal’ı saygıyla anıyoruz!

Onlar halk sevgisine açılan yürek, davaya adanmış ömür ve Altın çağ mücadelesinde bilinçtiler.
Tereddütsüzce ve kaygısızca yürüdüler. Biliyorlardı ardılları onları takip edecek ve inançla azimle yürüyecekler. Mücadelelerindeki duruşları tereddütsüz ve kaygısızdı. Biliyorlardı ardılları tıpkı kendileri gibi bu kavgayı inançla ve azimle sürdürecekler.
En çetin koşullarda yoldaşlarına cesaret ve güven vermek onların en belirgin özelliklerindendi. Ama aynı zamanda yoldaşlarını eleştirmekten de hiç bir zaman geri durmadılar. Bunu hep yoldaşlarını daha ileriye taşımak ve güvenle yürümelerini sağlamak için yaptılar.
Kurucu üyemiz Berna Ünsal yoldaş, kadın mücadelesinde bir ivme yaratmıştır. Kadının kurtuluşunu hiçbir zaman toplumun kurtuluşundan bağımsız ele almadı; tersine kopmaz bağlarla birbirine bağlı olduğunu savundu. Bilgi ve dövüşkenliği ustaca kullanan, insanlığın altınçağ mücadelesinde kadın olarak yerini alan, kadının özgürlük mücadelesinin içimizdeki sembolüdür.

Geleneksel kadın kimliğine karşı ısrarlı pratik ve ideolojik duruş sergileyen Berna yoldaşımız değişimin anahtarı olan bilgiyi örgütsel güce çevirerek kadın mücadelesini örgütleme çabasında yerini aldı. Bilgi edinme ve yazmanın yanında çeviri yapmada da enerjisini zorlayan güce sahipti.
Bilgi ile bütünleşen her konuya dair günlerce yazabilecek sabrı, enerjisini zorlayan, edebiyatı duyguyu birbiriyle bütünleştiren ama bir o kadar ayırt etmeyi de bilen özelliği kadınlara, ardıllarına miras olmalı. Doğru ve yanlışı yaşamla bütünleştiren, gündelik hayatı politik yaşamla içiçe geçirmeyi beceren, yaşam felsefesi haline getiren yoldaşlarımıza selam olsun!
Kapitalist sermaye düzenine karşı her koşulda mücadelede ısrarı öğreten, küllerinden var olma geleneğini içselleştiren yoldaşlara selam olsun. Kadın mücadelesinin kadın kolları vb. Seklinde örgütlemesinin kadının kendi özgün siyasetini ve pratiğini yaratamadığını tespit ederek “Ben Kadınım Demek Yürek İster” şiarıyla örgütsel ve politik olarak bağımsız kadın örgütlenmesini savunup çalışmalarını sürdürerek alışılmış olanı devirmiştir. Berna yoldaş kadının tarihten gelen ezilmişliğini bilince çıkarmış ve Kadın Hareketinin kuruluş coşkusunu hem kendinde taşımış hem de örgütlediği kadınlara yansıtmıştır. Ve bugün Berna yoldaşın öncülüğü kadının özgürleşme mücadelesinde yolumuzu aydınlatmaya devam ediyor. Onları anmak taşıdıkları bayrağı hep yükseklerde tutmaktır diyor anıları önünde saygıyla eğiliyoruz .
Kurucu üyemiz Berna Saygılı Ünsal ölümsüzdür.
17’ler ölümsüzdür.

*Berna Saygılı Ünsal Yoldaşımızın Not Defterine yazdığı fakat şiirin kime ayıt olduğu bilinmeyen ve severek okuduğu şiirdir.

Share

AK Parti’nin Avrupa’daki markajı

KÖLN – Yurt dışında ve gümrük kapılarında oy verme işlemleri devam ediyor. Alman haber ajansı DPA’nın YSK’dan aldığı verilere göre, çarşamba akşamı itibarıyla Almanya’da yaşayan yaklaşık 1 milyon 440 bin kayıtlı Türkiyeli seçmenin 343 bin 129’u oy kullandı. Veriler, oy verme işlemlerinin başladığı 7 Haziran’dan bu yana her dört seçmenden yalnızca birinin sandık başına gittiğini gösteriyor.

Seçmenlerin 312 bin 627’si Almanya’da 13 Türk konsolosluğunda kurulan sandıklarda oy kullanırken, 30 bin 502 kişi gümrük kapısında oyunu kullandı. Almanya’da şu ana kadar seçimlere katılım oranının en yüksek olduğu şehir yüzde 32,7 ile Essen, ardından 28,4 ile Düsseldorf geliyor. Üçüncü sırada yüzde 27,2 ile Köln var.

Yurt dışında kayıtlı yaklaşık 3 milyon Türkiye vatandaşı seçmen, toplam seçmen sayısının yüzde 5’ini oluşturuyor. Yurt dışı seçmenin büyük çoğunluğu Almanya’da yaşıyor. Bu nedenle Almanya’nın oyları, 24 Haziran seçimlerinin sonuçlarında kritik bir öneme sahip.

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın partililerine kapalı toplantıda ifade ettiği HDP’lileri “markaja alma planı” Avrupa’da 7 Haziran’dan bu yana zaten uygulamada.

24 Haziran seçimleri şu ana kadar yurt dışında yaşayan seçmenlerin oy kullanabilecekleri beşinci seçim. Artık hem YSK’nın hem partilerin hem konsolosluklarda seçimlerde görev alan memur ve sandık kurulu başkanı olan imamların tecrübe edinmiş olması gerekirdi. Ancak işler öyle ilerlemiyor. Yurt dışı seçimleri başından beri sorunlu düzenlendi. Fransa, Almanya gibi çokça Türkiyeli’nin yaşadığı ülkelerde birkaç hafta oy vermek mümkün. Hemen her gün aynı sandık kurulu görevlileri birlikte çalışıyorlar. Bu kişiler sabah 8’den, akşam saat en erken 10’a kadar birlikte mesaideler. Bu tür bir çalışma ortamı, Ortadoğu veya Akdeniz kültüründe zaten asgaride işleyen resmi ve objektif ilişki kurma tarzını hepten ortadan kaldırıyor. Bir de buna ayağı yere basmayan mantık çerçevesi dışında hazırlanmış YSK’nın seçim genelgesi eklenince, seçim güvenliği denilen konu en baştan yara almış oluyor.

Cami imamlarının sandık kurulu başkanı olmasının da ayrıca doğurduğu sorunlar var: Diyanet İşleri Türk İslam Birliği (DİTİB) camilerinden seçmenlerle din görevlileri tanış olduklarından, neredeyse açık oy kullanılıyor. Seçmenlerin hocalarla konuşmalarından ve tarzlarından, AK Parti seçmeni olduklarını anlamak için çok dikkat etmeye gerek yok. Seçim gizliliğini yanlış anlayan kimi seçmenlerin hocaların kulağına eğilip kimi şeyler fısıldamasını mı istersiniz, kullanılan oyun ardından hayır duaları eşliğinde uğurlanmalarını mı… Sandık çevresinde kafa tokuşturma, dua eder pozisyonda elleri göğe kaldırma gibi hem dini hem politik semboller çok normal kabul ediliyor. Oyunu sandığa atarken seçmenin Rabia işareti veya kurt işareti yaparak fotoğraf çektirmesi de… Yaşlı veya engelli seçmenin oy kullandıktan sonra alkışlar eşliğinde uğurlanmasına, özellikle iktidar partisi müşahitlerinin kendi masalarına seçmeni çığırtkan gibi çağırmasına rastlamak da olağan. Ya da kapanışa kadar beklenirse, “en çok benim masada oy kullanıldı” veya “en erken biz kapattık” sözleriyle birbiriyle yarışan çocuksu tartışmalar da oy verme eğlencesinin bir parçası. Oy kullanılan alana uzaktan baktığınızda, bir an herhangi bir büyükşehrin otogarında mı, yoksa resmi bir kamu kuruluşunda mı bulunduğunuzu kendinize sorabilirsiniz.

Yurt dışı sandık kurullarında sadece AK Parti, CHP ve MHP üyeleri oturmakta; HDP yalnızca müşahit ve itiraza yetkili kişi bulundurabiliyor. Ama sayın cumhurbaşkanı şimdi yurt içine yeni verdiği talimatı, yurt dışına önceden vermiş olacak ki, AK Parti müşahitleri ve kurul üyeleri gerçekten HDP ve hatta CHP müşahitlerini markaja alarak çalışıyor. Sandık kurulu başkanı imamlar, AK Partililer ve orada herkesi korumakla görevli olan kimi güvenlik görevlileri, tarafgir ve yek vücut biçimde sandık çevresinde “görev” yapıyor. Konsolosluklarda seçim alanı, AK Parti’nin mülkiyetiymiş de, diğer partilere orada bulunuşları lütfedilmiş gibi bir ortam olduğunu söylemek abartı sayılmaz.

Sandık kurulu başkanı ve kurul üyeleri bu işi para karşılığı yapıyor olsalar da, herkesin ödediği vergiyle finanse edilen DİTİB, her akşam sadece sandık kurulu üyelerine yemek servisi sunuyor.

Eğer zihinsel engelli vatandaşın adı seçmen listesinde çıkıyorsa, oy kullanabiliyor. Bu konuyu seçim genelgesi “aslında çıkmaması lazım, ama çıkarsa kullanabilir” şeklinde düzenlemiş. Ama önceki genelgedeki kritere göre, sandık kurulu başkanının ad, soyad, orada neden bulunduğu türünde sorularına az da olsa cevap verebilmesi, tek başına kabine girip, oyunu kullanması gerekiyordu. Bu garip durum şimdi daha da mantığın bitti yerde bulunduğumuzu tescilliyor: Nitekim zihinsel engelli birey aile ferdiyle kabine girip oy kullanıyor. Çünkü bunu yasaklayan herhangi bir madde yok. Bu durumda “bir kişi, bir oy” prensibi ortadan tamamen kalkmış oluyor.

Ara sıra eski kablolar yüzünden bilgisayarların yarım saatten fazla çalışmadığını da unutmamak lazım. Avrupa’da olmak demek konsolosluklardaki teknolojinin bulunduğun ülkeyle eşit olması anlamına gelmiyor elbette. Her şey Türkiye usulü sonuçta.

Tüm bu karışıklıklar AK Parti seçmeni olmayanları da haliyle yolunda giden işleyişte bile “bir şeyler yolunda gitmiyor” paranoyasına sürüklüyor. “Pusulayı yanınızda götürün 2. tur için kullanacaksınız”dan tutun, pusulanın arkasındaki sandık mührünü AK Parti mührü sanmaya varana kadar çeşitli yanlış bilgiler sosyal medyada yayılıyor. Bu da sandığa gitmekte zaten kararsız olanları “nasıl olsa seçim güvenliği yok” noktasına getiriyor ve insanlar sandığa gitmeyebiliyorlar.

Velhasılı bir garip seçim yasasından, seçim ortamından demokrasi üretmeye çalışıyor muhalif partiler ellerinden geldiğince, güçleri yettiğince.

www.gazeteduvar.com.tr

Share

Özgür Gelecek’ten Dilşat Canbaz ile röportaj


Özgür Gelecek HDP ile 24 Haziran’da ittifak yaptığını duyuran Sosyalist Meclisler Federasyonu tarafından HDP’nin 3. bölgeden adayı olarak gösterilen Dilşat Canbaz ile seçimler üzerine röportaj gerçekleştirdi. Röportaj şu şekilde:

İstanbul: Doğma büyüme Ankaralı olan Canbaz, aslen Erzurumlu. Siyasi hayatına Ankara’da başlayan Canbaz, Horasanlı Türk Alevi bir ailenin çocuğu. 22 yılı aşkın süredir siyaset içerisinde aktif yer alan Canbaz, kadın mücadelesinin kendisi için çok önemli bir yer tuttuğunu da ifade ediyor. 16 yaşında evlenen 17 yaşında çocuk sahibi olan Canbaz, üç kız çocuk annesi ayrıca. Siyasi mücadele arenasında ciddi bir yol kat ettiğini kaydeden Canbaz, kadının önce kendisini sonrada etrafındakilerin yaşamını değiştirdiğini de söyledi.

“HDP’den aday olmam taktik bir mesele”

Kaypakkaya hareketinin parlamentoya bakışının çok farklı bir yerde durduğunu belirten Canbaz, parlamentoyu yıllarca boykot etmiş bir siyasi hareketten geldiğini söyledi. Çok uzun yıllardır Kaypakkaya hareketinde faaliyet yürüten Canbaz, Demokratik Halklar Platformu (DHP), Demokratik Halklar Federasyonu (DHF) ve sonrasında Sosyalist Meclisler Federasyonu (SMF)’nin 2015 yılında HDP ile ittifak politikasını benimsediklerini dile getirdi.

Daha önce ittifak politikası kapsamında Erdal Ataş’ın milletvekili adayları olduğunu kaydeden Canbaz, dün de bugün de, bundan sonra da parlamentoyu bir amaç değil, bir araç olarak gördüklerini kaydetti. Parlamentoyu hiçbir zaman kurtuluş olarak görmediklerini, sürecin ihtiyacı olarak ve sözlerini söyleyebilecekleri bir alan olarak gördüklerini dile getiren Canbaz, taktik bir mesele olarak değerlendirdiklerini ve bu kapsamda HDP’den aday olduğunu ifade etti.

“HDP bileşenlerine yönelik özel bir saldırı var”

OHAL’in en çok toplumsal muhalif kesimleri vurduğunu belirten Canbaz, AKP’nin bir rejim değişikliği ile birlikte aslında hedeflediği sistem değişikliğini 24 Haziran baskın seçimleriyle yapabileceğine dikkat çekti.

Muhalefetin sokakta olduğunu söyleyen Canbaz, iktidarın, muhalefetin 7 Haziran coşkusuna kapılmasına izin vermemeyi hedeflediğini söyledi. Seçim bürolarını, halk buluşmalarını tomalar ve zırhlı araçlarla yaptıklarını belirten Canbaz, sürekli taciz ve saldırı altında olduklarını söyledi. Bolu, Ankara, Malatya ve Urfa gibi pek çok kentte seçim bürolarına ve üyelerine yönelik saldırılar olduğunu hatırlatan Canbaz, milletvekili adaylarının da polisler tarafından yumruklandığını ve gözaltına alındıklarını da anımsattı. HDP’ye yönelik çok rahat saldırabildiklerine de dikkat çeken Canbaz, HDP bileşenlerine yönelik özel bir saldırı olduğunu vurguladı.

Mahallelerde seçim büroları açılırken farklı partilerin tabanlarıyla da karşılaştıklarını aktaran Canbaz, özellikle AKP ve MHP tabanından tepkiler geldiğini söyledi. AKP 16 yıllık iktidarı boyunca, halkı halka kırdırma politikasını çok iyi bir şekilde yaptığını belirten Canbaz, “Onlar da en az bizim kadar netler” diye belirtti. Diğer partilerle eşit seçim çalışması yürütemediklerine dikkat çeken Canbaz, hiçbir yerde eşit olmadıkları ve olamayacaklarını da söyledi. Canbaz “Bir kutuplaşma var genel anlamıyla, 16 yıllık iktidar sürecine baktığımızda çok net artık ayrışmaları görebiliyoruz. Eskiden daha ortada duran yada liberal bir kesim vardı, her şey artık çok daha keskin” dedi.

“İktidarın Demirtaş’a biçtiği rol büyük”

“Kesinlikle eşit şartlarda değiliz, Demirtaş 10 dakikalık telefon görüşmesiyle seçim propagandası yapmaya çalışıyor. Bugün Demirtaş’a dair devletin, iktidarın biçtiği rol büyük” diyen Canbaz, sözlerini “Demirtaş’ın sesi olarak, milletvekili adayları olarak onun sesini biz taşıyoruz” diyerek sürdürdü.

Sosyalistlerin içerisinde yer aldığı ittifak bileşenlerine bakıldığında, bu renkliliğin hedef alındığına dikkat çeken Canbaz, iktidar cephesinden özelde HDP’ye özel öfke olduğunu söyledi. CHP’nin fırsatını bulduğu ilk anda AKP iktidarı ile yan yana geldiğini kaydeden Canbaz, dokunulmazlıkların kaldırılması meselesinde Erdoğan’ın tek başına değil CHP’nin verdiği oylarla HDP’li vekillerin tutsak edildiğine dikkat çekti.

“AKP iktidarı, HDP’nin kilit noktası olmasından rahatsız”

HDP’nin bugün mecliste kilit bir noktada olduğu için AKP iktidarının bu kadar rahatsız olduğunu ifade eden Canbaz, 19 ilde sandıkların korucuların bulunduğu bölgeye taşınmasının sebebinin de bu olduğunu vurguladı. 1 Kasım’daki gibi silahların altında halkın oy kullanacağını dile getiren Canbaz, halkın, “Ne olursa olsun geri adım atmayacak, oyumuza sahip çıkacağız” dediklerini belirtti. 7 Haziran, 16 Nisan ve 1 Kasım seçimlerinde özellikle, Şırnak’ta bodrumlarda katledilen insanları, buzdolabında cesedi saklanan Cemile’yi, katledilmiş bedenleri hatırladıklarını ve buradan doğru öfkeli olduklarını söyledi ve ekledi; “Öfkemiz sandığa da yansıyacak, geri adım atmayacağız”

Seçim çalışmaları kapsamında gittikleri bölgelerde AKP tabanıyla karşılaştıklarında bir kutuplaşmanın görülebildiğine dikkat çeken Canbaz, ısrarla gerçekleri anlatmaya çalıştıklarını ifade etti. CHP’nin tabanından ise “HDP’yi meclise taşıyacağız” ifadelerinin geldiğini anlatan Canbaz, bu sürecin CHP tabanında, “1 oy İnce’ye, 1 oy HDP’ye” şeklinde karşılık bulduğunu belirtti.

“Bizim açımızdan Haziran’ın 25’i önemli”

Canbaz “Referandumda üç büyük şehirde Ankara, İstanbul ve İzmir’de çöplerden oylar çıktı. Torbalar kaçırıldı, trafoya kediler girdi… Bu konuda oy kullanıldıktan sonra oyuna sahip çıkmak önemli. HDP olarak şöyle bir çağrımız var. Oy kullanma işlemleri bittikten sonra, YSK önünde toplanmak. Milletvekili adayları, yöneticileri ve bütün bileşenleri olarak orada olacağız” dedi.

24 Haziran’ın önemli olduğuna dikkat çeken Canbaz, “24 Haziran faşizmi geriletmek açısından düşündüğümüzde önemli, ama esas mücadele 24’ünden sonra başlıyor. Çünkü biz AKP iktidarının çok kolay gitmeyeceğini biliyoruz. Diktatörlük bu kadar kolay yıkılmaz. Erdoğan’ın bu kadar kolay bırakmayacak. 24’ü seçimler cephesinden önemli bir yerde, ama muhalefet ve demokrasi güçleri cephesinden 25’i önemli, bunun önemini her anlamıyla söyleyebiliriz. 24’ünde AKP gitse de, ardında bir yıkıntı enkaz ve ekonomik kriz bırakacak. Bu sistemin değişebilmesi için önemli bir sürecin hazırlanması lazım. Bu sürecin yükünü de en çok biz kadınlar taşıyacağız. O yüzden bizim açımızdan 25’i önemlidir” şeklinde konuştu.

“Parlamento çözüm değil, örgütlü ve birleşik mücadeleyle değiştireceğiz”

HDP’nin baraj altında kalmayacağına, böyle bir sorunu olmadığına, haksız, hukuksuz bir şekilde baraj altında bırakılabileceğine dikkat çeken Canbaz, böyle bir durum gerçekleşirse iktidarı, seçimi tekrar etmeye zorlayacaklarını ifade etti. Aynı zamanda asla sokaklardan vazgeçmeyeceklerini ve sokaklarda olmaya devam edeceklerine de vurgu yapan Canbaz, yeni Gezilere ihtiyaç olduğunu söyledi.

Parlamentonun çözüm olmadığını ifade den Canbaz, “Ancak örgütlü ve birleşik mücadeleyle bir şeyleri değiştireceğiz” dedi.

25’ini beklemeden şimdiden tüm demokrasi güçleri, kadınlar, gençler, işçiler olarak bütün her yerde ortak birleşik mücadeleyle bir şeyleri değişebileceğini kaydeden Canbaz, HDP ile ittifak politikalarını 24 Haziran’dan sonra da devam ettireceklerini belirtti ve “Yan yana gelmeye devam edeceğiz” dedi.

www.gazetepatika8.com

Share

Seçim ve Kadın

Egemenlerin kendi iç dalaşlarını dindirmek ve sultalarını sağlamlaştırmak adına keyfi bir şekilde yaptıkları düzenlemeler, yasalar ve tabi ki bunun bir parçası olarak dayattıkları erken baskın seçim süreci, Türkiye-Kuzey Kürdistan halklarının hayli alışık oldukları bir duruma dönüşmüştür. Kimin, hangi kliğin yöneteceği, sömürü ve yağmadan hangi kesimin nemalanacağı planlarının yapıldığı ve kendilerinden menkul kimseyi görmeyenlerin yönettiği bir ülke haline gelen bir coğrafyada seçim ve diğer yasal süreçlerin ezilen halklar için bir gelecek vaat etmeyeceğinin farkındayız.

Adeta nefes almaksızın gerici dayatmalarla yönetilen bir ülkede seçim gibi süreçlerinde öz olarak göstermelik olmakta, şimdi çok daha kaba ve inandırıcılıktan uzak bir ele alınmaktan öteye gitmemektedir. Henüz baskın bir seçim süreci içinde olduğumuz halde, iktidarın kazanamaması halinde yeni bir seçim sürecinin başlatılacağı sinyalleri verilmektedir. A-B-C dedikleri plan tartışmaları ya da hatırlatmaları nasıl bir işleyişe tekabül ettiğini, ortaya çıkacak olan halk iradesini daha şimdiden çiğneyeceklerini anlatıyorlar. Kaba, hoyrat bir sistemin en rezil halinin resmidir bu!

16 yıldır iktidarda olan Erdoğan/AKP iktidarı, insan yaşamını derinden ve olumsuz etkileyen tüm alanlarda alabildiğine baskı ortamı yaratmanın yanı sıra katliam, tutuklama ve sindirme politikalarıyla tam anlamıyla faşizm tarihini bu coğrafyada yeniden yazdığını söylemek abartı olmayacaktır. Dinci gericilik ile ırkçı milliyetçilik harmanlanması olan ve tam da kendilerine yakışan yeni bir faşist biçim ortaya konulmuştur. Böylelikle coğrafyamızda faşizm tarihi yeniden yazılmıştır.

Eski halin yeniden biçimlendirilerek sunulduğu faşizmin vurduğu kesimlerin en başında ve özel olarak biz kadınların geldiği ortadadır. Kadın adeta hayatta kalma mücadelesi içinde olmuştur. Her aya onlarca kadın ölümünün yansıdığı bu süreç, kadının mücadelesine her zamankinden daha büyük ihtiyacı ortaya çıkarmıştır. Bu objektif bir ihtiyaçtan kaynaklıdır. Kadın kırımının yaşandığı bir yerde kadın mücadelesine ve direnişine o denli büyük bir ihtiyaç duyulur. Bu durumda esasen sokakta kazanılacak olan mücadele seyrinin önemini unutmadan, olan baskın seçim sürecinde kadının öncülüğünde taktik siyasetimize göre şekillenmek ve kadın mücadelesini sürdürmek anlamlı olacaktır.

Partilerin çok sayıda kadın adaylar gösterdiklerini biliyoruz. Ancak bu kadın adaylar burjuva partiler içinde etkin değil, erkek egemenliğinin gölgelerinde bırakılmaktadır. Seçim propagandası ve oy avcılığı amacıyla kadın aday sayılarının artırılması göstermelik bir durumdur ve asla yanıltıcı olmamalıdır. Kaldı ki sorun sadece sayısal değildir. Kadın aday sayısının çokluğunu küçümsememekle beraber esas olan şey, kadın özgürlüğü için izlenen genel çizgi ve takip edilen taktik politikalardır. Kadın üzerindeki cins baskısına, katmerli sömürüye, kadın bedeni üzerinde oynanan tahakküme ve kırıma karşı nasıl bir gelecek istenmektedir? Burjuvazi biz kadınlardan sistemin sivri uçlarının sınırlı kalmamız istemiştir hep. Oysa biz kadınlar bu sınırlılığın ne olduğunu nerede bittiğini tecrübelerimizle bilmekteyiz.

Bu tecrübe ve deneyler nedeniyle, sömürü sisteminin sınırları içinde kazanacaklarımızla yetinmeyen bir devrimci hat izliyoruz. Sosyalist Meclisler Federasyonu (SMF) ve kimi diğer ilerici-devrimci yapıların gösterdikleri kadın adaylarımız bu bakımdan anlamlı ve geleceğimize ışık tutmaktadır. Seçim normlarına kendilerinin bile itibar etmedikleri bu gerici süreci başta biz kadınlar olmak üzere, özgürlük ve kurtuluş doğrultusunda yürünecek bir perspektifle ele alarak büyük kazanımlara dönüştürelim diyoruz.

www.gazetepatika8.com

Share

Yeni keşfedilen 3 Pandoravirüs, dev virüslerin evrimine ışık tutuyor!

Nature Communications dergisinde 11 Haziran 2018’de yayımlanan “Yeni Keşfedilen Pandoraviridae Ailesinin Çeşitliliği ve Evrimi” başlıklı yeni bir makale, evrimsel biyologlar için oldukça heyecan verici bulgular içeriyor. Pandoravirüs adı verilen dev virüsler, evrimsel süreçte körelmiş olan gen bölgelerini değiştirerek işlevsel genler üretiyorlar!

Dev virüsler, 2003 yılında ilk defa keşfedildiklerinde, onlara Mimiviridae adı verildi. Yani “taklitçi virüsler”. Çünkü bu virüsler öylesine büyüktü ki, ilk başta küçük gram-pozitif bakteri oldukları zannedildi. Çünkü birçok virüs sadece birkaç nanometre boyundadır; ancak bu bakteri-benzeri büyüklükteki virüsler, sıradan virüslerden yüzlerce, hatta binlerce kat büyüktü. Yani tıpkı bakteriler gibi mikrometre boyutlarındaydı.

Bu dev boyutları, bu virüslerin neden bu kadar yakın zamanda keşfedilebildiğinin de ana nedeni… Bilim insanları, mikrometre boyutunda virüsler bulmayı beklemiyorlardı; dolayısıyla araştırmıyorlardı. Ancak ilk dev virüsler keşfedildikten sonra, bu virüslerin yaşadığı bilinen amip vücutları daha detaylı incelenmeye başlandı. Sadece 10 sene içinde, yepyeni bir dev virüs ailesi keşfedildi: Pandoravirüsler! Pandoravirüslerden kısa bir süre sonrada, üçüncü bir aile keşfedildi. Aslında bu aileye dair tanı, 2008 yılında, kontakt lens nedeniyle enfekte olmuş bir kadının gözündeki amiplerde bulunmuştu; ancak bunların dev virüslerden kaynaklandığı ancak 2015 yılında tespit edilebildi.

Bu dev virüslerin, genomları da kendileri gibi büyüktür. Birçok virüsün büyük genomlara ihtiyacı yoktur; çünkü enfekte ettikleri organizmaların genlerini kullanarak ihtiyaçlarını giderirler. Ancak hem Mimivirüslerin, hem de Pandoravirüslerin devasa genomları bulunuyor. Örneğin şu anda rekoru elinde bulunduran Pandoravirus salinus türünün genom büyüklüğü 2,473 kilobaz (2.4 milyon baz) çifti uzunluğunda. Elbette bu, örneğin 3 milyon kilobaz uzunluğundaki insan (Homo sapiens) gibi canlıların genomları yanında aşırı küçük. Ama yine de ortalamada 10 kilobaz çifti uzunluğunda olan virüs genomları yanında ne kadar büyük olduğu aşikar. Peki bu devasa genomlar neden evrimleşti?

Dev genomlar, dev virüslerin evrimini aydınlatıyor

Araştırmacılar, bu dev virüslerin dev genomlarına bakarak, sıradışı virüslerin nasıl evrimleştiğini anlamaya çalışıyorlar. Dev virüslerin genomlarının sadece %7 civarı diğer organizmaların genomları ile uyuşuyor. Bu durum, dev virüslerin apayrı bir evrimsel yolağa girdiklerini gösteriyor.

Evrim Ağacı’nın spesifik bir dalında evrimleşip, diğer türlerde bulunmayan genlere öksüz genler denilmektedir. Bu, sıradışı bir durum değildir; evrim tarihindeki birçok türün evriminde, kendilerine özgü ve başka hiçbir türde bulunmayan genler evrimleşmiştir. Ancak sıradışı olan, bu kadar çok sayıda öksüz genin tek bir ailede bulunmasıdır.

Daha önce, dev virüslerde öksüz genleri araştırmak mümkün değildi; çünkü yeterli sayıda tür henüz keşfedilmemişti. Ancak yeni keşfedilen Pandoravirüslerle birlikte bu ailedeki tür sayısı 6’ya çıkmış oldu. Böylece karşılaştırmalı genomik araştırmalarının da önü nihayet açılmış oldu.

Eşsiz genler evrime darbe vuruyor mu?

Araştırmacıları en çok şaşırtan ilk şey, hangi öksüz gene bakarlarsa baksınlar, bu genlerin diğer dev virüslerde eşlerinin bulunmuyor olmasıydı. Sadece Pandoravirüsler arasında da değil; bu genleri diğer türlerde de bulmak mümkün değildi. Bu, bazı anaakım ve bilim karşıtı medya organizasyonlarında, evrimsel biyolojiyi “zayıflatan” bir “darbe” olarak sunuldu. Halbuki iş, burada bitmiyordu. Medya kaynakları, art niyetli bir şekilde araştırmanın ikinci ayağını görmezden geliyorlardı.

Elbette hayır!

Genlere daha yakından bakan araştırmacılar, dev virüslerin öksüz genlerinde, kodlamaya yaramayan, körelmiş ve işlevsiz “genler arası” (intergenik) bölgeler buldular. Bu bölgeler, oldukça karmaşık ve anlamsız gen bölgeleridir. Çoğu zaman evrimsel sürecin artıkları ve körelmiş yapıları, bu “hurda DNA” kısımlarında saklanır ve nesilden nesile aktarılır. Bu durumda Pandoravirüslerin işlevsel genlerinin bu düzeyde intergenik bölgelere benzemesi ne anlama gelebilirdi?

Bunun en olası açıklaması şuydu: Pandoravirüslerin evriminde, işlevsiz intergenik bölgeler, yeniden işlev kazanacak şekilde değişmekteydi! Yani bu dev virüsler, işlevsiz gen kütüphanesini kullanarak, yepyeni genler üretebilmektedir. Evrimlerini aslen sürdüren olgu da bu hızlı değişen gen bölgeleridir.

Araştırmanın baş yazarı ve Yapısal ve Genomik Bilgi Laboratuvarı’ndan Jean-Michel Claverie, bu konuyla ilgili oldukça açık konuşuyor:

“Eğer bu açıklamamız doğruysa, dev virüs genlerinin evrimsel geçmişine yönelik uzun araştırmalar nihayet sonlanacak demektir.”

Eğer bu açıklama doğruysa, dev virüsler biyolojinin ilginç bir alt kümesi olarak bilim tarihinde yerini alacak: Bu türler, halihazırda evrimleşmiş ama sonradan körelmiş gen bölgelerini sürekli değiştirerek, yepyeni genler üretebilen varlıklardır.

Araştırmaların yönü ne tarafa?

Artık “dev virüsler” diye bir canlı grubu olduğunu biliyor olduğumuz için, nereye bakarsak bakalım onları görmeye başladık. 2018’in başlarında, Brezilya’da 2 yeni Mimivirüs türü keşfedildi. Bu türlerin de oldukça karmaşık genleri olduğu anlaşıldı.

Eğer bu dev virüsleri daha yakından tanımayı başarırsak, biyolojinin bu son derece sıradışı türlerinin nasıl evrimleştiğini ve bunun bilim için ne anlama geldiğini daha iyi anlayacağız.

Elbette dev virüslerin özelliklerine dair araştırmalar devam ediyor. Araştırmaların ne yöne gideceğini ise, bu alandaki araştırmaların yeni sonuçları belirleyecek.

Çağrı Mert Bakırcı / Evrim Ağacı

Share

Ana akım sinema queer tarihi nasıl çarpıtıyor?

LGBTİ+ temalı ya da LGBTİ+’ların hayatlarına değinen filmleri nasıl adlandıracağız? LGBTİ+ sineması nedir, neleri kapsar? Bir filmin bu kategoriye alınması için neleri göz önünde bulundururuz? Son dönemdeki terminolojiyle de queer sinema bu kapsam içinde nerede durur? Bu sorular, devamlı açılması gereken ve üzerinde kolay kolay konsensüs sağlanamayacak tartışma başlıkları. O nedenle bu yazıda daha geniş bir kapsamı ele almak için queer sinema tabirini kullanacağım.

Queer sinemanın tarihini oluşturmaya kalkıştığımızda, sinemanın ilk yıllarına kadar giden bir zaman çizelgesi çıkarabiliriz. Ancak bu zaman çizelgesi dağınık, çok fazla duraksamalara sahip ve kırılgan. Kanada gibi hareketin tarihinin uzun bir geçmişe dayandığı ülkelerin queer sineması daha çeşitliyken, Türkiye sineması gibi ülke sinemalarında genellikle tek tük örnekleri üzerinden konuşabiliyoruz.

Queer sinema uzun süre underground kültürün bir parçası olarak üretildi. Queer hareketin gelişimiyle beraber sineması da ana akımda kendine bir alan açtı. Brokeback Mountain (2005, Ang Lee) filminin Altın Küre, BAFTA ve Akademi Ödülleri’ndeki başarısı, queer sinemanın artık Hollywood’da işlerlik kazanacağının ve dolaşıma gireceğinin habercisiydi. Moonlight (2016, Barry Jenkins) filminin birçok ödülün yanında geçen yıl aldığı En İyi Film Oscar’ı bu kanıyı daha da sağlamlaştırdı. Son 10 yılda, tüm sinema tarihi içinde üretilen işlerin toplamından daha fazla queer film görmüş olduk.

Bu filmlerin önemli bir kısmı da queer tarih için simgesel anlamdaki tarihsel figürler ile olguları karşımıza getirdi. Tarih, Hollywood için her zaman önemli bir besin kaynağı. Dahası, tarihin yeniden yazılma sürecinin bir parçası olarak Hollywood bu konuda önemli bir rol üstleniyor. Bu süreçte, yeni queer sinemayı izlerken, aynı zamanda küresel anlatıları şekillendiren bir yapı olarak Hollywood’un queer tarihi ehlileştirmesini, radikalliklerden arındırmasını ve heteronormatif yapıya uygun hâle getirmesini de izledik. Hollywood bir anlamda queer tarihle hesaplaştı ve bu tarihi “düzelterek” karşımıza getirdi. O nedenle queer tarihin de Hollywood’la hesaplaşmasının zamanı geldi. Bu yazıda son 10 yılda üretilmiş, queer tarihe dokunan filmlerin bazıları üzerinden bir değerlendirme yapacağım.

Queer sinemanın rönesansı mı, heterolar için queer mi?

Queer tarihin çarpıtılmasına dair tartışmalar en güçlü şekilde Stonewall (2015, Roland Emmerich) filminde yapıldı. ABD’deki ve dünyadaki queer hareketi yükselişe geçiren 1969 yılındaki Stonewall isyanı üzerine bir film neden aksiyon filmleri çeken bir yönetmene emanet edilir, diye en başında soruldu zaten. Ancak daha büyük sorun da transların ve siyahîlerin başını çektiği bir hareketi feminen olmayan, beyaz (hatta bembeyaz) bir eşcinsel erkek üzerinden anlatmasıydı. Ayaklanmada önemli rolü üstlenen siyahî trans kadın Marsha P. Johnson filmde varla yok arası temsil edildi. Ve birçok tarihçiye göre de yanlışlarla dolu bir film ortaya çıktı. Yönetmen Emmerich gelen eleştiriler üzerine başroldeki karakterin heteroseksüel izleyicilere daha kolay hitap edeceğini düşünerek böyle bir yol izlediğini savundu. Stonewall filminin önemli oranda eleştirildiğini ve tarihin çöplüğüne atıldığını görebiliriz. Ancak filmdeki sorunlar daha çok yönetmenin beceriksizliğine bağlandı.

Fakat queer tarihe dair filmlere baktığımızda, sorun kötü yönetmenlikte, tarihsel araştırmanın eksikliğinde ya da “heterolara” şirin görünme çabasında yatmıyor. Sorun, queer tarihin sistematik bir saldırı altında olmasında. İlginçtir ki sevilen, hataları görülmeyen ya da görülse de ses edilmeyen ve bugünkü mücadeleye katkı sunduğu savunulan filmler de benzer bir temizlik çalışmasının parçasına dönüşmüş durumda. Tarihsel anlatısı ince ince hesaplanmış ve radikalliklerinden arındırılmış filmlere en iyi örneklerden biri de Pride (2014, Matthew Warchus) oldu. Pride ödüller aldı, ayakta alkışlandı, günümüzdeki mücadele biçimlerine örnek gösterildi. Fakat bir o kadar da tarihi çarpıttı.

Pride, 1984 yılında İngiltere’de maden işçileriyle gey ve lezbiyenlerin bir araya gelişini anlatıyor. Thatcher neo-liberalizminin baskısı altında greve giden madencilere destek amaçlı kampanya örgütleyen “Lezbiyenler ve Geyler Madencileri Destekliyor” isimli grubu kuran ekibin, heteroseksüel ve eril kültürle karşılaşmalarını anlatan film, bütün dünya izleyicileri için bir arada yaşamanın, ortak mücadelenin sembolüne dönüştü. Ancak lezbiyenler ve geyler, bir anda “Hadi, ortak düşmanımız Thatcher’a karşı örgütlenelim” demediler.

Filmin ilham kaynaklarından aktivist Gethin Roberts, Altyazı dergisinin 2015 Haziran sayısına verdiği söyleşide fikir aşamasından filme geçiş sürecini ayrıntılarıyla aktardı. Söyleşiyi yapan Engin Ertan’ın “Daha geniş bir kitleye hitap edebilmek adına filmde herhangi bir şeyden taviz verildiğini düşünüyor musunuz” sorusuna Roberts şu şekilde cevap veriyor: “Taviz vermek çok kuvvetli bir kelime ama elbette filmde hakkıyla işlenemeyen ya da hiç işlenmeyen kimi meseleler var. Aslında iki saat bir film için uzun bir süre. Ancak neyi dâhil edip neyi edemeyeceğiniz bakımından yine de ciddi bir kısıtlama getiriyor. Fakat ekip yapmak istediğini alnının akıyla yaptı diye düşünüyorum.”

Roberts devamındaki açıklamasında da queer hareketin solla ilişkisinin geçmişini ve filmden nasıl çıkarıldığını anlatıyor: “Stephen’a (senarist) demişler ki yapımcılarla buluştuğunda şu iki kelimeyi sakın ha kullanma: Komünizm ve fisting (yumrukla penetrasyon). (gülüyor) Şaka bir yana, filmde lezbiyen ve geyler olarak niye ayaklandığımıza dair bir açıklama yok. Sanki Mark birdenbire eline bir kova alıp sokağa fırlamış gibi gösteriliyor. Kuşkusuz böyle olmadı. Biz bir grup genç gey ve lezbiyen olarak hâlihazırda bazı sol partilerde yer alan, aktif sendikacılardık. Kendi sendikalarımız ya da politik örgütlerimiz dâhilinde madencilerle dayanışma içindeydik. Yani lezbiyenler ve geyler olarak bir araya gelmemiz ve kimliklerimizi açıkça ifade ederek eyleme geçmemiz doğal bir sürecin sonucuydu. Buna filmde değinilmiyor mesela.”

Roberts’ın da bahsettiği gibi, Britanya’daki LGBTİ+ hareketinin, sol başta olmak üzere muhalif hareketlerle II. Dünya Savaşı sonrası dönemden bu yana güçlü bir ilişkisi var. Eşcinsel ilişkiyi suç sayan yasanın 1967 yılında yürürlükten kaldırılmasıyla birlikte görünürlük kazanan ve güçlenmeye başlayan Britanya LGBTİ+ hareketi, başta Gay Liberation Front olmak üzere çeşitli örgütlerle hem toplumsal kampanyalara hem de politik çalışmalara giriştiler. En yakın dirsek temasında bulundukları da 80′ sonrası neo-liberalizminden en çok zarar gören işçi hareketiyle olmuştu. Pride filminde bahsedilen maden işçileriyle LGBTİ+’ların bir aradalığı da bunun en kristalize örneklerinden biri. Film ise bunu tarihsel bağlamından koparıp ortak düşmana karşı mücadeleyi bir keşfe indirgemiş oluyor.

Ana akım sinemanın tarihsel kişilikleri “düzelttiği” ve queer çeşitlilikten sıyırıp hâlihazırda kabul edilmiş rollere indirgediği filmlerden biri de The Danish Girl (2016, Tom Hooper). Dünyada bilinen ilk trans geçiş ameliyatını olan Lili Elbe ile eşi Gerda Wegener’in hikâyesini anlatan film çoğunlukla Wegener’in anılarına dayanıyor. Filmde eşinin tablosunda model olmak için elbise giydiğinde kendini keşfeden Elbe’yi izliyoruz. Sonrasında da fedakâr eş ve acıların kadını rolünde Wegener’i. Ancak Maria San Filippo gerçekte iki karakterin de akışkan yönelimlere sahip olduğunu, filmdeyse cinsel çeşitliliğin ikiliğe indirgendiğini vurguluyor. Carol Grant da IndieWire için yazdığı makalede filmi indirgeyici ve zararlı olarak tanımlayıp, stereotipleri desteklediğini belirtiyor. The Danish Girl, çiftin hikâyesini çeşitliliklerinden arındırıp ikili cinsiyet sisteminin içine hapsediyor.

Elbe’yi canlandıran Eddie Redmayne de, oyunculuğuyla trans geçiş sürecine dair bilinen anlatıları yineleyerek öğrenme/imrenme performansını sahneliyor. Kadınlık ve erkekliğe dair kalıplar başka formlarda yeniden üretiliyor. Kendini LGBTİ+’ların mücadelesine duyarlı olarak gören bir heteroseksüel için ne kadar da dokunaklı bir hikâye. Ancak gerçek hikâyeye baktığımızda, bu anlatıların, kalıpların ve rollerin de heteroseksizm tarafından üretildiğini ve çoğunlukla yaşananlarla uyuşmadığını görüyoruz.

Örnekler çoğaltılabilir. Dallas Buyers Club (2014, Jean-Marc Valle) filminde maço ve heteroseksüel olarak yansıtılan Ron Woodroof karakterinin açık bir biseksüel olduğu eşinin ve arkadaşlarının beyanlarıyla ortaya çıkarıldı. Tom of Finland (2017, Dome Karukoski) filminde başkarakterin mücadelesi “Özgürlükler Ülkesi ABD” propagandasına dönüştü. 2018 yılının sonunda gösterime girecek Freddie Mercury’nin hikâyesini anlatan Bohemian Rhapsody (Bryan Singer) filminin fragmanında da sanatçının eşcinselliğine ve AIDS mücadelesine yönelik herhangi bir işaret görülmedi. Ve fragmanın yayınlanmasıyla birlikte buna dair eleştiriler de yazıldı.

Ana akım filmlerdeki LGBTİ+ görünürlüğü, LGBTİ+’ların tarihlerine dair anlatıların sinemaya taşınması ve kitlelerle buluşması tabii ki önemli adımlar. Özellikle son 10 yılda üretilen filmler, Queer Sinema Rönesansı’nın bir parçası olarak da adlandırılmaya başlandı. Ancak rönesansla gelen kayıp belki de daha büyük. Ana akım sinema ya da daha doğru bir tabirle Hollywood, LGBTİ+’ların tarihini ana akımlaştırıyor, heteronormatif bir noktaya çekiyor. İkili cinsiyet sistemi nasıl yüz yıllar boyunca inşa edildiyse, bu rönesans da yeniden inşa rolüne soyunuyor.

Buna karşı itirazlar da yok değil. Yazı boyunca saydığım filmlerdeki çarpıtmalara yönelik eleştiriler yapılıyor, protestolar gerçekleştiriliyor. Her filmden sonra ufak çaplı da olsa “Aslında tam olarak öyle olmadı” denerek eklemeler yapılıyor. Ancak bu eleştiriler çoğunlukla bu filmlerin günümüzdeki mücadeleye katacağı puanlar göz önüne konulunca, kenarda köşede kalıyor. Fakat sorun şu ki, çarpıtma sistematik bir şekilde işliyor. Eleştirilerse o kadar değil. Yönetmen ya da yapımcı suçlanıyor, tarihsel belgelerin eksikliğinden dem vuruluyor, keşke böyle olmasaydı deniliyor ya da en hafif şekilde bütün hikâyenin iki saatlik film süresine sıkıştırılamayacağından dem vuruluyor.

Hollywood 100 yılı aşkın tarihi boyunca sadece ABD’ye değil, bütün dünyaya anlattığı hikâyelerle ikili cinsiyet sistemini, militarizmi, dünya düzenini alternatifsiz bir model olarak sundu. LGBTİ+ hareketi bu kadar yükselmiş ve toplumsal açıdan meşruiyet kazanmışken, buna da el atmaması beklenemezdi. Neyse ki acı çeken, cinselliğini yaşayamayan LGBTİ+’ların sonu hüzünlü biten travma anlatıları artık 80’li ve 90’lı yıllardaki kadar tutmuyor. Tıpkı, bu filmlerde oluşturulmaya çalışan tarihsel anlatının da gerçekliği olmadığı gibi. Queer, özü itibariyle, ana akım sinemanın, Hollywood’un kalıplarına sığmayacak kadar çeşitliliği, politikayı, aşkı ve cinselliği barındırıyor. Queer sinema rönesansından bahsedeceksek, temelinde yatan anlayış da bu çeşitlilik olmalı.

Kültigin Kağan Akbulut / K24

Share

56 yönetmen ve yapımcı: “Filmlerimizde adı tacize karışmış isimlere yer vermeyeceğiz”

Geçtiğimiz günlerde dizi setinde oyuncu Talat Bulut’un set çalışanı kadını cinsel tacize maruz bırakması ardından açılan soruşturmadan sonra yapımcı ve yönetmenlerden de konuyla ilgili açıklama geldi. Aralarında Pelin Esmer, Ahu Öztürk, Tolga Karaçelik, Emin Alper gibi isimlerin de yer aldığı 50’ye yakın yapımcı ve yönetmenin yayınladığı açıklamada, “Bundan sonra filmlerimizde adı tacize karışmış isimlere yer vermeyeceğimizi kamuoyu önünde açıklıyoruz.” denildi

Açıklamada şu sözlere yer verildi:

“Türkiye ve sinema sektörüne emek veren yapımcı ve yönetmenler olarak, ülkemizde her alanda olduğu gibi, sektörümüzde de kadın çalışanlara yönelik taciz ve istismar olayları yaşandığını biliyoruz ve setlerimizde bu olayların son bulması için elimizden geleni yapıyoruz.

Yasak Elma adlı televizyon dizisinin başrol oyuncusu Talat Bulut’un sette bir kostüm asistanını taciz ettiğini, kostüm asistanı genç kadının süreci yargıya yansıtması kararıyla birlikte öğrendik.

Bizler, Türkiye toplumunda taciz ve istismar vakalarını ifşa etmenin kadınlar için ne kadar zor olduğunu biliyoruz. ‘Kadının beyanı esastır’ ilkesine inanıyoruz.

Yargıya taşınmakta olan bu taciz vakasında kostüm asistanı arkadaşımızın yanında olduğumuzu, bundan sonra filmlerimizde adı tacize karışmış isimlere yer vermeyeceğimizi kamuoyu önünde açıklıyoruz.

Sektörümüzde kadına yönelik şiddet, taciz ve istismarın takipçisiyiz. Kamera önündeki ve arkasındaki bütün kadın arkadaşlarımızın yanındayız.”

İmzacılar:

Ahu Öztürk (Yönetmen), Ali Vatansever (Yönetmen), Anna Maria Aslanoğlu (Yapımcı), Aslı Erdem (Yapımcı), Aslı Filiz (Yapımcı), Ayşe Ayben Altunç (Yönetmen), Ayşe Toprak (Yönetmen), Belma Baş (Yönetmen), Belmin Söylemez (Yönetmen), Berrak Samur (Yapımcı)/(Yönetmen), Beste Yamalıoğlu (Yapımcı), Bilge Elif Özköse (Yapımcı), Birol Akbaba (Yapımcı), Bülent İşbilen (Yönetmen), Ceylan Naz Baycan (Yapımcı), Ceylan Özgün Özçelik (Yönetmen), Çiğdem Mater (Yapımcı), Deniz Koçak (Yönetmen), Derya Durmaz (Yönetmen), Dilde Mahalli (Yapımcı), Diloy Gülün (Yapımcı), Ekin Çalışır (Yapımcı), Emin Alper (Yönetmen), Emine Yıldırım (Yapımcı), Emre Akay (Yönetmen), Enis Köstepen (Yapımcı), Ferit Karol (Yönetmen), Filiz Gülmez Pakman (Yönetmen), Gökçe Işıl Tuna (Yapımcı), Güliz Sağlam (Yönetmen), Haşmet Topaloğlu (Yapımcı), Kaan Müjdeci (Yönetmen), Kenan Tekeş (Yönetmen), Korkut Akın (Yönetmen), Melek Özman (Yönetmen), Mine Özerden (Yönetmen), Mizgin Müjde Arslan (Yönetmen), Müge Özen (Yapımcı), Nadir Öperli (Yapımcı), Nedim Hazar Bora (Yönetmen), Nefes Polat (Yapımcı), Nesra Gürbüz (Yapımcı), Oya Özden (Yapımcı), Pelin Esmer (Yönetmen), Ramin Matin (Yönetmen), Selcen Ergun (Yönetmen), Selin Vatansever Tezcan (Yapımcı), Seren Yüce (Yönetmen), Sevil Demirci (Yapımcı), Seyhan Kaya (Yapımcı), Su Baloğlu (Yapımcı), Suzan Güverte (Yapımcı), Tolga Karaçelik (Yönetmen), Yasemin Akıncı (Yönetmen), Yunus Ozan Korkut (Yönetmen), Zeynep Koray (Yapımcı).

www.gazetepatika8.com

Share

AVRUPA DEMOKRATİK KADIN HAREKETİ 11. KURULTAYINI BAŞARIYLA GERÇEKLEŞTİRDİ

AVRUPA DEMOKRATİK KADIN HAREKETİ
11. KURULTAYINI BAŞARIYLA GERÇEKLEŞTİRDİ

IRKÇILIĞA, EMPERYALİST SALDIRGANLIĞA VE YAŞAMIN TEK TİPLEŞTİRİLMESİNE KARŞI ÖRGÜTLÜ GÜCÜMÜZLE DİRENECEĞİZ şiarıyla 9-10 Haziran 2018’ de tarihlerinde İsviçre’nin Basel kentinde gerçekleştirildi. Avrupa Demokratik Kadın Hareketi’nin 11. Kurultayı delegeler ve misafirlerin de katılımıyla müzik ve şiirle başlatılarak iki gün sürmüştür.
Açılış ve saygı duruşunun ardından 10. dönem komisyonunun hazırladığı Irkçılığa, Emperyalist saldırganlığa ve yaşamın tek tipleştirilmesine karşı örgütlü gücümüzle direneceğiz sunumu yapıldı. Sürdürülen tartışmalarda ”tek tipleştirmenin erkek egemen sistemin tamamında görüldüğü ve özellikle kapitalist-emperyalist sistemin çıkarıp beslediği tüm savaşlarında araçları olduğu belirtilmiştir. Tek millet, tek bayrak, tek din, tek ırk ve tek cinse egemenlik tanıyan emperyalist sistemin kendisini eğitim sisteminden, kadın iş gücünün konumlandırmasına, medya aracılığı ile bunu her gün yeniden nasıl ürettiği değinilen konular arasında oldu. Özellikle moda adı altında kadının tek tipleştirilmesi çokça örneklendirildi. Tarihte Kant ve Nitsche gibi filozofların devlet konusundaki fikirleri ile kadın ve erkeği tanımlamalarındaki yanlış fikirlerinin sistem tarafından nasıl kullanıldığına da dikkat çekilerek ayrıca Emperyalistlerin bilimi kullanarak özellikle kendi psikologları üzerinden insanları kurulu düzene uygun hale getirmeleri için prosedürler oluşturdukları ve örnek olarak hücre tipi hapishaneler ve tek tip elbise uygulamaları anlatılmıştır. Sonrasında değişik biçimlerde ve tüm toplumun tek tipleştirilmesi tartışmaları ile buna karşı duruşumuz ne olmalıdır tartışmalarına geçildi. Delegeler konuşmalarında;
Öncelikle sistem bunu iki şekilde yapmaktadır. Eğitim sistemi, militarizm, yasalar vb. ile zora dayalı olan ve hak ve özgürlükleri manipüle edip yarattığı yanılsama ile kendimize olan güveni kullanarak toplumda bir gönüllülük yaratmaktadır. Bu konularda politik bilincimizi geliştirmek ve örgütlü bir şekilde bunu teşir eden ve toplumu aydınlatacak çalışmaların yapılmasının mücadelemiz açısından gerekli olduğu belirtildi.
Kurultayın bir diğer önemli gündemi olan her üyenin delege olması ile bunun kaldırılarak değişik biçimlerdeki delegelik sistemine geçilmesi yönünde bir önceki kurultayda gelen öneriler ele alındı. Yapılan tartışmalar sonucunda tüzük değişikliğine gerek olmadığı bugüne kadar ki yöntemin daha verimli olduğu her üyenin kendisini temsil etmesinin kadınlar açısından çok önemli olduğu sonucuna varılarak oy çokluğu ile kabul edilmiştir.
Faaliyet raporu gündeme alınıp sunulduktan sonra kurultay birinci günü kapanmıştır.
İkinci gün Mali Rapor ve denetim kurulunun raporları ele alınmış ve sonrasında yeni yönetim organları seçilerek kurultay başarılı bir şekilde sonuçlandırıldı.

Share

“Halklarımıza sokakta direnerek kazanacağımızı her fırsatta dile getireceğiz”

Gazete Patika: Siyasi iktidar tarafından dayatılan 24 Haziran baskın seçiminin siyasal arka planına dair neler söylemek istersiniz?

Dilşat Canbaz Kaya: Aslında tarihinden önce yapılacak bir seçimi yani baskın seçimi zaten tahmin ediyorduk. Hem ülkenin içerisinde bulunduğu siyasi atmosfer, hem iktidarın OHAL ile “yönetme” çabalarının karşısında yükselen toplumsal muhalefet, direnişler, grevler bize iktidarın sıkıştığını gösteriyordu. AKP on altı yıllık iktidarlık döneminde birçok toplu katliam yaptı, bodrumlarda insanları yakıp, cenazelerini sokak ortasında günlerce bıraktı, devrimcilerin anmalarına cezalar yağdırıp, tutuklamalar yaptı, 8 Mart’lar, 1 Mayıs’lar yasaklanarak ezilenlerin, emekçilerin, işçilerin, kadınların toplumsal mücadele belleği silinmeye çalışıldı, kendisinden olmayan her kesimi hedef aldı ve halklarımızı birbirine hedef gösterdi. Emek hırsızlığı, ırkçılık, cinsiyetçilik, nefret söylemleri AKP/Erdoğan iktidarı boyunca sürekli arttı. Ancak baskı arttıkça halkın tepkisi de artmaya başladı, grevler yükseldi, yasaklamalara rağmen eylemler çoğaldı, öyle ki “Gezi Direnişi” katliamcı iktidara karşı verilen en büyük cevaplardan biriydi. Sözde darbe girişimi bahane edilerek hapishaneler devrimcilerle tıka basa dolduruldu. Biliyorsunuz, son on yılda açılan hapishane sayısı 139 ve 2018 yılında açmayı hedefledikleri hapishane sayısı 38’idi. Tüm bunlar bize aslında iktidarın ne kadar köşeye sıkıştığını,” ülkeyi yönetemediğini” bu nedenle de son çare olarak da OHAL’e başvurduğunu gösteriyor. Ancak yedinci kez uzatılan OHAL de iktidarın yaşadığı çöküşü engelleyemedi ve engellemesini de beklemiyorduk zaten. AKP iktidarı yalnızca ömrünü uzatmak için çırpınıyor ve sürekli uzatılan OHAL, baskın seçim bunun aynası oldu.  Biraz öncede belirttiğim gibi yükselen işçi grevleriyle (ki Erdoğan’ın grevleri yasaklamak için adımlar attığını kendi ağzından duyduk), sokaklara çıkan insanlarla, hapishanelerin devrimcilerle tıka basa doldurulmasıyla, nefret söylemlerinin, ötekileştirmenin, ırkçı politikaların, işçi düşmanlığının, kadın cinayetlerinin artmasıyla Erdoğan/AKP iktidarının arkasına saklandığı sözde demokrasi aynası kırıldı ve faşist iktidarın gerçek yüzü halkımız tarafından da görülmeye başladı. Halk artan vergilere, zamlara karşı isyan etmeye başladı, derinleşen ekonomik göçük, doların yükselmesi, kısacası ekonominin iktidarın aleyhine gelişmesi baskın seçimi kaçınılmaz kılmaktaydı. Bugün bizlere dayatılan baskın seçimin arkasında iktidarın zaman kazanma politikası var açık ve aleni bir şekilde görülüyor ki AKP iktidarı en iyi hamlesini yapmaya hazırlanıyor. Ancak unuttuğu bir şey var ki on iki ayın her günü bir katliam yaptı ve biz her gün sokaklarda anmalar yapıyoruz, her mahallede tanıdığımız en az biri bu iktidara karşı olduğu için hapiste. Başta kadın hakları olmak üzere mücadele ederek kazandığımız haklarımız meclislerde oylatılarak elimizden alınmaya çalışıyor. Faşist iktidara karşı verdiğimiz mücadelenin en önemli alanlarından biri kadınların bu sistemde yaşadıklarıdır. Daha anlaşılır olması için örneklendirerek söylemem yerinde olacaktır. Biz bu iktidar döneminde Aladağ’da on tane kız çocuğunun katledildiğini gördük, ihmalin rolü büyüktü elbette ancak ihmale sebep olan şey neydi diye dönüp baktığımızda çocukların yurt kapıları demir parmaklıkla kilitli olduğu için yanarak öldüğünü görüyoruz, öncelikli olarak gözetilen kız çocuklarının “namus”u olmuştu. Ensar Vakfı olayında savunular, “bir kereden bir şey olmaz”  diyerek yapıldığında istismarcı bir iktidar geleneği teşhir olmuştu. Hamile bir kadın spor yaptığı için sokakta darp edildi, şort giydiği için kadınlar halka açık alanlarda, otobüslerde tekmelendi, dövüldü, öz savunma hakkımız yok sayıldı ve kadınlar müebbet hapse mahkûm edilirken, kadınları öldürenler iyi hal saygın tutum indirimleri aldılar, gencecik bir kadın gece yarısı ev baskınında AKP iktidarının kolluk kuvvetleri tarafında öldürüldü, müftülere nikah kıyma yetkisi verilerek, çocuk yaşta evliliklerin önü açıldı, kız çocukları tecavüzcüleri ile evlendirilsin diye yasalar çıkarılmaya çalışıldı, ölmüş kadınların çıplak bedenleri sokaklarda teşhir edilmek istendi, 8 Mart’lar yasaklandı, sokağa çıkan kadınlar dövüldü, gözaltına alındı. Tüm bunlar AKP iktidarının unuttuğu bir şeyi başta kadınlar olmak üzre bizlere tekrar gösterdi. Ellerinde bizim kanımız varken, kadınların, çocukların, işçilerin, mazlum halkların kanı varken bizi “yönetemeyecek”, iktidara gelemeyecek. Baskın seçim bizleri engellemek için yeterli bir karar olmadı ve hiçbir zaman olamaz. Bizlerin özel bir seçim çalışması yapmaya ihtiyacı yok. Bizler her daim halkımızla yan yana olan, sesimizi duyurmak için sokaklara çıkanlarız. Bizler halkız, halkın ta kendisiyiz.

Patika: Cumhur ittifakı ve millet ittifakı gibi aslında nitelikleri ayni olan iki gerici klik ve bunlara karşı demokratik toplumsal muhalefeti temsil eden HDP bulunmaktadır. Bu siyasal durumda HDP ve etrafında birleşen sol demokratik ittifak güçlerinin durumuna dair neler söylemek istersiniz?

Dilşad Canbaz Kaya:Sadece seçimden seçime emekçileri hatırlayan iki gerici klik. Elbette vaatlerinden çok net anlıyoruz, halkımızı ve yaşadıkları sorunları görmezden gelenlerin seçimlerle birlikte halkımızın sorunlarının, temel hak ve ihtiyaçlarının gerici ittifaklar tarafından nasıl hatırlanıp seçime malzeme yapıldığını. Zaten hakkımız olan bizlere vaat ediliyor, bu gerici iki ittifak gücünün ayan beyan ortaya koyduğu tablo budur. HDP ile ittifak yapan demokratik güçler, sosyalistler olarak bizler halkın seçtiği ve kendilerini temsil etmesi için,  niteliğini ve karakterini çok iyi bildiğimiz parlamentoyu, gerici, kapitalist, sınıf düşamanı partileri teşhir etmek amacıyla halkımızın bizzat belirlediği adaylarız. Seçimlerin en önemli kriterlerinden biri eşitsiz şartlarda yapılmasıdır, kapitalizmin de önemli dayanaklarından biri eşitsizlik değil midir zaten. HDP ve ittifak güçleri ile gerici kliklerin şartları arasında derin bir eşitsizlik var. HDP’nin Cumhurbaşkanı adayı Selahattin Demirtaş hapishaneden 10 dk’lık bir ankesörlü telefon görüşmesi ile dahi TV programına katılmazken cumhur ittifakı cebimizden kesilen vergiler ile çalışmalarını sürdürüyor. Hal böyle olunca tepkiler de yükseliyor tabi ki, mesela sıkça sorulan ve cevabı verilmeyen sorulardan biri şu, “Selahattin Demirtaş Cumhurbaşkanı adayı olabiliyorsa neden cezaevinde?” Elbette halkın tepkileri duyulmazdan geliniyor. Çünkü HDP bugün ittifak yaptığı demokratik güçler, sosyalist kurumlar ile önemli bir dinamizm taşıyor. HDP’nin cezaevine kapatılan vekilleri alıkonulmaya devam edildiği gibi, bu dönem adaylıkları gösterilen vekillerin bir kısmının da adaylıkları düşürülmüştür. HDP’nin halklarımızı renkliliği ve çeşitliliği ile renk, ırk, köken, cins, cinsel yönelim, inanç ayrımı yapmaksızın ittifaklar yapması gerici kliklerin tekçi zihniyetlerinin en büyük teşhiridir aslında. Bu nedenle HDP sol, sosyalist demokratik ittifak güçleri ile önemli bir görev ve sorumluluk üstlenmiş durumda. Tüm eşitsiz koşullara rağmen güçlü bir seçim çalışması yürütüldüğünü söylemek yanlış olmaz. Elbette seçimler bu düzenin değişeceğinin bir göstergesi değildir, ancak HDP ile yapılan ittifaklar tek adam rejiminin geriletilmesi için önemli bir adım olmaktadır. En  güçlü dayanağımız ise kadınların sesini meclisten de duyurmak için, AKP iktidarını ve yandaş, burjuva partileri meclisten teşhir etmek için yola çıkmış olan biz kadın vekillerdir, partilerin çıkardığı kadın vekil sayılarına bakıldığı zaman bileşen ve ittifaklarıyla HDP önemli bir rol üstlenmiştir, hakları ellerinden alınmak istenen kadınlar için bu önemli bir fırsattır. İki gerici kliğe karşı HDP ve sol, sosyalist, demokratik güçler arasında yapılan ittifak halkımız açısından önemli bir yerde durmaktadır. Elbette geri dönüşleri de pozitif oluyor. Bunun en güzel örneği rengârenk ve coşkulu meydanlar. Sol, sosyalist, demokratik güçlerle HDP arasında yapılan ittifakın tüm eşitsiz, adaletsiz koşullara rağmen bir dinamizm ortaya çıkarması gerici kliklere karşı önemli bir başarı sağlandığının göstergesidir.

Patika: SMF’nin HDP ile ittifak anlayışının siyasal gerekçelerine dair neler söylemek istersiniz?

Dilşat Canbaz Kaya: HDP ile yaptığımız ittifak taktik bir siyasettir, seçimleri sistemi değiştirmenin bir aracı olarak görmüyoruz. Bu tavrımız parlamentoyu reddetme anlayışını beslemiyor elbette, ancak parlamentoya dair taktik siyasetlerimiz döneme ve şartlara göre değişmektedir. Bu taktik siyasette esasımız kullanacağımız aracın amacımıza hizmet edip etmemesine bağlıdır. HDP ile yaptığımız ittifakın amacı mücadelemizin asıl alanlarından kopmadan, yalnızca parlamentarist bir politikayla halklarımıza barışı ve zaferi getiremeyeceğimizi bilerek ve parlamentoyu işçilerin, kadınların, ezilen ulus ve inançların, LGBTİ+’ların seslerini duyurmak için bir araç olarak kullanmaktır. Bu nedenle HDP ile yapılan ittifakta gerici, faşist partilere karşı birleşmek temel amacımızdır. Bu sürecin ve ittifakın SMF olarak birleşik mücadeleye verdiğimiz önemle kavranması önemlidir. HDP ile ittifak ilerici ve demokratik bir cephe oluşturarak halkımızın, faşist partiler arasında bir seçim yapmak zorunda bırakılmasına ilkeli bir birliktelikle engel olmaktır. HDP ile yaptığımız ittifakı, kendi cephemizden burjuvazinin kendi kalelerini içten darbelemek olarak görebiliriz, çünkü amacımız gerici klikleri ve egemenleri geriletmektir. Burjuvazi, gerici partiler yüzyıllarca parlamentoyu kullanarak halkımızı kandırmış ve parlamentoyu bu amaçları için önemli bir araç haline getirmişlerdir. Bizim HDP ile yaptığımız ittifaktaki amacımız ise bunu teşhir etmek ve haklarımıza ancak sokakta direnerek kazanacağımızı her fırsatta dile getirmektir. Kısacası amacımız burjuva parlamentonun teşhiri ve böylece yalan ve kirli siyasetle kandırılmak istenen halkımıza burjuva siyasetin gerçekliğini sunmaktır. AKP/Erdoğan iktidarı halklarımızı yoksullaştırmak, kazandıkları demokratik hakları törpülemek ve yok etmek istiyor. Sınıfsal uçurum derinleştikçe sivil ölümleri, güvencesiz çalışma, emek sömürüsü hak ihlallleri de artıyor. Sürecin halklarımız üzerindeki yakıcılığı bu denli yoğunken hiçbir taktik siyaseti ötelemek, hiçbir aracı değersizleştirmek gibi bir tavrımız olmamalıdır, olamaz. Birleşik mücadeleyi yükseltmenin tüm kapılarını açmalı ve gerici ittifakları, kapitalist, inkarcı ve asimilasyoncu iktidarı ve çanak tutanları geriletmeli ve mücadelemizi yükseltmeliyiz. Bu nedenle HDP ve SMF ittifakı faşizmin geriletilmesi için oldukça önemlidir.

Patika: 24 Haziran ve sonrası süreç bağlamında bizleri yani ezilenleri nasıl bir siyasal süreç bekliyor?

Dilşat Canbaz Kaya: İktidarın ne kadar zorlandığını hep birlikte görüyoruz. Karşısında ciddi bir muhalefet var köşeye sıkıştığı söylemlerinden dahi anlaşılıyor. Dil sürçmeleri bilinçdışına ittiklerini bir bir ortaya döküyor. İktidar bu güne kadar ezilenlerin emeklerinden çaldıkları ile geldi, katliamlar yaptı, hapislere attı, ekonomiyi iflas ettirerek üstümüze ağır borçlar bindirdi, kısacası kanımızla beslendi ve palazlandı, ancak bugün zayıflamaya başladığını görebiliyoruz. Güç kaybediyor ve saldırıları pervasızlaşıyor. SMF olarak hiçbir zaman ezilenlere, emekçilere parlamentoyu çözüm olarak göstermedik bu halkı kandırmaktan, onları oyalayıp kullanma siyasetinden başka bir şey değildir, bu nedenle 24  Haziran seçimleri bizim için her şeyin son bulduğu tarih olmayacaktır, aksine süreç ezilen halklarımız açısından olumsuz giderse AKP iktidarı baskısını arttıracak dolayısıyla biz de aynı dirençle ve mücadeleyle devam edeceğiz, süreç olumlu giderse açıkça söylemek gerekir ki, AKP iktidarının bıraktığı enkazın temizlenmesi ve gerici politikaların geriletilmesi için çalışmalarımız devam edecek. Sosyalistler olarak bizler, her durumda ve koşulda sonuç ne olursa olsun esas hedefimize ulaşmak için mücadeleye devam edeceğiz. Ezilenler üzerindeki baskı ve sömürü Cumhur ittifakının kazanması durumunda artacak ve derinleşecektir. Bir diğer gerici klik olan Millet ittifakının Cumhur ittifakı ile arasında bir fark olmadığı aynı faşist geçmişten geldiklerini belirtmek önemlidir. Ancak millet ittifakının kazanması durumunda, AKP iktidarının kalıntılarının temizlenmesi sebebiyle, -amaç kesinlikle kendi iktidarının ayaklarını sağlam bir zemine koymaktır- ezilen halklarımız kısa bir süre rahatlama yanılsamasına kapılabilme olanakları yüksek olsa da aynı politikalar yeniden uygulanacak ve ezilenler tekrar aynı baskı ortamına itileceklerdir. AKP /Erdoğan iktidarı bu sürece kadar ezilenler üzerinde kanlı politikalar uygulayarak geldi 24 Haziran’da böyle bir sürecin yaşanabilme olasılığı yüksek. İktidar yerini kolay bırakmak istemediğinin B,C,D planları olduğunu da söyleyerek belirtiyor. Tüm faşist uygulamaları devreye sokacağını tehmin etmek zor değil, hem 24 Haziran’da hem de sonrasında mücadelemiz elbette bitmiyor. Bileşik mücadele anlayışımızı yükselterek faşist iktidarı geriletecek ve tüm baskıların üstesinden birlikte geleceğiz.

www.gazetepatika8.com

Share

Meral Hanbayat:Hep birlikte omuzdaş bir mücadeleyle kazanabiliriz

Gazete Patika: Siyasi iktidar tarafından dayatılan 24 Haziran baskın seçiminin siyasal arka planına dair neler söylemek istersiniz?

Meral Hanbayat: Bu ülkede çokça zamandır olup biten zorbalıkların, hak hukuk tanımazlıkların hızına yetişmek o kadar zorlaştı ki; bu baskın seçimi de bu kapsamda görmek gerekiyor. Her bir güne koca koca anlamsızlıklar, adaletsizlikler sığar oldu. Bu topraklar, AKP iktidarıyla ve her geçen gün perçinlenen tek adam rejimiyle, birçok toplumun on yıllar boyunca görmediği zulmü aylara sığdırarak gördü, görmeye de devam ediyor. Hayatımızın her bir alanında artarak devam eden bu sistematik hukuk ve adalet tanımazlık, iktidarın ömrünü uzatmak için kullandığı en büyük ve belki de tek enstrüman haline gelmiş durumda. Üstüne, tüm medyayı susturdukları için yokmuş gibi yaptıkları, toplumdan da öyle yapmasını istedikleri ekonomik yıkım, onların itiraflarına yansıyacak kadar görünür olmaya başlayınca, seçimleri 24 Hazirana alarak iktidarlarını korumak istediler. Ama zulüm arttıkça iktidarların ömürlerinin uzadığına tanık değildir tarih.

Patika:  Cumhur ittifakı ve millet ittifakı gibi aslında nitelikleri ayni olan iki gerici klik ve bunlara karşı demokratik toplumsal muhalefeti temsil eden HDP bulunmaktadır. Bu siyasal durumda HDP ve etrafında birleşen sol demokratik ittifak güçlerinin durumuna dair neler söylemek istersiniz?

Meral Hanbayat: Yukarıda kısaca değinmeye çalıştığım ülke ve iktidar gerçekliği içinde karşıladığımız 24 Haziran baskın seçimlerini ezilenler açısından, kendilerine reva görülen zulmün bugünkü uygulayıcılarından hesap sormanın kürsüsü haline getirmek zorundayız. Bu zorunluluğun seçimler özgülünde bugünkü tek taşıyıcısı HDP ve onun etrafında birleşen demokrasi güçleridir. Bu inkârı mümkün olmayan bir gerçekliktir. 12 Eylül faşizminin getirdiği ve AKP iktidarının bir sevgili edasıyla sarıp sarmaladığı %10 barajı an itibariyle sadece HDP için orta yerde duruyor. HDP’nin barajı geçmediği 24 Haziran seçimlerinin, tüm ülke için yıkımın ve zulmün devamı anlamına geleceğini hepimiz biliyoruz. Onun için tek adam rejimine karşı tek seçenek HDP ve onun bileşeni demokrasi güçleridir.  Ben de onun için buradayım.

Patika: Tüm bu siyasal tablo içinde dersim önemli bir yerde durmaktadır. Genel ittifakın yanında özellikle HDP ve SMF ittifakının siyasal etkisi ve karşılığı hakkındaki fikirleriniz nelerdir?

Meral Hanbayat: “Çıban” deyip kırıma uğrattılar.  Seferler düzenleyip teslim almak istediler. Sürgün hep kapı eşiğinde durageldi bura insanı için. Topraklarına mayın döşediler, siyanürle zehirlemek için her fırsatı kullandılar, kullanmaya devem ediyorlar. Yetmedi sularına bentler örüp dört dağ içindeki hayatı çölleştirmek için zalimane bir çaba içine girdiler. Çokça canı yandı, her kapıda bir başka acıyı yaşadı ama her şeye rağmen Dersim hala burada, yaşam alanlarına sahip çıkma kavgasını omuzlamaya devam ediyor. Dediğiniz gibi, inancıyla, kültürüyle, doğasıyla, biriktirdiği tarihsel tecrübeyle Dersim ve Dersimliler bu coğrafyada elbette son derece önemli bir yer tutuyor. Bu önemin içinde bu toprakların tüm değerleri, tüm demokrasi güçleri var. Ancak hep birlikte, omuzdaş bir mücadeleyle kazanabiliriz. Bu nedenle HDP, SMF birlikteliği önemlidir. Demokrasi güçlerinin bu karanlığa karşı birlikte yürüttüğü mücadelede her bir kurum, topluluk, kişi tayin edici, tahminlerin üstünde sorumluluklar, roller üstleniyor. Tam da onun için seçim sloganımız “senle değişir”. Ben de üzerime düşen bu sorumluğu hakkıyla yerine getirmeye gayret edeceğim.

Tüm bunlar içinde başkaca ağır bir sorumluluğumuz var aslında. Dersim denilince aklımıza en çok gelen şeylerden biridir kadın özgürlüğü. Toplumsal hayatta ülke gerçekliğinin çok ötesinde kendine yer bulan, bunu kazanan ve korumak için mücadele eden Dersimli kadınlar bu seçimde yalnızca bir kadın adayla temsil ediliyor. HDP ve onun bileşenleri dışındaki tüm partiler, erkek egemen sistemi teyit edip sözcülüğünü üstlenircesine tüm adayları erkeklerden belirlemiş durumdalar. Bu durum hem üzücü, hem de bizlerin sorumluluğunun daha da büyütüyor.

 

Patika: 24 Haziran ve sonrası süreç bağlamında bizleri yani ezilenleri nasıl bir siyasal süreç bekliyor?

Meral Hanbayat: İlk soruya cevaben de belirttiğim üzere, ülkeyi öyle bir hale getirdiler ki her bir günümüze, ‘bu da olmaz’ dediğimiz ağırlıkta şeyler düşer oldu. Uzun zaman aralıklarına dair çok şey söylenebilir ki bu kadarcık zaman bile artık bu ülke için uzun bir gelecek anlamına geliyor, uzatmadan şunu söyleyebilirim; HDP barajı geçip en güçlü şekilde temsili sağladığında başka bir 25 Haziran sabahına, tersi olduğunda başka bir 25 Haziran sabahına uyanacağız. Demokrasi, özgürlük, adalet umudunu büyütmek için 24 Haziran seçimlerinde senle değişir diyoruz.

www.gazetepatika8.com

Share

Günay Kılıç’ın direnişi kazanımla sonuçlandı

İstanbul Bahçelievler’de bulunan Kanatçı Haydar restoranda çalışan Günay Kılıç, haklarını istediği için yöneticilerle tartışmış ve darp edilerek tazminatsız bir şekilde işten atılmıştı.. Darp raporu alan Kılıç, hakkını alana kadar mücadele edeceğini söyleyerek direniş başlatmıştı. Yaklaşık 1 aydır sürdürmüş olduğu direniş kazanımla sonuçlandı. Günay Kılıç kendisine ait sosyal paylaşım sitesinde taleplerinin kabul edildiğini açıkladı. Kılıç’ın açıklaması şöyle;”Sevgili Dostlar 4 Mayıs 2018 tarihinden bugüne kadar haklı taleplerim için Emek örgütleri ,Kadın hareketleri Demokratik kitle örgütleri ve bireysel desteklerle dayanışma içinde mücadele ettik . Gelinen noktada Dersim halkının örgütlü gücü olan Dersim Dernekleri Federasyonu ile yaptığımız görüşme sonrasında Kanatçı Haydar’ile yaptığı görüşme neticesinde tüm taleplerim kabul edilmiş bulunmaktadır.
2 Haziran cumartesi günü saat 19:00’da Kanatçı Haydar’ın önünde DEDEF’ ile birlikte basın açıklaması basına ve kamuoyuna duyuracağız, şimdiye kadar bu haklı mücadelemde benimle birlikte olan tüm dostlarımı tekrar yarın yanımda görmek istiyorum.” İfadelerine yer verdi.

www.gazetepatika8.com

Share

Dilşat Canbaz Kaya: Sokaktaki mücadelem Meclis’te de sürecek

Halkların Demokratik Partisi (HDP) İstanbul 3’üncü bölge adayları arasında bulunan Dilşat Canbaz Kaya, 20 yılı aşkın siyaset geçmişine sahip sosyalist bir kadın. HDP’nin sol sosyalist bileşenlerinden biri olan Sosyalist Meclisler Federasyonu’nun kurucu üyelerinden olan Kaya, 1996 yılından bu yana uzun yıllar mücadelenin birçok alanında faaliyet yürüttü. Canbaz, 2008’den bu yana Demokratik Kadın Hareketi’nin (DKH) genel sözcülüğünü yapıyor.

‘ESAS MÜCADELEM AİLEMDE BAŞLADI’

Uzun soluklu bir mücadele geçmişi bulunduğunu söyleyen Kaya, kendisinin topluma dayatılan kadınlık rollerinin dışında tutan bir yerden baktığını belirterek, “Kadın olmanın getirdiği zorluklarla beraber siyasetin içinde toplumun bir parçasıyız. Toplumun ezberlenmiş rollerinin dışına çıkan bir kadın kimliğim var. Erzurumluyum. Kemalist bir aileden geliyorum. Esas mücadelem kendi ailem içerisinde ve bana öğretilen ezberletilmiş rolleri reddederek başladı. ‘Kadınız, isyan doğururuz’ sözünün kendime fazlasıyla uygun olduğunu düşünüyorum. Çünkü çok uzun yıllar mücadele ederek buraya geldim. Şimdi de 2018 seçimlerinde demokrasi güçleriyle beraber halkların ortak örgütlü mücadelesini yürütmek için bugün HDP’deyim.”

‘SEÇİM ÖNEMLİ BİR YERDE DURUYOR’ 

Türkiye’de açık bir faşizmin uygulandığını belirten Kaya, bunun en büyük yansımasının da kurulan AKP-MHP ittifakıyla kendisini gösterdiği görüşünde. Kaya, “AKP- MHP, açık faşizmi yaşatmaya çalışıyor. Artık ayrı iki kutup var. Bir tarafta muhafazakar AKP–MHP ve onun gerici yanlarının yansıdığı kutup, bir tarafta da yıllardır ihtiyacı olduğunu düşündüğümüz demokratik, sol sosyalist, yurtsever hareketin de içerisinde yer aldığı keskin bir kutuplaşma. Faşizm üzerine kurulan ittifakların çok uzun soluklu olacağını düşünmüyorum. Bugün ekonomik kriz kapıda, yaklaşan emperyalist savaşların bir parçası olmasından kaynaklı AKP bugün Cumhur İttifakını kendilerine dayattı. İşte tam da bunun için bu seçim, bizler ve halklarımız açısından önemli bir yerde duruyor” diye konuştu.

‘SOKAKTAKİ MÜCADELE MECLİS’TE DE SÜRECEK’

HDP ve onun izlediği kadın politikasına da dikkat çeken Kaya, en fazla kadın vekil aday sayısıyla Meclis’e göz kırptıklarını belirterek, şöyle devam etti: “Erkek egemen sistemin kadını yok saydığı, kimliksizleştiği bir yerde bulunduğumuz her alanda yürüttüğümüz mücadeleyi Meclis’te kadın çoğunluğuyla yapacağız. İlk sıradaki adayların kadın olması önemli bir yerde duruyor. Çünkü çok daha fazla kadın sözünü söyleyecek demek. Doğru bir politika olduğunu düşünüyoruz kadın mücadelesi açısından. Kadın vekilleri tutuklayarak, vekilliklerini düşürerek siyasette önümüzü kesmeye çalışanlara sokaklarda, ‘kadınlar birlikte güçlü’ diyerek cevap olduk. Meclis’te de aynı cevabı vereceğimize inanıyorum. Bu inançla da bugün biz kadınlar HDP’deyiz” dedi.

‘HALKLARIN ÖZLEMİNİ ÇEKTİĞİ BİRLEŞMEYDİ

HDP’nin sol sosyalist güçlerle izlediği siyasetin Türkiye ve bölge halkı açısından çok önemli bir yerde durduğunu söyleyen Kaya, bu durumun ise uzun yıllardır halkların özlemini çektiği bir birleşme olduğuna vurgu yaptı. Kaya, “Bugün birleşik mücadeleye çok ihtiyaç var. Bugün Kürdistan’da çok ihtiyaç var. Türkiye ayağında; kadın mücadelesinde, gençlik, inanç, LGBTİ bireyler açısından ihtiyaç var. O yüzden kaçınılmaz bir şeydi” dedi.

‘HDP’NİN DEVASA VAATLERİ YOK’

Kaya, HDP’nin haklar dışında bir şey vaat etmediğini belirterek, şunları söyledi: “HDP, bugün kadının özgür politika yürütmesini, gençliğin bilimsel anadilde eğitimini, sömürüsüz emek alanını savunuyor. HDP, diğer burjuva siyasetler gibi büyük vaatlerle değil; gerçekçi, yalın ve en önemlisi halkların istediklerini vaatler ediyor. Ortakça, herkesin renginin bir arada olduğu bir yaşam ve dünya istiyoruz. HDP de bunun garantisini veriyor. Halklardan bir farkımız yok. Bu kadar krizin yaşandığı bir ülke ve toplumdan geliyoruz. Özelde de kadın olmanın getirdiği vaatlerimiz aslında halkla aynı. HDP’nin devasa vaatleri yok. Biz zaten oradaki insanlardan bir tanesiyiz. Değişecekse hep beraber bizimle değişecek. Bütün kadınlarla, halklarla, ezilen Kürt ulusuyla, etnik kimliklerle, inançlarla öğrencilerle değişecek. Bugün kadın katliamlarına karşı mücadelemiz, erkek adalet değil; gerçek adalet talebimiz, çocuk istismarlarının yaşanmadığı bir ülke özlemimiz bu halkın talepleri ile aynı. Bu taleplere de birlikte cevap olmaya adayız.”

‘HALKIN ÖNCÜLÜĞÜNÜ YAPTIĞI BİR ÇÖZÜM’

Kürt ulusunun kendi kaderini tayin hakkının öncelikle ele alınması gerektiğini belirten Kaya, geçmiş çözüm süreci pratiğini de hatırlatarak, “Demokratik çözüm dediğimiz çözüm, Kürt halkının kader tayin hakkıyla beraber kendi kimliği, kendi diliyle ve rengiyle olacak. Halkın öncülüğünü yaptığı bir çözümle mümkün” dedi.

SANDIKLARA SAHİP ÇIKMA ÇAĞRISI 

Kaya son olarak özelde kadınlara ve tüm halklara hem oylarına hem de sandıklara sahip çıkma çağrısında bulunarak, “Tek adama karşı, tek tipe karşı yaşamımızdaki tekleşen her şeye karşı bugün kadınlar olarak bulunduğumuz her alanda mücadele verelim. 24 Haziran’ı yaşamı ve ülkeyi değiştirebileceğimiz bir adım olarak görmek gerekir. Herkesin HDP ile yol yürümesini istiyoruz” diye konuştu.

(MA)

Share

Asia Argento: “Bunların yanınıza kalmasına artık izin vermeyeceğiz”

71.’si düzenlenen Cannes Film Festivaline Asia Argento’nun sözleri damga vurdu. Argento sahneye çıkarak Harvey Weinstein’in kendisine cinsel saldırıda bulunduğunu söyledi.

Argento konuşmasında şu ifadeleri kullandı: “Harvey Weinstein 1997 yılında bana Cannes’da tecavüz etti. 21 yaşındaydım. Bu festival onun av sahasıydı.

Bir öngörüde bulunmak istiyorum. Harvey Weinstein bir daha asla burada olamayacak. Bir zamanlar onun suçlarını örtbas edip, ona kucak açan film sektöründen uzaklaştırılmış olarak, utanç içinde yaşayacak.

Bu gece bile aranızda, kadınlara karşı yaptıklarının hesabını vermekle yükümlü kişiler oturuyor. Bu sektör ya da herhangi bir sektör için kabul edilebilir olmayan davranışları için…”

Argento konuşmasını şu çarpıcı sözlerle sonlandırdı: “Siz kim olduğunuzu biliyorsunuz, daha da önemlisi biz sizin kim olduğunuzu biliyoruz. Bunların yanınıza kalmasına artık izin vermeyeceğiz.

www.gazetepatika8.com

Share

HDP Kadın Meclisleri Kadın Beyannamesini açıkladı

HDP Kadın Meclisi, seçmen listelerinin deklarasyonunun ardından kadın beyannamesini açıkladı. HDP Eş Genel Başkanı Pervin Buldan, “Ataerkil zincirleri kıra kıra geliyoruz. Dalga dalga saçlarımızla, başörtümüzle, heftrengimizle, egalimizle geliyoruz” dedi.

Deklarasyon sırasında, tutuklu kadın siyasetçilerin isimleri tek tek anons edildi. Ardından demokrasi ve devrim mücadelesinde yaşamını yitiren ve erkek şiddetiyle katledilen kadınların anısına saygı duruşunda bulunuldu. Sinevizyon gösterimi sonrası ise bildirge kamuoyu ile paylaşıldı.

Daha sonra HDP Eş Genel Başkanı Pervin Buldan, konuştu. “Biz kadınlar, irademiz, bedenimiz, kimliğimiz ve emeğimiz üzerindeki barajları her gün hissediyor, her gün bu barajlara karşı mücadele ediyoruz” diyen Buldan, “Kurallarını etrafımızdaki erkeklerin koyduğu bu dünyada, hayatımızın önüne konulan barajları, en iyi biz kadınlar tanıyoruz. AKP iktidara geldiği günden beri biz kadınlar zaten OHAL koşullarında yaşıyoruz. 16 yıldır uyguladığı kadın düşmanı, cinsiyetçi ve ayrımcı politikalar biz kadınlara ölüm, yoksulluk, baskı ve şiddet olarak geri dönüyor” şeklinde konuştu.

Bildirgede yayınlanan bazı maddeler şu şekilde:

  • Bizler, kadınlarla ilgili tüm sorunlara doğrudan kadınların ve kadın örgütlerinin çözüm geliştirdiği ‘Kadın Bakanlığı’nı kuracağız.
  • Kadınların uluslararası birlikteliğinin kutlaması olan 8 Mart’ı kadınlar için resmi tatil ilan edeceğiz.
  • Kadınların eşit, parasız, ulaşılabilir, nitelikli ve anadilinde eğitim ve sağlık hizmetine ulaşmalarını sağlayacağız.
  • Toplumsal, kültürel ve siyasal alanda LGBTİ+’lara karşı her türlü eşitsizliğin ve ayrımcılığın ortadan kaldırılmasını sağlayacak adımları atıp, eşit, özgür ve onurlu bir yaşam sürdürebilmenin koşullarını oluşturacağız.
  • Türkiye tarafından imzalanmış ve onaylanmış olan CEDAW ve İstanbul Sözleşmesi başta olmak üzere tüm uluslararası sözleşmeleri etkin bir şekilde uygulayacağız.
  • Eğitimde ayrımcılığa ve cinsiyetçiliğe son vereceğiz.
  • Kadınların seçimle veya başkaca yöntemlerle oluşturulan karar mekanizmalarında eşit temsilini sağlayacağız.
  • Kadınlar eşdeğer işe eşit ücret alacak. Çalışma hayatının her alanında eşitliği sağlayacak politikaları hayata geçireceğiz.
  • Kadın cinayetlerine ve kadına yönelik şiddete karşı mücadele edeceğiz. Kadına Yönelik Şiddet ve Ev İçi Şiddetin Önlenmesi ve Bunlarla Mücadeleye İlişkin Avrupa Konseyi Sözleşmesinin (İstanbul Sözleşmesi) derhal hayata geçirilmesi için gerekli tüm adımları atacağız.
  • Şiddete maruz kalan kadınların 7/24 arayabilecekleri, uzman personelin görevlendirildiği ALO Şiddet Hattı kuracağız.
  • Şiddet mağdurlarının kamusal sağlık ve sosyal destek sistemlerinden ücretsiz yararlanmaları sağlanacak.
  • Cinsel şiddete uğrayan kadınların başvurabilecekleri ‘Tecavüz Kriz Merkezleri’ açılacak.
  • Hâkim, savcı ve avukatların toplumsal cinsiyet eşitliği eğitimi zorunlu hale getirilecek. Kadına yönelik şiddette başvuru, soruşturma ve yargılama süreçlerinde kadına yönelik şiddet alanında uzman kolluk güçleri ile hakim ve savcılar görevlendirilecek.
  • Kadın ve çocuklara yönelik her türlü cinsel ve fiziksel şiddet davalarına bakacak ihtisas mahkemelerinin kurulması sağlanacak.
  • Kreşlerin ulaşılabilir, ücretsiz, anadilde ve 24 saat açık hizmet vermeleri sağlanacağız.
  • Toplumsal cinsiyet eşitliği dersi zorunlu ders olarak müfredata eklenecek.
  • Kurulacak ‘Engelleri Kaldırma Bakanlığı’ bünyesinde hizmet verecek olan ‘Kadın Politikaları Daire Başkanlığı’ sadece engelli kadınların sorunlarıyla ilgilenecek ve çözüm politikaları geliştirilecek.
  • Kadınların tarım üretiminde ekolojik ve kadın merkezli bir çalışma ve değer yaratma anlayışıyla hareket ettiği ekolojik köyler, kooperatifler kurmalarını destekleyeceğiz.
  • Siyasi partiler yasası değiştirilerek eş başkanlığın sadece genel başkanlıkta değil bütün yönetim organlarında geçerli olması ve kadın kotasının uygulanması sağlayacağız.

www.gazetepatika8.com

Share

Gökay Sofuoğlu: Bu seçimler yeni bir gelecek inşa etmek için yapılmıyor

24 Haziran Cumhurbaşkanlığı ve milletvekilleri seçimleri için oy verme işlemleri Almanya’da 7 Haziran’da başlıyor. Almanya’da 13 gün boyunca vatandaşlar konsolosluklarda oy verebilecekler. Yurt dışı oyları tüm partiler için kilit rol oynuyor. Almanya’da seçim gündemini, Almanya’nın önemli sivil toplum örgütlerinden biri olan Almanya Türk Toplumu Başkanı Gökay Sofuoğlu, Alman kamuoyunun konuya nasıl yaklaştığını, burada yaşayan Türkiyelilerin eğilimlerini değerlendiriyor.

Türkiyeli siyasetçilerin Almanya’ya gelip burada propaganda yapmak isteyecekler diye endişelenilmesini ve bu konu etrafında tartışılmasını nasıl değerlendiriyorsunuz?

Bu tartışma kendi başına Türkiye kaynaklıdır. Türkiye hükümeti geçmiş dönemlerdeki bütün seçimlerde mutlaka bir düşman yaratarak, hedef göstererek seçim propagandası yaptı. Amacı bir mağdur psikolojisi yaratmaktı. Bunu da yurt dışı üzerinden başardı. Ama beni asıl ilgilendiren Alman siyaseti, Alman kamuoyudur. Daha ortada herhangi bir somut gelişme olmadan konunun üzerine tartışıyorlar. Alman medyası, siyasetçileri varsayımlar üzerinden yorumlar yapıyorlar. Sonrasında biz de bu varsayımları yorumlamak zorunda kalıyoruz. Ayrıca Almanya’nın net bir yasası var: Yabancı siyasetçilere kendi ülke seçimlerinden 3 ay önce Almanya’da siyasi propaganda yapmalarına izin verilmiyor. Gördüğüm kadarıyla Türkiye’den de zaten böyle bir talep henüz yok.

Sizce neden AKP’li siyasetçilerden Almanya’da bir toplantı yapmak için henüz bir talep yok?

Bunun iki nedeni var. Birincisi süre çok kısa. Almanya konusu Haziran’ın başı gibi gündeme gelebilir. İkincisi de Ramazan’ın başlamasıyla iftar programlarının gündemi nasıl olacak onu beklemek lazım. İftar programlarında Türkiye’deki seçimlere yönelik çalışmalar yapılacak mı bunu bilmiyoruz. Biraz üstü kapalı bir şekilde Türkiye’deki gelişmeler bekleniyor.

Yani Almanya’da var olan bu yasağı iftar programlarına katılma gerekçesiyle delebilirler mi diyorsunuz?

Olabilir tabi. Buradaki milletvekilleri katılabilirler. Bunu da yasaklamak mümkün değil. Kaldı ki geçtiğimiz referandum döneminde de böyle şeylere başvurmuşlardı. Kadınlar kahvaltısı diye bir şey yaptılar. AKP’nin lobi kuruluşu Avrupa Türk Demokratları Birliği’nin (UETD) genel kurulu toplantısı diyerek siyasetçiler geldi. Yine aynı yöntemleri kullanabilirler ama bu biraz da Türkiye’deki son kamuoyu yoklamalarına, buradaki oylara ine kadar ihtiyaçları olduğuna bağlı. Bir de gördüğüm buradaki Türkiyeli sivil toplum kurumları da Türkiye’deki seçimlere pek angaje olma niyetinde değil.

Hangi sivil toplum kurumları bunlar hükümete bağlı olanlardan mı bahsediyorsunuz?

Hepsinden. Dini örgütlenmeler kendi aralarında bir karar birliğine varmış değil. MHP, Tayyip Erdoğan’ın başkanlığını destekliyor olmasına rağmen buradaki dernekler konuyla ilgili toplantılar henüz yapmadılar. En azından dışa yönelik toplantılar yapmıyorlar kendi içlerinde yapıyorlar. CHP birlikleri daha çok seçimlere katılımı arttırmak için toplantılar yapıyor. Yurt dışındakiler sanırım biraz daha hazırlıksız yakalandı. Önümüzdeki günlerde belki bu durum değişecektir ama henüz burada dışarıya yansıyan bir hareketlilik yok.

Bu duruma UETD’de dahil mi diyorsunuz?

UETD’de dahil ama onların çalışmaları daha çok gizli daha çok kendi çevresini etkilemeye yönelik onlar da artık kamuoyunda çok fazla dikkat çekmek istemiyorlar. Görünen şu anda seçime yönelik toplantı, hazırlık, parti propagandası henüz yapılmıyor.

Almanya ile Türkiye arasında ilişkiler daha yeni iyileşmeye başladı. Türkiye ekonomisinde ciddi sorunlar var. Cumhurbaşkanı Erdoğan bu nedenle sessiz kalıyor olabilir mi? İlişkileri germek şu anda Türkiye ekonomisi açısından riskli mi olur?

Almanya ve Türkiye arasındaki siyasi ilişkilerin düzelmesi her iki ülkenin de yararına olacaktır. Her iki ülke de bu konuda ikna oldu. Türkiye’deki siyasetçilerden henüz Almanya ile ilgili bir demeç yok. Alman siyasilerden de henüz Türkiye seçimleri ile ilgili bir yorum gelmedi. En son Fransa ile ilgili herhalde Kuran’ın toplatılması konusu nedeniyle sert açıklamalar yapıldı ama Türkiye siyaseti henüz Avrupa ile ilgilenmiyor, daha doğrusu AKP henüz yurt dışı ile ilgilenmiyor.

Bildiğimiz kadarıyla 20 Mayıs’ta Cumhurbaşkanı Erdoğan Saraybosna’da, UETD’nin olağan genel kurulu toplantısına katılacak. Bir de Belçika gündemde alternatif olarak.

Benim bildiğim kadarıyla Bosna hükümeti bu toplantıyı kabul etmedi. Sanırsam, ‘Bosna kamuoyunu Türkiye’deki siyasi gelişmelere alet etmeyin’ diye bir açıklama yaptılar. Belçika’da büyük ihtimalle aynı çizgide açıklama yapacak. Ama dediğim gibi belki ihtiyaç duyarlarsa bu yasaklar konusunu zorlarlar. Hollanda da yaşanıldığı gibi. Yasak olmasına rağmen bakan oraya gitmişti. Polis engellemesi vs. o görüntüler Türkiye’de iyi işlenmişti. Buna benzer resimleri tekrar Türkiye kamuoyunun önüne sermek isteyebilirler.

29 Mayıs’ta Solingen’de yapılan ırkçı saldırıda hayatını kaybedenler için düzenlenecek anma törenine Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu’nun da katılması bekleniyor. Saldırıda yakınlarını kaybeden Genç ailesi bu anmaya siyasetin karıştırılmasını istemediklerini açıkladı. Yine de Çavuşoğlu’nun yapacağı ziyaret ilgili tartışılıyor. Çavuşoğlu sadece anmaya katılıp gider mi?

Bunun tartışılıyor olması bile beni üzüyor, özellikle Genç ailesi adına üzüyor. Çünkü Solingen Almanya’da ırkçılığın zirveye tırmandığı bir dönem ve ırkçı gelişmelerin bir dönüm noktasıdır. Ailesinin fertlerini kaybeden bir acılı aile var. 25 yıldır bu acıyı yaşıyorlar. Bu acının günlük siyasi çıkarlar için kullanılması kadar ayıp bir şey yok. Bu yapılırsa her türlü etiğe aykırı olur. Bu hem Almanya hem de Türkiye siyaseti için geçerli. Bizim asıl meselemiz, Türkiye’den kimin geleceği değil, Alman Federal hükümetinin bu konuya nasıl sahip çıkacağıdır. Alman Federal hükümeti oraya gidip, siz bizim vatandaşımızsınız, sizin güvenliğiniz bizim sorumluluğumuz altında, bundan sonra bu gibi olayların olmaması için elimizden geleni yapıyoruz çağrısını inandırıcı bir şekilde yapmadığı sürece Türkiye’den gelen siyasetçiler ister istemez rağbet görür. Bu nedenle Türkiye’den kimin geleceğinden ziyade Almanya’dan kimin geleceği önemlidir. Almanya Dışişleri Bakanı Heiko Maas geleceğini söyledi. Geçtiğimiz günlerde Berlin’de Uyumdan Sorumlu Devlet Bakanı Annette Widmann-Mauz’da bana törene katılacağını söyledi. Hatta yaptığı negatif açıklamalarla izler bırakan İçişleri Bakanı Horst Seehofer’da katılmalı. Sonuçta Almanya’da olan bir saldırıda hayatını kaybedenlerin sorumluluğunun Almanya hükümetinin üyelerinde olması gerekir. Onların sahip çıkması gerekir. Türkiye siyasetini eleştirirsiniz o ayrı konu ama Türkiye’deki siyasetçilerin burada hayatını kaybetmiş vatandaşlarının acısını paylaşmak için anma törenine katılması kadar doğal bir şey yok. Ama tabi bunu yaparken de o ailenin onurunu rencide etmeyecek şekilde davranmaları gerekir. Ben böyle olacağı düşüncesindeyim. Gelecek kişi Genç ailesinin acısını başka amaçla kullanırsa buradaki insanların bunu affetmeyeceğini düşünüyorum. Ayrıca Çavuşoğlu Solingen’e geldiği gibi Sivas katliamının anmasına da gitmelidir. Aynı duyarlılığı orada hayatını kaybedenler içinde göstermelidir. Sivas’ta insanlar farklı düşündükleri için farklı oldukları için yakıldı. Kaldı ki yıllardan beri Sivas’taki anma törenleri neredeyse yasaklanıyor, katılımcıların sayısı azaltılıyor. Siyasette güvenilir olmak için tutarlı olmak, çifte standarttan uzak olmak gerekiyor. Sivas’ı görmezden gelip Solingen’deki insanlara sahip çıkmak çifte standarttır. Beklentim Çavuşoğlu’ndan Solingen’e gösterdiği duyarlılığı Sivas’a da göstermesidir.

Anladığım kadarıyla siz bu yasakları ve bu engellemeleri, dış basının abartılı sayılacak yorumlarını iç politikada kullanılmasından dolayı doğru bulmuyorsunuz.

Evet, Alman medyası somut olmayan konular üzerinden yorum yapıyor. AKP’nin bütün milletvekilleri Almanya’ya akacakmış gibi bir psikoloji yaratıyorlar. Buradaki kamuoyu da bu konuyla ilgili yorum yapmak zorunda kalıyor. Örneğin Alman medyası bana da sordu. Ben de onlara birincisi böyle somut bir talep yok dedim. İkincisi de Türkiye’deki seçimlere şimdiden yorum yapmak insanın kendi aklıyla alay etmesi gibi bir şey. Biraz aklı olan insan Türkiye’deki seçimleri yorumlamakta zorlanır. Niye iki ay içerisinde, niye olağanüstü hal koşullarında, niye başkan adaylarına bu kadar kısa bir süre içerisinde 100 bin imza toplama zorunluluğu gibi o kadar çok ‘niye’ soruları var ki. Partilerden birisinin cumhurbaşkanı adayı hala cezaevinde. Bütün bunlar içerisinde bir seçim yorumu yapmak çok yanlış olan bir şeyi meşrulaştırma anlamına gelir. Şu anda Türkiye’de yapılan seçim bir şeyi kurtarma seçimi, ama geleceği inşa etme seçimi değil. Buna rağmen bir imkan yaratılmışsa oyunu bozmak için sandığa gitmek gerekir. Almanya Türk Toplumu olarak bizim burada çağrımız mümkün olduğu kadar insanın sandığa gitmesi ve değişimden yana oylarını kullanmasıdır. Ama şu adaya oy verin, şuna oy vermeyin gibi bir çağrımız yok.

Özel olarak desteklediğiniz bir aday veya ittifak yok mu?

İnsanlar Almanya Türk Toplumu’nun genel olarak demokrasi, insan hakları ve hukuk devleti çerçevesinde yaptığımız açıklamalarına bakarlarsa ne söylemek istediğimizi anlarlar.

AK Parti ve onunla ittifak yapan partiler dışındaki partiler için soruyorum, sizce HDP ve CHP buradaki seçmenle doğru ilişki kurabildi mi? Eksik bıraktıkları neler var?

Bütün partilerin buradaki seçmene hitap etme şekilleri burada yaşayanların günlük yaşamından ziyade soyut konulardan oluşuyor. Türkiye’nin geleceğinin inşa edilmesi, Türkiye’nin nasıl yönetileceği, kimin yöneteceği konusu buradaki insanı duygusal olarak ilgilendiriyor ama bundan fazlası ilgilendirmiyor. Bundan dolayı partiler her ne kadar seçmene seslenmek isteseler de bundan dolayı zorluk çekiyorlar. Buradaki ikinci nesil, üçüncü nesil her ne kadar Türkiye’deki gelişmelere ilgili olsa da, bu gelişmelere müdahale edecek kadar kendisini etkin görmüyor. Bundan dolayı zaten geçtiğimiz dönem seçimlere katılma oranı yüzde 50’nin altında çıktı. Büyük bir ihtimalle bu seferde aynı şekilde olacak.

Daha çok ideolojik temelli sandıklara gidiyorlar diyebiliriz herhalde.

Tabi öyle. Keşke Almanya gibi demokratik kurumlaşmanın daha yoğun olduğu bir ülkede partilerin adayları, taraftarları birlikte toplantı yapabilseler. Bir araya gelseler birlikte konuşsalar. Bütün demokratik ülkelerde olduğu gibi. Belki o zaman buradaki tartışma kültürü Türkiye’ye de yansırdı. Bu konu maalesef buradaki Türkiyeli parti örgütlerinin de gündeminde değil. Buradaki insanlara Türkiye’deki retorik ile Türkiye’deki konular üzerinden ulaşmak zor. Belki buradaki sorunları daha ön plana çıkarıp Türkiye-Almanya ilişkilerini daha nasıl ileriye taşıyabiliriz, Türkiye’nin AB sürecine nasıl katkı sağlayabiliriz, bunun için Türkiye’de nasıl bir yönetim olması gerekiyor, Türkiye’de nasıl bir sistem olması gerekiyor yani kendileri ile ilgili ağırlık noktaları bulunursa insanlara ulaşmak daha kolay olur diye düşünüyorum. Örneğin yıllardır Stuttgart’a yaşayan bir insan Çorum’da hiç tanımadığı bir insan için oy veriyor. Bu da çok yapıcı bir siyaset değil. Keşke yurt dışı da bir seçim bölgesi olsaydı ve yurt dışındaki insanlar kendi adaylarını seçmiş olsalardı. Bu İtalya, Yunanistan gibi başka Avrupa ülkelerinde mümkün. Yıllarca burada sivil toplum kuruluşlarında çalışmış insanlar mesela DİTİB’den Bekir Alboğa gibi eleştiririz veya eleştirmeyiz fakat yıllardır burada Alman kamuoyunun konuşmak içim muhatap aldığı insanlardan birisi buradaki görevini bırakıp AKP’den aday adayı oldu. Bunlar üzücü tabi. Yönünü buraya değil de Türkiye’deki siyasi gelişmelere dönen bir siyaset algısı burada bizim çalışmalarımızın önünde de engel olabiliyor.

Konu Diyanet İşleri Türk İslam Birliği’ne (DİTİB) gelmişken, geçtiğimiz günlerde camiler tekrar küçük çocuklara üniformalar giydirip onlara şehitliği yücelten oyunlar oynatılmasıyla gündem oldu. Almanya hala eleştirdikleri bu kurumla çalışmaya devam ediyor. Politikacılar, Türkiyelilere özellikle Türk-Sünni kesime camiler üzerinden ulaşabildikleri için DİTİB çalıştıklarını söylüyorlar. Sizce bu kolaycılık değil mi? Yaşadığımız yüzyılda Almanya gibi bir ülkede hala insanlara dini kurumlar üzerinden mi ulaşılmalı? Kaldı ki Türkiyeli bir çok sivil toplum örgütü var.

Almanya dini cemaatlerle onların dini cemaat statüsünden yola çıkarak birlikte çalışıyor. İslam dini Almanya’da maalesef var olan İslam örgütleri üzerinden tanımlanıyor. Var olan bu örgütlerin de Almanya’ya göre bir İslamı temsil etmeleri mümkün değil. Üç aşağı beş yukarı hepsi geldikleri ülkelerin yönetimleri tarafından bir şekilde kontrol ediliyor. Bu Faslılar için de geçerli, Bosnalılar için de geçerli, Araplar ve Türkler için de. Buradaki yaşamı gündemine alıp buradaki yaşama kendi İslami açısından katkı sunmak isteyen dini kuruluş sayısı neredeyse yok denecek kadar az. Almanya dini bir grupla çalışırken Katolik, Protestan kilisesi düzeyinde bir kurum arıyor. Bundan dolayı bizim Alman İslam Konferansı’nın önümüzdeki dönem nasıl inşa edilmesi gerektiği konusunda önerimiz oldu. Başka örgütlerin ve kişilerin de oraya çağrılması gerektiğini söyledik. Daha genişletilmiş daha kapsamlı bir tartışma yürütecek bir ortamın orada olması gerektiğini ifade ettik. Bu herhalde önümüzdeki dönem olacak. DİTİB şu anda beğenelim beğenmeyelim Almanya’daki en büyük dini çatı kuruluşu. Ancak insanların çoğu DİTİB’i bir çatı kuruluşundan ziyade cuma günleri namaza gittikleri yer olarak görüyor. Onun dışında DİTİB camileri genellikle boş. Bizim insanlarımız artık camilerde de kendilerinin yeterince temsil edildiklerini görmüyorlar. Sadece namaz kılmak için oluşan kurumlar artık insanları tatmin etmiyor. Alman siyaseti niye hala DİTİB’le çalışıyor, çünkü Alman siyasetinin çok fazla radikal değişiklikler yapmayı seven bir yapısı yok. DİTİB’i düzeltene kadar, DİTİB’le ortak işler yapana kadar herhalde DİTİB’le çalışacaklar. DİTİB’in genel yönetiminde mutlaka bir reform ihtiyacı var. O reform olmadığı sürece federal düzeyde DİTİB’le çalışmanın Alman siyaseti içinde gittikçe zor olacağını düşünüyorum. Ama DİTİB gerçekten Alman siyaseti ile birlikte çalışmak istiyor mu, buradaki yaşama katkı sunmak istiyor mu, buradaki derneklerinin güçlenmesi mi yoksa buradaki yaşamın zenginleşmesi mi doğrusu bu konularda DİTİB’in kafası çok karışık. Örneğin Almanya’da bir Yahudi düşmanlığı konusu var. Bu konuda DİTİB’in çok açıklama yaptığını görmedim. Fakat İslam düşmanlığına karşı Yahudi cemaatinin her seferinde çok sert açıklamalar yaptığını gördüm. Almanya’ya ait bir konuda DİTİB’in açıklama yapmıyor olması, farklı bir dinden insanların dışlanıyor olmasına sessiz kalması bu kurum hakkında kamuoyunda güvenilir bir intiba bırakmıyor.

Seçim sürecinde camiler Ankara ve hükümet endeksli propaganda merkezi mi olacaklar?

Olacak muhakkak. Bu camiler bizim insanımızın yoğunlukta gittiği yerler. Türkiye konusunda en fazla duyarlılığın, duygusallığın olduğu yerler. Oraya sanırım HDP dışında bütün partilerin örgütleri gidecekler en azından kendilerini gösterecekler. Ama siyasetçiler oralarda boy gösterir mi bunu önümüzdeki günlerde göreceğiz. Umarım kimse böyle bir hata yapmaz. Zaten kamuoyunun hedefinde olan DİTİB araç olarak alt yapısını böyle bir hizmete sunarsa bu DİTİB için de iyi olmaz.

Henüz Avrupa’da seçim süreci hızlanmadı herkes henüz şoku atlatmaya çalışıyor. Bu seçimler biraz da tüm taraflar için dönüm noktası bir yerde. Bu nedenle parti taraftarları arasında Almanya’da sert çatışmalı bir seçim süreci olur mu?

Bu tehlike var tabi. Toplum her ne kadar geçtiğimiz referandum sürecinden dolayı yıpranmış olsa da Türkiye’deki olayların duygusallaştırılması bu potansiyelleri arttırabilir. Ama burada ben Alman siyasetinin nasıl bir tavır takınacağını önemli buluyorum. Bence Almanya, siyaseten şu anda en doğrusunu yapıyor ve Türkiye’deki gelişmeleri yorumsuz bırakıyor. Almanya şu anda Erdoğan’ı mağdur edebilecek yorumlardan kaçınıyor. Alman siyasetinin, Alman medyasının düşman gibi görülmediği bir ortamda seçim kampanyası artık Türkiyelilerin kendi arasında bir kampanya olarak kalır. Bu da herkesin kendi seçmenini sandığa motive etmesiyle ölçülüdür. Bu şekilde giderse bir sorun çıkmayacaktır.

www.gazeteduvar.com.tr

Share

Cannes Film Festivali’nde kadınlar eşitlik için yürüdü

Bu yıl 71’incisi düzenlenen Cannes Film Festivali devam ediyor. Dün gece düzenlenen kırmızı halı geçidine kadınlar, Cannes Film Festivali jüri başkanı Cate Blanchett ile birlikte çıkarak yürüdü. Festival tarihinde bir ilk olan kadın geçidinde Salma Hayek, Claudia Cardinale, Kristen Stewart, Marion Cotillard, Léa Seydoux ve onlarca aktris, prodüktör, montajcı, dekoratör ve dağıtımcı yer aldı.

Jinnews’da yer alan habere göre Yönetmen Agnes Varda hükümetlere ve kamu yetkililerine çağrıda bulunarak ücret eşitliği yasalarını uygulamalarını istedi. Tüm kurumları karar mercilerinde eşitlik ve şeffaflığı aktif bir şekilde organize etmeye çağıran sinemacılar, “Profesyonel çevrelerimizde gerçek bir eşitlik ve çeşitlilik istiyoruz” dedi.

Organizatörler, festivalde bugüne kadar kadınlar tarafından yapılan 82 filmin yarışmaya dahil edildiğini bu nedenle kırmızı halıda da 82 kadının yer aldığını belirtti. 82 film, 70 yılı aşkın festival tarihi açısından yüzde 5’ten azını ifade ediyor.

Cate Blanchett ve Agnes Varda, “Kadınlar dünyada azınlıkta değiller, ancak endüstrimiz tersini söylüyor. Endüstrimizin tüm basamaklarının erişilebilir olmasının zamanı geldi” ifadelerinde bulundu.

Öte yandan festival bu yıl jüriyi çoğunlukla kadınlardan oluşturdu. Ancak cinsel taciz ve ayrımcılık konularında sessiz kalması dikkat çekti. 70 yılı aşkın festival tarihinde sadece 1993’te kadın yönetmen Jane Campion Altın Palmiye ödülünü alırken, Agnes Varda’ya 2015 yılında onursal palmiye ödülü verilmişti.

www.gazetepatika8.com

Share

Kadınlar AKP’ye annelik karnesini vermek için buluşuyo

Feminist Forum, 13 Mayıs Anneler Günü için yaptığı açıklamada “Doğuralım istiyorlar ama çocuğumuza başka türlü bir gelecek hayal etmeyelim, gönderecek okul kalmadı demeyelim, mahallede her okul İmam Hatip’e dönüştüğü için isyan etmeyelim. Savaşta ölmesin diye barış istemeyelim. Yetmiyor, bir anneyi diğerinden ayırıyorlar. Bazısının cennet ayaklarının altındayken bazısının yatacak yeri yok! Cenazesinde mezarından çıkarıyorlar, yuhalatıyorlar, çocuklar ölmesin dediği için suçlu ilan ediyorlar ve daha nicesi…

Gelin, 13 Mayıs Anneler Günü’nde; hayatı bize dar eden #AKPninAnnelikKarnesi’ni, bu düzeni değiştirmek için konuşmaya… Saat 17.00’de Kadıköy’deki Beşiktaş iskelesinde tefler, düdükler ses çıkaran envai çeşit aletlerimizle buluşuyor, foruma çağrı yaparak yürüyoruz; Saat 18.00’de Moda Çay Bahçesi’nin karşısındaki alanda (Potlaç alanı) forum yapıyoruz!

16 yıl oldu. Yine ve yeniden seçime giderken kime niye oy vermeyeceğimizi iyi biliyoruz. ‘Kadınlarımız’, ‘annelerimiz’ sözü alanları doldururken #AKPninAnnelikKarnesi’nde neler mi var? Ve biz bunun neresinde miyiz?” ifadeleri yer aldı.

www.gazetepatika8.com

Share

Zeynep Direk ile Cinsel Farkın İnşası üzerine söyleşi

Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi (MSGSÜ)’nde Prof. Dr. Zeynep Direk ile yeni çıkan “Cinsel Farkın İnşaası & Felsefi Bir Problem Olarak Cinsiyet” adlı kitabı üzerine söyleşi gerçekleştirilecek.

MSGSÜ Fen-Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümü’nün düzenlediği etkinlik 17 Mayıs Perşembe günü saat 15.00’da Konferans Salonu’nda gerçekleştirilecek.

www.gazetepatika8.com

Share

Feminist Forum’18 Ankara’da

Feminist Forum’18; Kadın Dayanışma Vakfı, Ayizi Yayıncılık, Kader Ankara, Gender ve Engelli Kadın Derneği’nin ev sahipliğinde düzenleniyor.

Forumda, cinsellik hakkındaki ikili düşünce sistemlerinin pek çoğunu karakterize eden tek bir ideal cinsellik olduğunu var sayan kimi özcü yaklaşımlar tartışmaya açılacak. Forum, feminizmin ve cinsellik tartışmalarındaki bazı sınırlılıklara, köçeklere, züppelere, erkek kıyafetinde kadınlara, zürefalara, norm dışılara odaklanıp yeni olasılıkları örgütlemeye davet ediyor.

Norm dışılara odaklanıp yeni olasılıkları örgütlemek Susan Hayes’ten alıntı ile başlayan çağrı metni şöyle: “İlk önce Sappho vardı (eski güzel günler). Daha sonra Antik Yunan’da kabul gören homo-erotizm ve Roma’nın aşırılıkları geldi. Sonra, iki milenyum atlandığında Oscar Wilde, sodomi, şantaj ve hapis cezası, Forster, Sackville-West, Redclyffe Hall, dönme, sansür; sonrasında panseksüeller, butchlar ve feminenler, nonoşlar (poofs), fag hagler, daha fazla sansür ve Orton. Derken Stonewall (1969), artık hepimiz eşcinseldik. Aynı zamanda feminizm de vardı ve bir kısmımız lezbiyen feministken ayrılıkçı lezbiyenlerimiz dahi oldu. Draglar, dyke’lar ve politikler … Derken AIDS geldi; AIDS üzerinden yapılan yoğun cinsel pratik tartışmaları (cinsel kimlik yerine) Amerika’da Queer hareketi doğuracaktı … İşte bunların çocuğu Queer ve şüphesiz ki problem çocuk.”

Susan Hayes (1994:14) “Cinselliğin “keşfi”yle bu konuya dair tartışmalar her zaman politikayla iç içe olmuştur. Ancak cinselliğin baskı kurma biçimindeki değişikliklerle beraber hem evrensel anlamda hem de yaşadığımız coğrafyada çok daha keskin bir biçimde politikleştiği tarihsel dönemlere tanıklık etmekteyiz. Feminist Forum’18 cinselliğe dair bu politik manevraların Osmanlı’dan Tanzimat’a, Erken Cumhuriyet’ten ve günümüze değin, sürekli yeniden müzakere edilen cinselliklere odaklanmaya, cinsellik hakkındaki ikili düşünce sistemlerinin pek çoğunu karakterize eden tek bir ideal cinsellik olduğunu var sayan kimi özcü yaklaşımları tartışmaya açmaya, feminizmin ve cinsellik tartışmalarındaki bazı sınırlılıklara, köçeklere, züppelere, erkek kıyafetinde kadınlara, zürefalara, norm dışılara odaklanıp yeni olasılıkları örgütlemeye çağırıyor.”

Programda neler var?

Forum 11 Mayıs’ta Gökçe Yiğitel ve Derya Bayraktaroğlu’nun “Bir S.C.U.M. tatbikatı” performansı ile başlayacak. Ardından 13. Kadın Kadına Öykü Yarışması’nın ödül töreni aynı mekanda yapılacak. Forumun ikinci gününde Dr. Seven Kaptan ve Prof. Dr. Arşaluys Kayır’ın yürüteceği “Cinselliği Konuşmak: Mümkün Değil Konuşmadan Anlaşmak!” atölyesi yapılacak. Aylime Aslı Demir, “Feminizmlerin farklılaşan cinsellik kavramsallaştırmaları” başlıklı açılış konuşmasını yapacak. Mustafa Avcı, 19. Yüzyılda köçekler; Ezgi Sarıtaş Tanzimat sonrası dönemde heteronormativiteyi istikrarsızlaştıran anlatılar, Sevcan Tiftik ise Türkçe edebiyatta norm kıran cinsellikler üzerine konuşacak. Son oturumda Giovanna Camerton, “Lezbiyen İlişkilerde Patriyarkal İktidar ve Kontrolü Altedebilmek” başlıklı sunumunu yapacak. Forumun son gününde Zehra Tosun’un kolaylaştırıcılığında “Kadınlar arası ilişkilerde patriyarkal çemberin dışına çıkmak” atölyesi yapılacak.

Kaynak: Çatlak Zemin – https://catlakzemin.com/feminist-forum18-11-13-mayista-ankarada/

Share

Çiçek Otlu; “Katledilenlerin cenazelerine katılmam ilk görevimdir”

ESP Genel Başkanı Çiçek Otlu ve Genel Başkan Vekili Fadime Çelebi’nin de aralarında bulunduğu sosyalistlerin yargılandığı davaya Çağlayan’daki İstanbul 25. Ağır Ceza Mahkemesi’nde görüldü.

Savunma yapan Otlu, duruşmaya götürülmemesine tepki gösterdi, “Savunma hakkım kısıtlanmıştır” dedi.

İddianamede LİMTER-İş Eğitim Uzmanı Süleyman Yeter için, “Rahatsızlığından dolayı öldü” ifadesinin yer aldığını belirten Otlu, “Bu yanlış bir ifadedir. Süleyman Yeter karakolda işkence ile katledilmiştir ve katleden polis ceza almıştır. İddianame bunun gibi yanlışlıklar ile hazırlanmıştır” dedi.

Otlu, iddianamede suç olarak gösterilen devrimcilerin cenaze törenlerine katılması ile ilgili olarak şunları söyledi: “Suruç’ta katledilen düş yolcularının, Soma’da katledilen işçilerin, Rojava’da hayatını kaybeden devrimcilerin, katledilen kadınların cenazelerine katılmam ilk görevimdir. Eğer bunlara katılmamış olsaydım, başkanı olduğum sosyalist partimdeki görevimi yerine getirmemiş olurdum.

Bir sosyalist olarak yargılanıyor olmak bizim için onurdur. Ancak kadın katilleri, DAİŞ sanıkları üye olduklarını kabul ettikleri halde serbest bırakılmaktadır. Hukuksuzluğun, yargının durumu herkesi rahatsız etmektedir. Bu ülkede herkes adalet istemektedir.

Dosyadan suç iddiası değil, sosyalist hayat görüşü ve partimizin yasal ve demokratik faaliyetleri çıkar. Bu sebeple bu dosyada yargılanan tüm sosyalistlerin ve tarafımın derhal serbest bırakılması gerekmektedir.”

Otlu’nun ardından Ali Haydar Keleş savunma yaptı, “Suruç’ta, Rojava’da yaşamını yitirenler şehitlerimizdir ve O’nların cenazelerine ve anmalarına katılmayı borç bilirim” dedi. Hasan Ocak’ın katillerinin cezalandırılmadığını belirten Keleş, “Hasan Ocak’ı katledenler yargılanmazken, O’nu anmak suç olarak gösteriliyor. Hasan Ocak’ın kim olduğunu bilmeyen savcı Cumartesi Anneleri’ne, Gazi halkına sorsun” diye konuştu.

Otlu’nun da içinde olduğu 5 kişinin tutukluluğunun devamına karar veren mahkeme heyeti, duruşmayı 27 Eylül’e erteledi.

Kaynak/ETHA

Share

Ev içi emeğin, toplumsal rolleri(!)

Bianet

Share

Nisan ayında 30 kadın katledildi

Kadın Cinayetlerini Durduracağız Platformu Nisan ayı raporunu yazılı bir açıklamayla paylaştı. Bir önceki aya göre kadın cinayetlerinde yeniden artış olduğuna dikkat çekilen raporda, “Mart ayında 8 Mart Dünya Kadınlar Günü’nün etkisiyle kadın hareketinin yükselişi, kadınların meydanları doldurması ve tüm tarafların kadına ve çocuğa yönelik şiddeti kınaması bu düşüşte etkili olmuştu. Bu tutumun devam eden günlerde sürmemesi tekrar şiddeti arttırıyor. Nisan ayında kadınlar yine kendi hayatlarına dair karar almak istediği için öldürüldü. Bu ay içerisinde öldürülen 30 kadından 10’u bu sebeple öldürüldü. Bir önceki aya göre kadın cinayeti sayısında artış oldu” denildi.

Nisan ayında kadın cinayetinin en çok işlendiği illerin İstanbul, Adana, Antep, Kocaeli olduğu vurgulandı. 3 kadının da hala yaşam mücadelesi verdiği paylaşılan raporda şunlar belirtildi: “Adana’da barda oturan 19 yaşındaki Dilek K., kimliği belirlenemeyen bir erkek ile tartışmaya başladı. Aynı kişi tarafından pompalı tüfekle saldırıya uğrayan Dilek K. ağır yaralandı, kaldırıldığı hastanede yaşam mücadelesi veriyor. Tekirdağ’da evli olduğu erkeğe boşanma davası açan Hediye B., hakkında 6 ay uzaklaştırma kararı bulunan aynı şahıs Eyüp B. tarafından delici aletle ağır yaralandı. Kayseri’de Sibel İ., ayrıldığı erkek Fuat Duygulu tarafından kesici aletle ağır yaralandı. Sibel İ.’nin hastanedeki tedavisi sürerken sanık Duygulu tutuklandı.”

Çocuk istismarı tüm hızıyla devam ediyor

Raporda, basına yansıyan haberlere göre 51 çocuğun istismara maruz kaldığı bilgisine ulaşıldığı belirtilerek, 51 çocuktan 26’sının okulda, 10’unun ise evde istismara uğradığı aktarıldı. Çocuğa yönelik istismarın bu sayıdan çok daha fazla olduğu vurgulandı.

Raporda şöyle devam etti: “Nisan ayında öldürülen kadınlardan 10’u kendi hayatına dair karar almak isterken öldürüldü; 10’unun ölüm nedeni cinayet şüphesi taşırken, 5’inin failinin neden öldürdüğü bilinmiyor. Ayrıca bu işlenen kadın cinayetlerinden 2’si kadın boşanmak istediği için gerçekleşirken; kadınlardan 2’si ekonomik nedenlerle ve 1’i ayrılmak istediği için öldürüldü. Kadınlar yakınları tarafından öldürülmeye devam ediyor. Kadınların 11’i evli olduğu erkek, 6’sı birlikte olduğu erkek, 1’i imam nikahlı olduğu erkek, 2’si oğlu ve 2’si akrabası tarafından öldürüldü.”

www.gazetepatika.com

Share

‘Erdoğan ekonomisi çökme tehlikesiyle karşı karşıya’

KÖLN – Başta Almanya olmak üzere, Türkiye ile sıcak ekonomik ilişkisi olan tüm ülkeler, Türkiye’nin her geçen gün zorlanan ekonomisinden dolayı endişeli analizler yapıyor. Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin apar topar 24 Haziran’a alınması, Cumhurbaşkanı’nın yeni seçim vaatlerinin ekonomiye etkisi ve elbette ki, Türkiye’nin kredi notunun Standard & Poor’s (S&P) tarafından düşürülmesi, yabancı ekonomistlerin yaptığı analizlerde, seçim öncesi ülke ekonomisinin darboğaza girdiğini ortaya koyuyor.

“Cumhurbaşkanlığı seçimlerinden sadece iki ay önce, Recep Tayyip Erdoğan güvenli tarafta bulunmak istiyor ve vatandaşlarına pahalı ‘iyilikler’ dağıtıyor. Ama bunu karşılayamaz. Bu nedenle, onun ‘hediye fikri’ hemen cezalandırılır.” Bu cümleler Almanya’nın önemli gazetelerinden Die Welt‘in ekonomi departmanı yöneticisi Holger Zschäptz‘e ait. Bu yazının devamını oku →

Share

ADKH Hamburg Paneli

Hamburg/ADKH’nin devam eden Irkçılığa, Emperyalist Saldırganlığa ve Yaşamın Tektipleştirilmesine karşı Örgütlü Gücümüzle Direnecegiz  kampanyasınn devam eden panellerinden biri daha   22 Nisan 2018 de Hamburg’da gerçekleştirildi.

Saygı duruşuyla başlayan panel de ilk konuşmayı Sol Parti milletvekili Mehmet Yıldız yaptı. Almanya’da gelişen ırkçılığın kısa  tarihine değindikten sonra, nasıl körüklendiği ve bugün AFD gibi bir partinin nasıl güçlendiğini anlatan sol parti milletvekili Mehmet Yıldız,  üzerimize düşen sorumluluklara dikkat çektiği sunumunda, Almanya’da ki göçmenlerin sorunlarını, din ve milliyetçilik ile nasıl körleştirildiklerini ve mücadele edebilmek için bu kitlelerle bağ kurmanın zorunluluğuna dikkat çekti.

Panelin ikinci sunumunu yapan  Deniz Parlak ise,  sekülerizm, din ve kadın konusunda  bilgiler vererek konunun önemine dikkat çekti. Sekülerizm ve bu konuda başarılı bir adım atmış olan Sovyetler Birliği’ni örnek verirken bugünkü en demokratik devletlerin dahi din ile içiçe geçmişliğine değinen Deniz Parlak konuşmasının devamında devletlerin laiklik adı altında dahi dinlerden vazgeçmedikleri, diğer inançlar üzerinde baskıcı ve eşit davranmadıklarını ifade ederken sekülerizmin laiklikten çok daha önce inaçlara karşı eşit mesafeyi gözeten, inançların kurumsallaşmasını değil, devletten bağımsızlaşmasının gerekliliğini belirtti. Deniz Parlak aynı zaman da islamiyetin kadın bakış açısını ayetler ve surelerden örneklendirerek kadını nasıl kendine göre şekillendirerek toplumu kadın üzerinden tek tipleştirilmesini erkek egemenliğinin nasıl körüklendğine dair örnekleriyle  sunumunu tamamladı.

Son konuşmayı ADKH temsilcisi yaptı. Temsilci konuşmasında Emperyalist saldırganlığın dünya üzerindeki geld,ü, son aşamaya dair sunumunu gerçekleştirdi.

Panelin son bölümünde gelen soru be yorumlar değerlendirildi. Kadın mücadelesine bakış açısında tarihsel bir hastalığın halen devam ettiğini,  kadınların az oldugu gibi yanlış değerlendirmelerin erkek egemen zihniyetin kadınları inkarı olduğu ifade edildi. Kadınlar neden mücadelede daha az yada öne çıkmıyor gibi sorular yada yaklaşımlar  tamamiyle erkek egemen anlayışın kadınları inkar etme biçimidir. Kadınlar devrim mücadeleleri tarihinin her aşamasında  mücadele etmiş, bedel ödemişlerdir. Kadınlar yapmışlardır ama görülmemiştir. Bugünde kadınlar yapıyor ama hala görülmemektedir. Her alanda olduğu gibi ırkçılık ile, din ile yaşamın her alanına dayatılan tekçi anlayışın mücadele saflarında da erkeklerin kadınların mücadelelerini görmeme gibi bir anlayışla sürdügü ifade edilerek bu çalışmaların ADKH tarafından sürekli yapılması temennileri ile panel bitirildi.

Share

Ermeni öncü kadın Zabel Yesayan’ın anısına

“Kadınlar nereye gitti?”  Bu soruyu Merih Hovnanyan Ermeni kadınlarına dair bir makalesinde başlık yapmış. Ben de bu soruya sohbetlerin birinde tanık olmuştum. Karşısındaki insanın gasp edilen Ermeni malları ve gayri mülklerine dair kendince ve tabii ki de devlet aklıyla açıklamasına karşı ona, “sen mal mülklerden bahsediyorsun da ben sana bir soru sorayım o mal ve mülk bir şekilde başkasına geçse de, harabe olsa da orada. Peki bu insanlar nereye gitti?”

Bu soru o kişiyi de beni de çok etkilemişti. O kişinin buna verilecek elle tutulur bir cevabı olmadı tabi ki, çünkü tarih anlayışında bir yere denk düşmüyordu. Soykırımı kabul etmeyen birçok insan için bu noktanın pek de bir anlamı yoktu. Türkiye Cumhuriyeti kuruluş felsefesinin tek dil, tek din, tek ulus, tek millet anlayışı doğrultusunda 1915’te Almanların örgütleyici ve bu nedenle suç ortağı olarak yer aldıkları Asuri, Süryani, Ermeni Soykırımı tarihinin hafızasında yer almıştır. Bu soykırım sonucu bu halktan kurtulanlar topraklarından ayrılarak bir sürgün diasporası oluşturmuşlardır.

Ermeni Soykırımı’nda yaşamlarını yitiren özellikle de öldürülen birçok aydın yazar sanatçı vardır. Bunların içinde gerek katliam sırasında katledilmiş, Meri Beyleryan gibi gerekse de daha sonrasında hayatını kaybeden öncü kadınlar, Elbis Gesaratsyan, Sırpuhi Düsap, Zabel Asadur (Sibil), Zabel Yesayan ve Hayganuş Mark gibi yazar kadınlar ve Fani ve Arsuyak gibi tiyatro oyuncusu kadınlar  önemli yer tutmaktadır. Tabi bu tarih ne yazık ki çok fazla yazılmamıştır ve elde bulunan kaynaklarla ortaya çıkarılan belli sayıda sanatçı feminist kadınlara dair bilgiler bulunmaktadır. Bunların içinde Zabel Yesayan öne çıkan kadın yazarlardan birisidir.

Zabel Ermeni tarihinin günümüze kalmasında önemli katkıları olmuş yazar, şair bir kadındır. Ermeni tarihinde çok sınırlı olan kadın yazılarına dair bir ses olması açısından önemlidir. Zabel aynı zamanda  24 Nisan 1915’te yakalanacaklar listesinde adı olan tek kadındır. Üsküdar’da 1878’de doğdu ilk edebi eseri 1895 yılında yayınlandı. Edebiyat ve felsefe okudu. Yazılarında kadın hakları ve kadınların toplumsal yaşamdaki konularına yer verdi ve yazıları Fransızca ve Ermenice dergi ve gazetelerde yayınlandı. Adının geçtiği ölüm listesinden ancak bir hastanede saklanarak kurtuldu.  Zaten okumaya ve eğitime çok önem veren bir kadındı ve ulusal meseleler, siyaset ve edebiyata meraklıydı. Katıldığı edebiyat siyaset konulu sohbetler sayesinde birçok edebiyatçı ile tanışma fırsatı oldu. Bu sohbetler sonucu kendisinin nasıl bir edebiyat ve siyaset güzergahına gireceğini belirledi. Cumhuriyetin kuruluşunun özünde diğer halklara bir yarar getirmediğini kısa zamanda görenlerdendi ve halkı devrime çağırmaya başladı. Taşnaksuyun partisine üye oldu ancak bir süre sonra sosyalist ilkelerden uzaklaşan partiden ayrıldı.  Zaten kendisini feminist olarak tanımlıyordu. Kadının toplumsal konumuna daire söylenenlerin daha net ve keskin söylenmesi gerektiğine inanıyordu. Toplumun en alt kısmında bulunan kadın ve erkeklerin sömürülmesinin, ezilmişliğinin vurgulanması gerektiğini savunuyordu ve yine kadının kurtuluşunun da tüm sisteminin değişmesi ile mümkün olacağını söyleyerek kendi yaşamını da buna göre düzenlemeye çalışıyordu.

1909’da Adana (Kilikya)’da gerçekleştirilen Ermeni katliamları üzerine olayları incelemek için gönderilen heyetin içinde yer aldığı zaman nasıl bir durumun içine düşeceğine dair bir öngörüsü yoktu. Amacı yetim kalan çocuklar için bir yetimhanenin yapılmasında yer almaktı. 3 ay boyunca araştırmalar yaptı orada.  Yaşanan katliama birebir tanık oldu.  Yıkıntılar arasında yok olan bir halkı gördü ve “Yıkıntılar Arasında” kitabına dönüşecek mektuplarını gün be gün yazdı.  Kitabının bir yerinde şöyle anlatıyordu “Tekrar ediyorum hepimizde kana bulanmış ülkemizin bazı gerçeklerini bilmeli görmeli ve bu tabloya cesaretle korkusuzca bakmalıyız” diyordu. Çünkü Zabel’in gördüğü tablo korkunçtu ve o tarihte korkusuzca anlatılmalıydı. Bazı kaynaklara göre içinde Yunan ve Asurilerin de olduğu 30000 Kişinin öldürüldüğü yazılıyor ama kesin sayı net değil.

Ermeniler o dönemde birçok yerde olduğu gibi o yörenin de kalkınmasında önemli bir role sahiptirler. 2. Meşrutiyet’in ilan edilmesi ve yaşanan devrim coşkusu Müslümanları rahatsız etmiştir. İttihad-ı Muhammedi’ye Cemiyeti’nin Adana’da şube açmasıyla toplantılar başlar ve kışkırtıcı çıkışlar gözlemlenir. 13 Nisan’da toplanan kalabalık İstanbul’dan gelen İsyan haberi üzerine saldırılarını başlatır. Saldırılar sırasında Adana’da bulunan birçok yabancı insan da bu saldırılara maruz kalır. Saldırılar aslında bastırılabilecekken dönemin Adana Valisi, İstanbul’dan gelecek haberleri beklerken bir şekilde bu saldırılara kayıtsız kalır ve askerlerini göndererek onların müdahale etmesini ister. Müdahale eden askerler de saldırılara dahil olur ve orada katliamın daha da büyük olmasına sebep olurlar.

Zabel, yaşanan bu katliamı yerinde incelemek ve orada yetimhane kurmak için görevlendirilir. 3 ay orada yaşananları mektup olarak eşine yazar ve “bunları sakla günü gününe izlenimlerimi aktarıyorum lazım olabilir” der.  Zabel oradaki görevini tamamlayamaz ve kaçmak zorunda kalır. Yazılarında yaşananlara elinden geldiğince tarafsız bir şekilde bakmaya çalışır ve o şekilde not eder. “Ermeni köylerinin yanında adeta küstahça dimdik ayakta kalmış olan Türk mahallelerine bakarken, cezasız kalan katillerin yılışık bakışlarını görürken tüm bunları objektif bir şekilde kaleme almaya büyük bir çaba ve özen gösterdiğimi belirtmek isterim” diyordu Zabel. O edebi tarihe katkıları olan Ermeni kadınlardan sadece bir tanesiydi.  Osmanlı kadın hareketinin tarihinde adı geçmeyen Ermeni kadınlardan birisiydi ve öncü bir kadındı.  Yazımızı yine onun kitabındaki sözleri ile bitirelim. “Ne bu anlatılanlar, ne o küller içinde debelenen Ermeniler, ne dehşetin sarhoşluğunu üzerinden atamamış, gözlerinde acı ve şaşkınlık okunan yetimler, ne de kayıplarının acısıyla kıvranan dullar. Bunların hiçbiri yetmez o cehennem günlerinde Adana’da yaşananların karanlık ve gerçek derinliğini tam olarak kavramamamıza”

Sürgünde geçen bir ömrün yaşayanıdır Zabel. Geçen acı ama aynı zamanda mücadele dolu yıllar ve arkasında bıraktığı yazılı tarih bir dönemin tanıklığı adına önemli bir izdüşümdür. Zabel unutulan/unutturulan tarihin cesur yazıcılarındandı. Tarih O’nu unutmayacak.

Not: Zabel’in sözleri Aras Yayıncılıktan çıkan “Yıkıntılar Arasında” kitabından alınmıştır.

Aycan Solmaz

Share

Hindistan’da çoğu kadın 37 Maoist gerilla yaşamını yitirdi

Hindistan devlet güçleri, Maharashtra eyaletindeki ormanlarda yer alan Maoist gerilla kampına bir dizi saldırı düzenledi. Son operasyon pazartesi akşamı Gadchiroli kasabasında gerçekleşti ve 6 gerillanın çatışmalarda hayatını kaybettiği bildirildi.

Pazar günü ormanlık alandaki kamp kuşatma altına alınmış ve yoğun bir şekilde ateş altına alınmıştı. Yetkililer, alanda 31 gerillanın cenazesini bulduklarını bildirdi. Bunlardan 15’i bir ırmakta bulundu. Yetkililer hayatını kaybeden gerillaların çoğunun kadın olduğunu belirtti.

Gerilla kaynaklarının bu konudaki herhangi bir açıklamasına ulaşılamadı. Operasyonun hangi koşullarda gerçekleştiği, hayatını kaybedenlerin tümünün gerçekte gerilla olup olmadığı öğrenilemedi.

ANF

Share

103 yıl sonra Türkiye: Erdoğan’dan anma, soykırım pankartlarına gözaltı

Gazeteciler Pakrat Estukyan, Anjel Dikme ve Yetvart Danzikyan ile soykırımın 103. yılında Türkiye’nin Ermeni politikasını konuştuk.


ARTI GERÇEK- Bugün 24 Nisan Ermeni Soykırımı’nın 103. yıldönümü. Katliam başta İstanbul olmak üzere Türkiye’nin farklı bölgelerinde çeşitli etkinliklerle anılıyor. Bunlardan biri Sultanahmet’te 103 yıl önce sürgün edilen Ermeni aydınlarının tutulduğu ve bugün ‘Türk İslam Eserleri Müzesi’ olarak faaliyet gösteren cezaevi önündeki anmaydı. Bu anmada 3 kişi pankartlarda ‘soykırım’ yazdığı gerekçesiyle gözaltına alındı. Peki 103 yıl sonra büyük trajediye neden olan Türkiye’de soykırıma karşı tutum ne? Erdoğan’ın anma mesajlarının topluma ve sokağa yansımaları nasıl? Soykırıma ikircikli tutumun 24 Haziran’a yansımaları nasıl olacak? Bu soruları Agos gazetesi yazarı Pakrat Estukyan, Nor Radyo programcısı yazar Anjel Dikme ve Agos Gazetesi’nin Genel Yayın Yönetmeni Yetvart Danzikyan’a sorduk.

PAKRAT ESTUKYAN: 1915 UNUTULACAK BİR KONU DEĞİL

Pakrat Estukyan, Türkiye’de yaklaşık 10 yıldır sokaklarda anma yapabilmelerinin olumlu bir gelişme olduğunu söylüyor. Konunun toplum nezdinde yavaş da olsa karşılık bulmaya başladığını belirten Estukyan, “Yıldönümü nedeniyle anmalar var. Oralarda bulunacağız. Cumhurbaşkanı Erdoğan 24 Nisan 1915 için bir metin yayınladı. Birkaç yıldır yayınlıyor. Ancak bu metinlerde hiçbir zaman “soykırım” kelimesi geçmiyor. O tehcir diyor. Yani devletin inkâr politikası asla değişmiyor. Ancak artık toplum nezdinde yavaş da olsa bu konu görünür oldu. Tabanda bir karşılık buluyor. 1915 öyle unutulacak, üzeri örtülecek bir konu da değil” diye konuşuyor.

Estukyan, yaklaşan seçimlerde Ermenilerin nasıl tutum alacaklarına ilişkin olarak da şunları söylüyor: Bu seçim boyutları ve sonuçları itibariyle derin anlamlar içeriyor. İlk defa panik bir biçimde seçim kararı alındı. Ekonomi kötüye gidiyor. Ekonomik ittifak yapabileceği kimse kalmadı. ABD ve AB ile NATO partneri olmasından dolayı stratejik bir ortaklığı vardı. Şimdi Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın olumsuz sözleriyle karşı karşıya kalıyorlar. Ülkeler peş peşe “Erdoğan buraya gelmesin” diye sert açıklamalar yapıyor. Gidişat kaygı verici, istikbal de sıkıntılı. Durum böyle olunca Ermenilerin tutumu da Türkiye’de yaşayan halklardan farklı değil. Sonuçta Ermeniler de bu toplumun bir parçası. Hükümete destek verenler de var, bu kutuplaşmadan rahatsız olan, daha demokratik bir ülkede yaşamak isteyen ve muhalif kesime destek verenler de var.

ANJEL DİKME: ACILARIMIZI SEN YAŞAMA DİYE ANLATIYORUM

Anjel Dikme ‘soykırıma maruz kalmayan bir halkın kendi acılarını anlamasının mümkün olmadığını söylüyor. Soykırım hakkında üretilen cümlelerin kendisini yanlız hissettirdiğini dile getiren Dikme, “Acılarımızı anlayan kimse yok. Doğum yapmamış birine doğumu, o sancıyı anlatabilir misin, anlatamazsın. Birinci derece yakınını kaybetmeden kimse ölümün acısını anlayamıyor. Soykırıma maruz kalmayan bir halkın bizim acımızı anlaması mümkün değil. Belki biz de anlaşılmayı beklememeliyiz artık. Bu acıda biz çok yalnızız. Bizim gibi acılar yaşayan halklar belki bizi anlayabilecek” diye konuşuyor.

Dikme, Pakrat Estukyan’ın “En azından artık soykırımı kamuda konuşabiliyoruz. Son on yıldır sokaklarda anma yapabiliyoruz. Bu bile çok önemli” sözlerini şöyle değerlendiriyor: Tabii ki öyle doğru söylemiş, bunları küçümsemiyorum. Ama bugün bir video gördüm, ‘seçimlerde oy kullanmayacağız, biz hilafet istiyoruz’ diyen bir sürü insan toplanmış. Toplum hala aynı yerde, zihniyet aynı. Eline kılıcı alan kesmeye hazır ve bize hala Ermeniler bunu yaşamadı diyorlar. Bu inkar bizi mahveden bir şey… Dört kuşaktır aynı şeyleri yaşıyoruz. Ölülerimizi gömemiyoruz, iyileşemiyoruz. Adalet yerini bulmadığı sürece iyileşemeyeceğiz.”

Doğdukları yerde ölme haklarının ellerinden alındığını belirten Dikme, “İnsan doğduğu yerde ölebilmeli. Hiçbir insan bu kadar acıyı hak etmiyor. Bu acıları anlatırken derdimiz mızmızlanmak değil. Mücadeleye de devam ediyoruz. Bunları yazıp çizerken, anlatırken diğer halklar bizim yaşadığımız acıları yaşamasın istedik. Bütün yazılarımda bu görülür. Kürt halkına iki mektup yazdım aynı yanlışları yapmayın diye. Bütün halkların artık birleşmesi lazım” diye konuşuyor.

“Acılarımızı paylaşırken küfür yemekten bıktık” diyen Dikme sözlerini şöyle tamamlıyor: Çocukluğumuzda sadece biz vardık, öteki ‘gavur’, diğerleri Müslüman Türk’tü. Şu anda o Müslüman Türk kesim ikiye bölünmüş durumda. Bir kibrit çakılsa ülke patlayacak bomba gibi. İnsanların bu devlet aklının nasıl işlediğini artık anlamaları gerekiyor. Laik kesim bugün onların ‘gavuru’. Müslüman doğmuş ama onların anlayışına göre yaşamıyor diye şimdi onları hedef alıyorlar. Hep bir ‘gavur’ yarattılar. Bunu anlamaları gerekiyor. Acılarımızı paylaşırken küfür duymaktan bıktık. Acılarımızı bana ağlasınlar diye anlatmıyorum. Sen yaşama diye anlatıyorum. Biz acılarımızı biliyoruz, kimsenin kabul etmesine de gerek yok. Ama bu inkar delirtiyor artık.”

YETVART DANZİKYAN: ERMENİLERİN GİDİP ANMA YAPABİLECEĞİ BİR ANIT HALA YOK

Yetvart Danzikyan, Türkiye’nin soykırıma ilişkin tutumunu bugün yaşanan gözaltıları örnek vererek başlıyor: Her şeyin iç içe geçtiği bir gün. Ermenistan’da yaşananlar yıldönümüne damgasını vurdu. Sarkisyan’ı istifaya zorlayan inisiyatif topluca 1915 anıtına gitti. Diğer taraftan Türkiye’de İHD’nin yaptığı anmada pankartlarda soykırım yazıldığı için 3 kişi gözaltına alındı. Bir taraftan da Erdoğan taziye mesajı yayınladı. Burada da sıkıntılı bir durum var.

Ermeni yurttaşların gidip çiçek bıracakları, anma yapabilecekleri bir anıtın hala olmadığına dikkat çeken Danzikyan, “Ermeni yurttaş böyle zor bir denklemde hem anmayı yapmaya çalışıyor hem de ‘bir şey olacak mı izin verilecek mi verilmeyecek mi konuşulacak mı ne kadar konuşulacak’ bunun endişesini yaşıyor. Bugüne kadar soykırım anmasında, soykırım yazıyor diye gözaltı olmamıştı. Dolayısıyla karmaşık bir ruh hali var” diye konuşuyor.

“Peki bu kafası karışık tutum Ermeniler’in seçimdeki tercihlerine nasıl yansıyacak?” Danzikyan, bu soruya Türkiye’deki parçalı tablonun Ermeniler için de geçerli olduğunu söyleyerek yanıt veriyor: Ermeni halkı da tıpkı diğer toplumlar gibi çok tabanlı. Her topluluk içinde farklı farklı görüşler var. Bir halk topluca şunu düşünüyor demek doğru olmaz. Hala belki iş insanları arasından AKP’ye oy verecek olanlar çıkabilir. Ama Türkleşme, İslamlaşma, MHP ile koalisyondan rahatsız olmuş olanlar buna tepki gösterip başka partilere oy verebilir. HDP’ye oy verenler tabii ki olacaktır, bu da mümkün. 60-70 bin kişi adına konuşmak doğru değil. İçlerinde politikayla ilgilenmeyenler, oy kullanmayanlar da var.  Türkiye siyasetinden uzak kalmaya çalışanlar da var.

www.artigercek.com

Share

Osmanen Germania: Bir suç örgütünden çok daha fazlası

KÖLN – Stuttgart-Stammheim’da yoğun güvenlik önlemleri altında, 26 Mart 2018’de aralarında Mehmet Bağcı (47), Selcuk Şahin (38), Levent Uzundal (35) ve Toni Wörz’ün bulunduğu, Osmania Germania adlı çetenin 8 sanığının davasına, savcı Michael Wahl ve ekibinin 2 yıl boyunca hazırlandığı, kötülüğün emir komuta zincirinde, zayıf olanın gereğinde öldürüldüğü, kör bir itaatle, para, iktidar ve yanlış bir milli gururun peşinde koşulduğunu gösteren, içinde neredeyse işlenebilecek tüm suçları barındıran iddianamenin bir buçuk saat boyunca okunmasıyla başlanmıştı.

İddianamede özellikle 2 olay öne çıkıyor: 2016 Kasımında Bahoz grubundan birinin, çete üyeleri tarafından hastanelik edilmesi; olay yerinden geçenlerin polisi araması sayesinde saldırıya uğrayan kişi, hunharca katledilmekten kıl payı kurtulmuş. Yerde yatan karşı grup üyesini sopa ve baltalarla yaralamaya devam eden 20 kişinin “Saldırın! Bir daha ayağa kalkamasın!” dendiği söyleniyor. Bu cinayete teşebbüs olayının ardından, Hessen eyaleti savcılığı Osmanen Germania çetesi hakkında soruşturma başlatarak, Bağcı ve Şahin’i bu şiddet olaylarıyla bağdaştırmış..

Kendi karşıtlarına yaptıklarının yanı sıra, iddianamenin ikinci boyutunu, çeteden ayrılmak isteyenlere yapılanlar oluşturuyor: Para cezasının yanında, fiziksel işkence, psikolojik şiddet ve ölüm tehdidi, ayrılanların katlanmaları gerekenlerden bazıları. İddianamedeki bu çerçevedeki bir olay, bu faşist yapının ne kadar insanlık dışı olduğunu gözler önüne seriyor: Bir Kürt’e uygulanacak şiddete katılmayacağını dile getiren bir üyelerine, 3 gün boyunca çeşitli işkenceler edilmiş. Para, değerli eşyalar ve araba gibi şeyleri vermesine rağmen, dişleri kırılmış, çeşitli işkencelere uğramış, bacağına silahla ateş edilmiş. Kurbanın kaçmayı başarmasının ardından Bağcı, polisin dinleme raporlarından anlaşıldığı üzere, olayları çarptırmak için tanıkları satın almaya çalışmış.

Garip olan, olaydan iki gün sonra eyaletin Anayasayı Koruma Dairesi, bu sokak çetesini gözlem altında tutulması için gerekli yasal taban bulunmadığını açıklaması: “Eldeki verilere göre bu sokak çetesi, Almanya özgür demokratik düzenini tehdit edecek bir örgüt değil; ancak bu gruptan çeşitli kişilerin Almanya düzenini bozma girişimleri olup olmadığı mütemadiyen denetlenmekte.”

Tanıklardan Cem S., boks kulübü ararken, bu saldırgan örgütün eline nasıl düştüklerini anlatıyor: Daha ilk günden çeteden ayrılmak isteyen birisinin, bıçakla yaralandığına, dövüldüğüne şahit olunca, kendisi ve arkadaşları derhal ayrılmaları gerektiğini anlamışlar. Ancak korktuklarından, katılma ritüelinin bir parçası olarak, kendi kendileri bıçakla yaralamak zorunda kalmışlar. Sonra katılmama kararlarını bildirince, tekrar şiddete maruz kalmışlar. Toplantının yapıldığı yere, çeteden şüphelenen polisin yerleştirdiği kameranın kayıtlarından, tanığa ve diğer iki genç arkadaşına nasıl işkence edildiği, mahkemede gösterildi. Hatta onlardan PKK bayrağına idrar yapmak ya da kusmanın yanı sıra, bir de 500 Euro dernekten ayrılma harcı şart koşulmuş. Emri veren yerel sorumlu Mustafa Kılınç’ınsa Türkiye’ye kaçtığı düşünülüyor.

Bugün davanın 4. gününde, çeteden ayrılmak istediğini söyleyen ve şiddete maruz kalan diğer iki kurban dinlenecek. Dinlenecek tanıklardan biri, 30 çete üyesinin saldırısına uğrayan iki Kürt’ten biri.

ÇETE SİYASET İLİŞKİSİNİN ALMANYA AYAĞI

Bu davanın en önemli tarafı, sıradan bir ceza davası olmaması. Almanya’daki bu milliyetçi çetenin ortaya çıkışı, ciddi bir siyasi boyuta sahip: Hessen ve Baden-Württemberg’deki müfettişler, uzun zamandır AKP’li yetkililerin bu çeteyi Alman topraklarında kendilerinin sopası olarak kullandıklarından şüphe ediyorlardı. Savcıya göre, davanın hazırlandığı sırada bunun bir kanıtı yoktu. Tüm dinleme protokollerinin değerlendirilmesi gerekiyordu ama savcılık elindeki iddianameyle daha fazla beklemek istemiyordu. Konuyu araştıran yetkililer, Osmanen Germania çetesi ile AKP’nin Avrupa’daki lobi örgütü olan Avrupa-Türk Demokratları Birliği (UETD) arasındaki bağlantıları tespit etmişlerdi. Bu tespitlerde, kamuoyuyla paylaşılan bilgileri önceki yazımda okuyabilirsiniz.

Stuttgart ceza davası, çete, UETD ve AKP arasındaki ilişkiye herhangi bir açıklık getirmeyecek. Ancak, mülteci krizinin en parlak günlerinde Stuttgart’ta çete mensuplarının mülteci kamplarında özel güvenlik olarak çalışıp, iyi paralar kazandıkları ortaya çıktı. Çetenin kasasına taşeron firmanın alt taşeronu olarak 12 bin 500 Euro girmiş. Bir suç çetesinin, ödenen vergilerden kasasına para aktarmış olması, Alman yetkililerin açıklığa kavuşturması gereken bir sorun. Türkiye hükümetiyle ilişkisi olduğu iddia edildiği halde, küçük ölçekte de olsa bu çetenin devlet kurumunun içine sızmış olması, politik açıdan tahrip edici nitelikte. Baden-Württemberg Eyalet Parlamentosu Hür Demokrat Parti (FDP) Meclis Grubu Başkanı Hans-Ulrich Rülke, Almanya Federal Parlementosu’nun çetenin AKP ve UETD arasındaki ilişkiyi araştırması için bir komisyon kurmasını talep etti. Rülke, Baden-Württemberg İçişleri Bakanı Hıristiyan Demokralar Birliği’nden (CDU) Thomas Strobl’u, Osmanen Germania çetesini yalnızca organize suç örgütü olarak ele almakla suçluyor. Rülke, “Strobl açıkça, Şansölye Angela Merkel’in mülteci anlaşmasına yardım etmek için Erdoğan’ı koruyor” iddiasını dile getiriyor.

www.artigercek.com

Share

Emperyalist sömürü ve savaşlara karşı, sosyalizm yolunda; 1 Mayıs’ta Alanlara!

1 Mayıs’ı yaratan kahraman işçi sınıfı kanlarıyla öğrettiler; KURTULUŞ YOK TEK BAŞINA, YA HEP BERABER YA DA HİÇ BİRİMİZ! Bu gerçeği kuşanan Dünya’nın ezilen halkları ve ulusları, kapitalist barbarlığa karşı sosyalizmin zaferini er ve ya geç ilan edip, hak ettikleri geleceği yaratacaklardır.

ADHK (15-04-2018) Dünya işçi sınıfının, tüm emekçilerin ve ezilenlerin; mücadele, birlik ve dayanışma günü şanlı 1Mayıs kutlu olsun.

Dünün vahşi sömürü ve zulüm koşullarına karşı enternasyonal proletaryanın vermiş olduğu mücadele ve elde ettiği kazanımlar biz isçi sınıfına ve ezilenlere gururla bıraktığı tarihi miraslardır. Bırakılan bu miras ve haklılığın verdiği güçle alanlara çıkanlara selam olsun.

Bugün dünya ve insanlık daha büyük savaşlar, katliamlar ve sömürüyle karşı karşıya. Kürdistan üzerindeki paylaşım savaşları Efrin’in işgal edilmesiyle sınırlı olmadığı gibi emperyalistlerin kendi aralarındaki dalaşın arenası sadece Ortadoğu değil aksine, Amerika’dan Asya’ya tüm halklara dayatılan açlık, yoksulluk ve etnik savaşlar ile biz isçi sınıfını, emekçileri ve ezilenleri bölüp parçalayarak sömürü ve talan sistemlerini sürdürmektedirler. Bunun için bugün daha güçlü ve inançla 1Mayıs ruhunu alanlara taşımak ve bizden çaldıkları her şeyi geri alacağımızı haykırarak ve her gelen günü mücadeleyle karşılamaktan başka bir yolumuzun olmadığını, bütün bu gelişmelerle tarih bize bir kez daha göstermektedir.

İnsanca yaşamak ve emeğimizin özgürlüğü için ücretlerimizin ana ve taşeron firmalar arasında adeta paslaşarak ucuzlaştırılıp bizleri köleleştiren artı-değer sistemini değil, insani ve doğayı koruyan değerler sistemi için;

Din, dil, irk ve milliyet farklılıkları adı altında çizdikleri sınırların içine bizleri hapsederek mezhepçilikle, ırkçılıkla, milliyetçilikle dil ve kültürler üzerindeki baskılarıyla her gün körükledikleri düşmanlığı değil her türden sınırları aşan isçilerin ve emekçilerin kardeşliğini, birliğini ve başta Kürt ulusuna uygulanan ulusal zulme karşı dünyanın her yerinde, eşitlik ve adalet için;

Emperyalistlerin çıkar savaşları; halkların birbirini katletmesini, yerinden yurdundan ederek göçe zorlanmalarını ve göç yollarında hayatlarını kaybetmeleriyle son bulmamaktadır. Zorla yerlerinden koparılıp mülteci yaşama  zorlanıldığı Avrupa ülkelerinin en zor şartlarına terkedilmeleri, ırkçılık ve milliyetçilik ile kuşatılarak bir kez daha insanca yaşam haklarının ve onurlarının işgal edilmesi ile yüzleşmektedirler. Bunun için ırkçılık, milliyetçilik gibi insanlık ayıbı, örgüt ve parti ve politikaların biz isçi ve emekçiler arasındaki kardeşlik ve dayanışmayı parçalamasına izin vermeyecek enternasyonal proletaryanın dayanışma ruhuyla savaşlara karşı mücadele etmek için;

Toplumsal cinsiyet eşitsizliğini temel alan ve bunu her alanda derinleştiren ayrımcılığın ve eşitsizliğin doğallaştırılmasına, kadının emeği, iradesi ve bedeni üzerindeki sömürü, baskı ve denetimi besleyen ücret eşitsizliğini, yasaları, dinleri, töreleri ve gelenekleri reddediyor her türden insan ticaretini; vergilendirerek yada “kaçakçılık” ile meşrulaştıran insanlık suçlusu bu sistemi yıkmak için;

Doğal felaketlerin artması ve yaşamsal kaynakların zehirlenmesi emperyalizmin doymak bilmez kar hırsıyla tükenişe doğru hızla yol almakta. İçine sürüklendiğimiz savaşlara nükleer silahlar eşlik ederken doğanın ve tüm canlıların sonunu hazırlayan kimyasal üretime, nükleer silahlanmaya, militarizme ve hâksız savaşlara karşı barışın ve doğanın korunması için;

Milyonların asgari ücret ve emeklilik maaşlarıyla bile açlık ve yoksulluğa mahkûm edildiği günümüzde, işsizliğin katlanarak artmasını görmeyip tekellerin karlarındaki yükseliş grafiğini başarı olarak gören asalaklığı alaşağı etmek için;

Çocukların ve gençlerin düşünsel olarak tek tipleştirilip, not adı altında yeteneklerinin körleştirilip hırs ve rekabete sürüklenerek emperyalizmin ihtiyaçları için eğiten sisteme karşı doğanın ve toplumların çıkarlarını esas alan yeteneklerini geliştirebilecekleri eşit ve özgür eğitim için;

Sağlığın, eğitimin, ulaşımın, barınmanın ve yaşam ihtiyaçlarımızın demokrasi adı altında seçimlerde malzeme yapılmasını değil, parasız olarak, toplumsal garanti altına alınması için;

Emperyalizme karşı tek ses, tek yürek, tek yumruk olup hep birlikte enternasyonal proletaryanın mücadele ruhuyla haykıralım;

1 Mayıs’ı yaratan kahraman işçi sınıfı kanlarıyla öğrettiler; KURTULUŞ YOK TEK BAŞINA, YA HEP BERABER YA DA HİÇ BİRİMİZ! Bu gerçeği kuşanan Dünya’nın ezilen halkları ve ulusları, kapitalist barbarlığa karşı sosyalizmin zaferini er ve ya geç ilan edip, hak ettikleri geleceği yaratacaklardır.

Bu devrimci inanç ve coşkumuzla tüm Dünya dilleriyle haykırıyoruz;

Selam olsun emperyalizme ve her türden gericiliğe karşı savaşanlara!

Selam olsun 1 Mayısta sömürüye ve zulme karşı haykıranlara!

Selam olsun devrimin Şanlı yolunda yürüyenlere!

Yaşasın Enternasyonal Proletaryanın Birlik, Mücadele ve Dayanışma Günü 1 Mayıs!

ADHK (Avrupa Demokratik Haklar Konfederasyonu)

ADKH (Avrupa Demokratik Kadın Hareketi)

SYM (Sosyalist Gençlik Hareketi)

1 Mayıs 2018

Share

163 kadın örgütünden kimyasal hadım tasarısına tepki

Adalet Bakanlığı tarafından hazırlanan ve kimyasal hadım yöntemini içeren tasarı yarın TBMM’de görüşülecek.

Tasarıya karşı çıkan 163 kadın örgütü “Erkek şiddetini görünmez kılan yasa tasarısına itiraz ediyoruz” başlığıyla ortak bildiri yayımlandı.

Yasa tasarısının çocukların haklarını merkeze koymak yerine çocuk istismarını arttırdığı belirtilen metinde,  “İlgili tarafların görüşü alınmadan özensizce hazırlanmıştır.  Çocuklara yönelik cinsel istismar durumunda faile yönelik cezaları artırmayı esas alan tasarı, bu vakaların toplumsal ve psikolojik nedenleri araştırılmadan yargılamalardan kaynaklanan sorunları ayrıntılı olarak tespit edilmeden hazırlanmış olduğundan mevcut sorunları çözmeyeceği gibi, yeni sorunları da beraberinde getirecektir. Bu nedenle, kadın ve LGBTİ+ örgütleri olarak, bu yasa tasarısına itiraz ediyoruz. Devletin görevi çocukların cinsel istismara maruz kaldığı şartları ortadan kaldırmak ve koruyucu, önleyici hizmetleri kurumsallaştırmaktır. Çocuğa yönelik cinsel istismar erkek egemen sistemin ortaya çıkardığı ve meşrulaştırdığı bir şiddet türüdür. Çocuğa yönelik cinsel şiddet, çocuğun üzerinde kurulan iktidar ve gücün kötüye kullanımı ve tahakkümün bir sonucudur. Bu nedenle, çocuğa yönelik cinsel şiddet konusu sadece faillerin cezalandırılması ile çözülemez. Anayasa’nın 41/2 maddesi ve Türkiye’nin imzaladığı uluslararası çocuk hakları sözleşmeleri uyarınca, devletin öncelikli görevi, çocukların cinsel istismara maruz kaldığı şartları ortadan kaldırmak, koruyucu ve önleyici hizmetleri kurumsallaştırmaktır. Çocuk istismarına suç ve ceza eksenini aşan daha geniş perspektiften, disiplinler arası bir yaklaşımla ve hak temelli bir çocuk koruma anlayışıyla çözüm bulunması gerekmektedir. Çocuk haklarına dayalı bütüncül bir çocuk politikası hayata geçirilmeli, konuya ilişkin bilimsel verileri, yaşanan deneyimleri, nedenleri dikkate alan, ilgili tarafların ve sivil toplum kuruluşlarının demokratik katılımıyla çocuk haklarını merkeze alan bir düzenleme yapılmalıdır” denildi.

Sessizlik cinsel şiddeti arttırır

Cezaların artırılmasının çözüm olmadığı belirtilen metinde, tam tersine cezasızlık riski yarattığının altı çizilerek şunlar ifade edildi: “Öncelikle hak temelli, önleme ve koruma odaklı bir çocuk koruma sistemi kurulmalıdır” denilen metinde şu ifadelere yer verildi: “Devlet çocuğu, çocuk suç faili olsa da korumakla yükümlüdür. Aşırı derecede ağırlaştırılmış cezalar, failin çocuk ve ergen olduğu durumlarda büyük adaletsizliklere ve yeni toplumsal sorunlara yol açacaktır. Cinsel istismar bir şiddet türüdür, hastalık değil, suçtur. Kişinin onayı olmaksızın cinsel isteğin ilaçla baskılanması gibi tıbbi uygulamalarla suçu cezalandırmaya çalışmak insan haklarına aykırıdır. Tasarı, basit cinsel saldırı ile cinsel taciz dışındaki cinsel suçlarda cinsel isteğin ilaçla baskılanmasına yönelik tıbbı müdahale öngörmektedir. Suçluyu kişinin onayı olmaksızın tıbbi uygulamalarla cezalandırmaya çalışmak insan haklarına aykırıdır. Sorunun ataerkil, cinsiyetçi sistemden kaynaklanan toplumsal boyutlarının göz ardı edilerek bireye indirgenmesi yaklaşımının bir ürünüdür. Kısas, linç gibi çağdışı cezalandırma yöntemlerinin önünü açacak tehlikeli bir adımdır.  Yayın yasağını içeren madde ‘çocuğun üstün yararını gözetme’ iddiasına karşın, toplumun suç ve suçla ilgili doğru bilgilenme ve denetleme hakkını ihlal edici niteliktedir. Tasarı çocukların cinsel istismarına ilişkin suçların soruşturulması ve kovuşturulması aşamasında yapılan yayınların yasaklanmasına ilişkin düzenlemeler öngörmektedir. Tasarıda yapılacak kısıtlamaların içeriği ve niteliği belirsiz olduğundan, habere konu olayın tamamen karartılması riskini de beraberinde getirmektedir. Sessizlik cinsel şiddeti arttırır. Toplumun haber alma ve doğru bilgilenme hakkını ihlal eden bu düzenleme, toplumun konuya ilişkin duyarlılığına da sekte vurma, sansür ve oto sansür uygulamalarını genişletme riski taşımaktadır.”

‘Tasarı ivedilikle geri çekilmeli’

Metinde ayrıca yapılması gerekenlere ilişkin de şu talepler sıralandı:

“*Bugüne kadar yapılan yasal düzenlemeler ve verilen yargı kararları, ceza artırımının çözüm olmadığını göstermiştir. Aşırı ağır cezalar yargıçları da zor durumda bırakmakta, birçok davada mahkûmiyet yerine beraat kararı verilmesine neden olmaktadır. Bu doğrultuda çocukla ilgili suç-ceza yaklaşımını dengeli kılmanın yanı sıra önleme ve koruma felsefesini merkezine alan hak temelli ve bütüncül bir çocuk koruma politikası hayata geçirilmelidir.

*Çocuğa karşı cinsel istismar suçlarının soruşturulması ve kovuşturulması sırasında delil kalitesini artırıcı, yargılamanın iyileştirilmesini sağlayıcı bir düzenleme yapılmalıdır. Örneğin çocuk cinsel istismarında zamanaşımı sorununa çözüm bulunmalı, çocuğun beyanının hukuki değeri güçlendirilmelidir. Cezaların yeniden belirlenmesi ve kurumsal mekanizmaların oluşturulması konusunda uluslararası sözleşmeler ve iyi uygulama örnekleri oluşturan ülkelerin deneyimleri göz önüne alınmalıdır.  Cinsel istismar suçuna maruz bırakılan çocukları korumak için içinde bulundukları duruma uygun sosyo-psikolojik yardım ve destek mekanizmaları oluşturulmalıdır.

*Tekrarlanan mağduriyetlerin önlenmesi için tasarıda öngörülen düzenlemeler yetersizdir, ilgili tarafların ve sivil toplum kuruluşlarının görüşleri alınarak yeniden düzenlenmelidir.

*Değişiklikte Çocuk İzleme Merkezleri’nin yapılarının değiştirilmesi ve suçların niteliği bakımından bir ayrım yapılmadan bu merkezlerde tüm cinsel şiddete maruz bırakılan bireylere hizmet verilmesi öngörülmüştür. Bunun yerine devlet İstanbul Sözleşmesi’nde de yer alan Tecavüz Kriz Merkezleri, Cinsel Şiddet Başvuru Merkezleri modelini geliştirmeli ve hayata geçirmelidir.

*Cinsel dokunulmazlığa karşı suçların toplumsal ve hukuki meşruiyet zeminini oluşturan çocuk yaşta ve zorla evlendirmeleri önleyecek ve tüm sorumlular hakkında caydırıcı cezalar getirecek yasal düzenlemeler yapılmalıdır.

*Failin çocuk olduğu hallere ilişkin ayrı bir düzenleme yapılmalıdır. Failin çocuk olması halinde, eylem; fiil, cebir, tehdit, hile veya iradeyi etkileyen başka bir şekilde gerçekleştirilmemişse, failin cezalandırılması yerine onarıcı adalet ilkeleri uygulanmalıdır. Cinsel istismar faili çocuklara özel ıslah mekanizmaları oluşturulmalıdır. Cinsel dokunulmazlığa karşı suçun failinin çocuk olması durumunda, cinsel istismara maruz bırakılan ile fail arasında yaş farkını göz önünde bulunduran bir yaklaşım benimsenmelidir. İki çocuğun “akran” kabul edilebilmesi için aralarındaki yaş farkı üçten fazla olmamalıdır.

*Akran cinselliği suçtan ayırt edilerek tanınmalıdır. Örneğin 15 yaşında bir çocuk 14 yaşında bir çocukla zorlama olmadan öpüştüğünde ve bu eylem istismar olarak tanımlandığında 8 ila 10 yıl hapis cezası öngörülmektedir. Mevcut yasadaki bu eksiklik giderilmelidir.

*Devlet koruyucu ve önleyici önlemler almakla yükümlüdür. Bu doğrultuda kadınların ve çocukların şiddete maruz kaldıklarında başvuracakları merkezler yaygınlaştırılmalıdır. İstismarı fark eden kişilerin ve meslek uzmanlarının bildirimde bulunmasının önündeki engeller tespit edilmeli ve bunların kaldırılmasına yönelik çalışmalar yapılmalıdır. Çocuğun istismara maruz kaldığını fark edip bildirimde bulunmak ve çocuğu desteklemek isteyen ebeveyni, öğretmeni vs. destekleyecek mekanizmalar oluşturulmalıdır. Cinsel istismara karşı koruyucu-önleyici kapsamlı cinsel sağlık ve toplumsal cinsiyet eşitliği eğitimi başta tüm çocuklar olmak üzere herkes için erişilebilir hale gelmelidir.

*Kadın ve LGBTİ+ örgütleri olarak çocuklara yönelik cinsel şiddet suçlarını düzenlemeyi hedefleyen bu tasarının ivedilikle geri çekilmesini talep ediyoruz. Türkiye’nin taraf olduğu Çocuk Hakları Sözleşmesi, Avrupa Konseyi Çocukların Cinsel Sömürü ve İstismara Karşı Korunması Sözleşmesi ve İstanbul Sözleşmesi başta olmak üzere uluslararası sözleşmelere uygun düzenlemeler yapılmalıdır. Başta çocuk, kadın ve LGBTİ+ örgütleri olmak üzere ilgili tarafların katılımıyla çocuk haklarını merkeze alan, koruyucu ve önleyici tedbirleri içeren, çocuğun bütünlüklü olarak güçlendirileceği bir Çocuk Politikası oluşturulmalı, bilimsel verilere ve yaşanan tecrübelere dayalı hak temelli bir yasal düzenleme yapılmalıdır.”

İmzacı kurumlar

Konuya ilişkin neler yapılacağına dair acil toplanma kararı alan kadınlar,  yarın gün boyu sosyal medya eylemleri ile tasarıya tepki göstermeye hazırlanıyor.

Bildiride imzası bulunan kadın örgütleri ise şöyle:

17+ Alevi Kadınlar, Adıyaman Anadolu İş Kadınları Derneği, AKDAM – Adana Kadın Dayanışma Merkezi, Anafatma Kadın Danışma Derneği, Antalya Kadın Danışma Merkezi ve Dayanışma Derneği, Antalya Kadın Platformu, Atakent Mahallesi Kadın Meclisi, Avrupa Kadın Lobisi – Türkiye Koordinasyonu, Aydın Kadın Efeler Derneği, Ayvalık Bağımsız Kadın İnisiyatifi, Bağlar Kadına Yönelik Şiddetle Mücadele, İletişim, Çevre Kültür ve İşletme Kooperatifi,Bakırköy Kadın Dayanışması, Başkent Kadın Platformu Derneği, Bayan Yanı, Beden Olumlama Hareketi, BEKEV – Buca Evka-1 Kadın Dayanışma Evi Derneği,  Bodrum Kadın Dayanışma Derneği, BORKAD – Bornova Kadın Dayanışma Derneği Girişimi, Cinsel Şiddetle Mücadele Derneği, Çağdaş Kadın ve Gençlik Vakfı, ÇEKEV – İzmir Çiğili Evka 2 Kadın Kültür Evi Derneği, Çekim Yapan Kadınlar, Çukurova Adana Bahai Kadın Toplumu, ÇYDD Çukurova Şubesi, Defne Kadın Emeği Derneği, Demir Leblebi Fanzin, Demir Leblebi Kadın Derneği, Demokratik Kadın Hareketi, Deniz Yıldızı Kadın Dayanışma Derneği, DİKAD – Diyarbakır İş Kadınları Derneği, Dikili Kadın Platformu, DİSK Basın-İş’li Kadınlar, Diyarbakır Barosu Kadın Hakları Danışma ve Uygulama Merkezi, Ekmek ve Gül, EKDAV – Ege Kadın Dayanışma Vakfı, ELDER -Çanakkale Kadın El Emeğini Değerlendirme Derneği ve Kadın Danışma Merkezi,Engelli Kadın Derneği, Erciş Kadınları Koruma ve Danışma Derneği, Erktolia, Erzincan Katre Kadın Oluşumu, Esenyalı Kadın Dayanışma Derneği, Eşitlik Koalisyonu, Eşit Haklar İçin İzleme Derneği, Eşit Yaşam Derneği, EŞİTİZ – Eşitlik İzleme Kadın Grubu, EVKAD – Adana, Ev Eksenli Çalışan Kadınlar Çalışma Grubu, Ev  Eksenli Çalışan Emek Sensin Kadın Derneği,

FeminAmfi, FeminArt, Feminist Çukurova, Feminist Kadın Çevresi, Fethiye Kadın Danışma Dayanışma Derneği, Filmmor Kadın Kooperatifi, Foça Barış Kadınları, GEN-DER Toplumsal Cinsiyet Çalışmaları Kolektifi, GİRKADE- Girişimci Kadın Derneği, Göztepe Dayanışması L’animo Kadın Grubu, Gülsuyu Gülensu Kadın Dayanışma Evi, Hacettepe Üniversitesi Kadın Çalışmaları, Halkevci Kadınlar, HDK Kadın Meclisleri, Hêvî Lgbti Derneği, İHD İstanbul Şubesi Kadın Komisyonu, İlerici Kadınlar Meclisi, İmece Ev İşçileri Sendikası, İKAM – İstanbul Kadın Araştırma Merkezi, İRİS Eşitlik Gözlemevi, İskenderun Kadın Platformu, İstanbul Kadın Kuruluşları Birliği, İstanbul Lgbti+, İŞKAD – Adana İş Kadınları Derneği, İzmir Amargi, İzmir Ev Kadınları Turistik El Sanatları Derneği, İzmir Kadın Dayanışma Derneği, İzmir Kadın Kuruluşları Birliği, İzmir Kadın Platformu, Jineoloji Dergisi, KADAV – Kadınlarla Dayanışma Vakfı, Ka.Der Ankara,Kadın Adayları Destekleme Derneği, Kadın Cinayetlerini Durduracağız Platformu, Kadın Cinayetlerine Karşı Acil Önlem Grubu, Kadın Dayanışma Vakfı,Kadın Emeğini Değerlendirme Vakfı, Kadın Meclisleri, Kadın Özgürlük Meclisi, Kadına Şiddete Karşı Müslümanlar, Kadının İnsan Hakları – Yeni Çözümler Derneği, Kadın Yazarlar Derneği,KAHDEM – Kadınlara Hukuki Destek Merkezi, Kadın Erkek Birlikte Sosyal Eşitlik Derneği, Kadın ve Aile Eğitim Kültür Yardımlaşma Derneği, Kadın Emeği Kolektifi, Kadın Savunma Ağı, KAMER Vakfı, Kampüs Cadıları, Kaos GL, Kapatılan VAKAD’ın Emekçileri, Karadeniz İlleri Kadın Platformu Derneği, Karadeniz Kadın Dayanışma Derneği, KASAİD – Kadının Sosyal Hayatını Araştırma ve İnceleme Derneği, Kayseri Kadın Dayanışma Derneği, KAZETE.DER – Kadın Erkek Eşitliği Derneği, KAZETE, KEİG – Kadın Emeği ve İstihdamı Girişimi Platformu,KESK Kadın Meclisi, KESK Van Kadın Komisyonu, Kocaeli Ekmek ve Gül Kadın Dayanışma Derneği, Kocaeli Kadın Emeği Kolektifi, Körfez Bağımsız Kadın Dayanışma Grubu, Kırkyama Kadın Dayanışması, Kırmızı Biber Derneği, Kızkardeşim Kadın ve Dayanışma Derneği, Lambdaistanbul LGBTİ Dayanışma Derneği, Mavi Göl Kadın Derneği, Mersin Bağımsız Kadın Derneği ve Danışma Merkezi, Mor Çatı Kadın Sığınağı Vakfı, Mor Çetele, Mor Dayanışma, MorEl LGBTİ Eskişehir, Mor Salkım Kadın Dayanışma Derneği, Muğla Emek Benim Kadın Derneği, Nar Kadın Dayanışması, Pembe Hayat LGBTT Dayanışma Derneği,Samandağ Kadın Dayanışma Derneği, Samandağ Kadın Emeği Derneği, Saray Kadın Derneği, Şahmeran Kadın Platformu, Se-kad – Seyhan Kadın Çocuk Dayanışma  Eğitim ve Kültür Derneği, Sil Baştan Kadına Yönelik Şiddet Ve Çocuk İstismarıyla Mücadele Derneği (Balıkesir), SODA – Sosyal Dayanışma Ağı, Sosyal Haklar Derneği’nden Kadınlar, Sosyalist Kadın Meclisleri, Söke Kadın Sığınma Evi Yaptırma ve Yaşatma Derneği, SPoD – Sosyal Politikalar Cinsiyet Kimliği ve Cinsel Yönelim Çalışmaları Derneği, S.S. Ankara Zeytindalı Kadın Çevre Kültür ve İşletme Kooperatifi, Tarlabaşı Toplumunu Destekleme Derneği’nden Kadınlar, TMMOB İstanbul İKK Kadın Komisyonu, TODAP – Toplumsal Dayanışma için Psikologlar Derneği Kadın Komisyonu, TJA – Tevgere Jinen Azad, Trabzon Eşitlik İnisiyatifi, Trabzon Ev Eksenli Çalışan Emek Sensin Kadın Derneği, Tuzluçayır Kadın Dayanışma Derneği, Türk Anneler Derneği Trabzon Şubesi, Türk Kadınlar Birliği ve 80 Şubesi, Türk Üniversiteli Kadınlar Derneği, Türkiye Gazeteciler Sendikası Kadın ve LGBTİ Komisyonu, Türkiye Kadın Dernekleri Federasyonu, Uçan Süpürge Kadın İletişim ve Araştırma Derneği, Üniversiteli Kadın Kolektifi, WINPEACE – Kadın Barış Girişimi Türkiye – Yunanistan, Van Sarayı İlçesi Kadın Çocuk ve Aile İlişkilerini Geliştirme, Modernleştirme, Koruma ve Güçlendirme Derneği, Viyan Kadın Korosu, YAKAKOP – Yaşam Kadın Çevre Kültür ve İşletme Kooperatifi, Yaşamevi Kadın Dayanışma Derneği, Yaşam Kadın Merkezi Derneği, Yeni Demokrat Kadın, Yeni Yol’dan Kadınlar, Yeşilpınar Kadınları Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışma Derneği, Yeşil Feministler, Yetişme Çağındaki Çocukları Koruma Derneği, Yoğurtçu Kadın Forumu.”

www.gazetepatika7.com.tr

Share

Koca bir dünya, küçük bir ülke de kaybetti

KÖLN – Suriye’de yaşanan savaşın tarihsel gelişimi Batı’nın bakış açısıyla görüldüğünde, iflasların, beceriksizliğin ve politikasızlığın öyküsü gözler önüne serilir. İttifak halinde görülen devletlerin herhangi ortak bir planı olmayınca her şey ters gitmiş oldu. Batı’nın, Nobel Barış Ödülü sahibi eski ABD Başkanı Obama’nın gönülsüzce ve gerçekte bir planı olmaksızın girdiği savaşta, pek bir gücü kalmadığı görülüyor.

Theresa May, Emmanuel Macron ve Donald Trump’ın, Barack Obama’nın girdiği çıkmaz sokakta ne yapacakları sorusu güncelliğini koruyor. Gerçek şu ki, Moskova, Tahran ve Şam’ın ittifakı, Esad’ı bölgede giderek daha çok alanı kontrol altına almayı sağladı.

Almanya basını ABD, Fransa ve İngiltere’nin Esad’ın kimyasal silah programına karşı hava saldırılarını, Batı’nın ve özellikle de ABD’nin Suriye meselesi hakkındaki fiili güçsüzlüğünü yansıttığı görüşünde birleşiyor.

Ancak bir anda Fransa Cumhurbaşkanı Macron’un Suriye ile ilgili beklenmeyen çıkışı, Almanya’nın dış politikası açısından, Angela Merkel ve yeni Dışişleri Bakanı Heiko Maas (SPD) için çözülmesi gereken bir problem oldu. Fransa Cumhurbaşkanı’nın Suriye’de attığı askeri adımın durumu daha da güçleştirdiği ortada.

Merkel, her zaman olduğu gibi Fransa’nın aldığı kararla ilgili bir açıklama yapmadan önce günlerce bekledi ve geçtiğimiz Perşembe günü, Almanya’nın bir askeri harekata katılmayacağını duyurdu. Bu tavrı hem Trump’a bir işaretti hem de en önemli Avrupalı partneri olan Macron’a: Berlin, Batı müttefiklerinin karşısında durmayacak ama desteklemeyecek de.

Almanya’da, Fransa’nın Suriye ile ilgili aldığı askeri müdahale kararı, Macron’un ülke içerisindeki sorunlarına işaret edilerek konuşuluyor. Fransız Cumhurbaşkanı’nın sert ve üzerinde az düşünülmüş reformları, ülkede büyük protestoları ve grevleri beraberinde getirdi. Bu nedenle de Macron baskı altında ve oynadığı savaş kartıyla ilginin başka yöne çekileceğini umuyor. Berlin, Fransa’nın Suriye’ye müdahale kararında da Macron’un etraflıca düşünmediği kanaatinde. Perşembe günü Macron Berlin’e geliyor -acilen ihtiyaç duyulan kısa bir ziyaret, çünkü Almanya ve Fransa ilişkileri AB eksenli dış politikada, özellikle de işin içine askeri adımlar girince oldukça zorlanıyor.

Almanya, ABD Başkanı’nın belirsiz Suriye politikasının ve askeri güç kartını oynayan Fransa’nın tavırlarının yanında soğukkanlı durmayı en doğru seçenek olarak görüyor.

Genel olarak Almanya’nın hiçbir zaman Suriye için uygulanabilir bir stratejisi olmadı. Bunun yan ısıra Almanya, Suriye’den gelen göçmenleri de kontrol altında tutamıyor. Nihayetinde Almanya 1. devlet kanalı ARD’nin “Panorama” programıyla “STRG-F”in ortak araştırmaları, birçok Suriyelinin, ailelerini Almanya’ya getiremedikleri için Yunanistan üzerinden Türkiye’ye kaçtığını ortaya çıkardı. İşin ilginç olan tarafı, Almanya’nın konuyla ilgili kurumlarının konudan haberdar olmayışları: Almanya Federal Göç ve Mülteciler Dairesi (BAMF), geçtiğimiz yıl ortadan kaybolan yaklaşık 4 bin Suriyeli’den Türkiye’ye gidenler olabileceği görüşünde.

Almanya İçişleri Bakanlığı’nın bile durumla ilgili bilgisi yok. Almanya İçişleri Bakanı Horst Seehofer, Panorama programındaki röportajında, “Suriyeli mültecilerin Türkiye’ye yasal biçimde gitmesine izin verilmesinin önü açılmalı” önerisini reddediyor. Almanya’yı terk etmek isteyenin, sadece bildirerek Almanya’dan çıkıp gidebileceğini ve Almanya’nın özgür bir ülke olduğunu vurguluyor. Oysa bu insanlar seyahat özgürlüğü talep ettikleri için yine ölüm riskini göze alarak yola çıkmıyorlar. Almanya’nın insanlara ailelerini de getirmeye izin vereceğinin sözünü verdiği halde bunu yerine getirmediği ve insanlara burada ortak, saygıdeğer bir yaşam perspektifi sunmadığı için geri kaçıyorlar. Türkiye ile yapılan ve zaten tartışmalı olan mülteci anlaşması da böylece daha da absürt bir hal alıyor.

Kısacası Suriye Savaşı’nda Batı, sadece stratejik olarak kaybetmedi, mülteci hakları, insan hakları konusunda da tamamen başarısız oldu. Tüm bu tepinmeden geriye, ilerleyen zamanda sıkça sinemaya, kitaplara konu olacak trajik insan hikayeleri kalacak.

Artık Batı’nın Rusya’yı belli ekonomik zayıflıkları olsa da bölgede güçlü bir oyun kurucu olduğunu, İran olmaksızın bir çözüme varmanın imkansız olduğunu ve Esad’ın düşürülemeyeceği gerçeğini kabul ederek bir çözüm üretmeleri gerektiğini görmesi gerekiyor. Sıkışmışlıklarını hala askeri müdahalelere kurtarmaya çalışmaları, dünya politikasında daha da tehlikeli aktörlerin devreye girmesinin önünü açıyor.

www.gazeteduvar.com.tr

Share

Avrupa Demokratik Kadın Hareketi Solingen’de Panel Gerçekleştirdi

Avrupa Demokratik Kadın Hareketi başlatmış olduğu “Emperyalist Saldırganlığa, Irkçılığa ve Yaşamın Tektipleştirilmesine Karşı Örgütlü Gücümüzle Direneceğiz” kampanyası kapsamında Almanya’nın Solingen şehrinde akademisyen Sibel Özbudun’un katılımıyla bir panel gerçekleştirdi.

Mücadelede yitirilenler için saygı duruşuyla başlayan panelde ilk  konuşmayı Avrupa Demokratik Kadın Hareketi temsilcisi yaptı. Tektipleştirme üzerine sunumunu gerçekleştiren ADKH temsilcisi, tektipleştirmenin bir ulusu, bir inancı, cinsi ya da herhangi bir varlığı kendisine benzetme ve giderek kendisi gibi olmaya götürme olduğunu açıklayarak günümüzde izlenen tektipleştirme politikalarının esas olarak ırk, din, cins ve doğa üzerinden yürütüldüğünü belirtti. Tektipleştirmede ırkçılığa değinen konuşmacı ırkçılığın Türkiye Cumhuriyeti devletinin kuruluş felsefesinde tayin edici bir yer tuttuğunu söyledi. Türk ulus devleti yaratmak için tüm milletleri Türk kabul etmek, türklükten doğduğu algısını yaratmak olduğunu söyledi. Güneş Dil Teorisi ile yalan ve ırkçı bir tarih yazılımına girildiğini ve bununla o coğrafyada tüm dillerin, kültürlerin yasaklandığını veya ortadan kaldırıldığına değinen ADKH temsilcisi,  sonrasında laiklik ve din üzerinden devam ederek, Türk Ulus devlet sisteminin kabulü ile dinin işlevi de değiştirilmiştir.  Yalan ile herkesin Türk olduğu ve Güneş Dil teorisi tarihi gibi resmi dinde İslam’ın Sünni Hanefi mezhebi olması kabul edilmiştir ve bu doğrultuda da 1924 yılında Diyanet denilen dini kurum kurulmuştur diyerek konuşmasına devam etti. ADKH temsilcisi burada Aleviler başta olmak üzere Müslüman olmayan inançlara yönelik ağır baskıya dair de bilgiler vererek, bu da Müslüman olmayan toplulukların tektipleştirilmesidir dedi. Egemen olana benzeterek ortadan kaldırma projesidir. Bir devlet politikası olarak yürütülen bu asimilasyon tüm inançları tektipleştirme, denetim ve egemenlik altında tutmayı hedeflemiştir ve böylelikle de türkleştirme hem de islamlaştırma politikası da tek tip insan yaratmanın yakıcı örneklerinden biridir diyerek konuşmasının son bölümüne geçti. ADKH temsilcisi konuşmasının son bölümünde tektipleştirme de cins ilişkileri örneğine değindi. Yaptığı konuşmada kadın cinsine karşı dayatılan erkek egemen kültür, onun yaratmış olduğu yaşam biçimi, onun namus anlayışı ve bunun üzerinden giderek kadınların sürekli verilen fetvalarla bir şekilde bir tipe dönüştürülmesi noktasındaki açıklamayı yaparak burada aynı zamanda birçok kesim tarafından unutulan, görmezden gelinen cinsel yönelimleri de açıkladı. LGBTI bireylerin toplum tarafından dışlandığını ötekileştirildiğini , sürekli ahlak sınırlarını aşmamalarının istendiğini  ve bu şekilde bir tecrit uygulandığını söyleyerek açıklamasına devam etti. Zulmün zulmü altında seyreden yaşam tarzları adım adım kabullenmeye doğru evrilse de tek tip insanın aşılmasında herhalde en son kesimin LGBTI bireyler olacağını vurguladı. Son olarak   tektipleştirmenin Hapishaneler boyutuna da değinen konuşmacı tektipleştirmenin aslında öncesinde Fetöcülere yönelik tek tip elbise olduğu ortaya atıldı ama aslında bunun üzerinden gidilerek, özünde kendisine alternatif olan tüm grupların, tüm devrimci tutsakların da ortadan kaldırılarak bertaraf edilmesi projesi olduğunu bizlere gösterdiğini söyled. Özellikle şu anda hapishanelerde tektipleştirme kapsamı doğrultusunda  yapılan işkencelerle, baskılarla sürgünlerle  tektipleştirme  veya biat eden bir toplum yaratmanın artarak devam ettiğine dikkat çekti.

Panelin  2. sunumunu ise Türkiye’den gelen akademisyen Sibel Özbudun aldı. Sibel Özbudun yaptığı konuşmasında “Evet bir bedel ödüyoruz yalnızca Ortadoğu’da bir bedel ödemiyoruz  yalnızlaşan, kayıtsızlaşan,  ölüme alışan, öldürülmeye alışan  vicdanlarımızla bizde bir bedel ödüyoruz” dedi.

Sibel Özbudun konuşmasının devamında Avrupa ve Kuzey Amerika’nın ırkçılık adına bir cehenneme dönüştüğünü ve buralarda faşizmin adım adım yükseldiğine yeniden tanık olduğumuzu ve  tıpkı 1930’lar dünyasını yaşadığımızı belirterek Fransızların yüzde 30’unun az ya da çok kendisini ırkçı olarak nitelendirdiği söyledi.  Ülkelere dair istatistiki bilgiler veren Özbudun,  “Bu durum ırkçı şiddetin artmasına neden oluyor, batıda hal bu iken Doğu Avrupa’da da ırkçılık artmakta ve bu daha da çok mültecilere yönelik nefret suçlarını arttırmakta  bunun da ırkçı faşist siyasi partilerin bu arenada yükselmesine sebebiyet vermekte. 2000 yılların başında merkez sağ ve sol çökerken faşist partiler yükseliyor. Arkadaşlar sizlere bir iyi birde kötü haberim var. İyi haber  Türkiye’de Faşizm tırmanışta değil, kötü haber ise Türkiye’de faşizm iktidarda.  Türkiye’de tüm politikaların toplumsal siyasal ve ekonomik tüm çerçevesi OHAL ve KHK’ lar ile denetleniyor  ve buna dair hiçbir yasal denetime tabi kılınmıyor ve böylelikle de yüz binlerce insan işten atılıyor, pasaportlarına el konuluyor,  yani açlığa mahkum ediliyor.  Bu insanlar haklarını aramak için hiçbir yasal kurumu muhattap alamıyor” diyen Sibel Özbudun konuşmasının devamında iktidarın kendi milis ve polis gücünü oluşturduğunu ve bunları da çıkarttığı kanun hükmünde kararnamelerle yasalaştırdığını, bunun yansıması olarak da her bireyin bu yasayı kullanarak kendisine göre her türlü eyleme girişebileceğini söyledi ve buna örnek olarak Eskişehir Osmangazi Üniversitesi’nde bir araştırma görevlisinin 4 kişiyi öldürdüğünü hatırlattı.  Sibel Özbudun tüm bu gerçekleşenlere karşı ise etkili bir sesin çıkarılmadığına değinerek,  insanların Kürtçe konuştukları için, otobüse şortla bindikleri için  ya da sadece Alevi veya solcu oldukları için, sorgusuz sualsiz göz altına alındıklarını, cezalara maruz kaldıklarını   ama bu duruma rağmen bir bütün medyanın da sessiz kaldığı, sadece kafa sallayarak buna çanak tuttuğu bir ülkede Faşizm yükselmekte değildir, Faşizm iktidardadır dedi.  Bu gelişmeler karşısında durumun gerçekten vahim olduğunu söyleyerek bu durumun arka planını da açıklayan Sibel Özbudun, Neoliberalizmin tarih sahnesine girişini açıklayarak bunun üzerinden kapitalizmin bir krizler sürecine girdiğini söyledi.  `Bir bütün ülkelerde yaşanan krizlere karşı insanlığın debelendiğini söyleyerek, Sosyalist alternatiflerin güdük olduğu dönemlerde Faşizm güç kazanır.  Neoliberalizm bir yoksullaştırma ve dengesizleştirme  politikasıdır.  Günümüz dünyasındaki bütün dengeler çöktü. Doğu blokunun dağılmasıyla ABD hegomanyası gerileyerek bir belirsizlik ortamı oluştu ve bu ortamda da küçük taşeron firmaları ben de buradan bir pay kapayım derdine girdi, Türkiye’de bunlardan biri. 770 bin kilometrenin kendisine yetmediğini söyleyerek Osmanlı’yı yeniden hayata geçirme, eski toprakları geri kazanma ve Orta Doğu’da yeni bir güç yaratma politikasına giriştiler.  Afrin’de bunun akabinde gerçekleşende tamda  bu anlayıştır. Terörü bitirme, kimsenin toprağında gözümüz yok denilmesine rağmen AKP iktidarı oraya girer girmez bayrağı dikti ve valisini atadı.” Elbette bu gidişata birilerinin dur diyeceğini  söyleyen Sibel Özbudun “Umarım bu  dur diyenler biz oluruz  yoksa   bu müdahalenin başkaları  tarafından yapılması takdirde bunun altında bizlerde ezileceğiz.”  Erdoğan’ın bu  İslami faşizminin sadece Emekçi veya Kürtlerin taleplerini bastırma hareketi olarak okumanın eksik olduğunu, Erdoğan’ın Türkiye Cumhuriyeti’ni Ortadoğu’da olasılıkla  İran’la da   kapışmaya girerek bir savaş sürecine getirmek istediğini söyleyen Özbudun, dolayısıyla da  devrimcilerin bir varolma sorunu yaşadığını ve kendi çocukları için  bir mücadele vermek zorundadır dedi. Tüm devrimcilerin Neoliberalizme, kapitalizme, savaş psikozuna, yabancı düşmanlığına ve tek tipleştirmeye dur demesi için bir mücadeleye girmesi gerekiyor, bir ses çıkartması gerekiyor diyerek sözlerini  tamamladı.

Panelin son konuşmacısı olarak Almanya Alevi Kadınları  Başkanı yaptığı konuşmasında Yol TV’nin kapatılmasına dair bilgi vererek  yol TV’nin kapatılmasında gösterilen 4 gerekçenin içerisindeki gerekçelerden birininde  Ortadoğu’da Türkiye’yi İşgalci  bir güç olarak gördüklerini söylemesinin  bu kapatılma da bir gerekçe olduğunu hatırlattı. “Alevi toplumu olarak yaşama soldan bakanlar olarak yaşadığımız bu toplumun tüm renklerine ve kültürlerine aynı bakıyoruz. Ancak  bu renklere karşı yükselen ırkçı bir yapının içinde var olmaya çalışıyoruz.  Sürekli ayrımcılığa uğruyor, ötekileştirilmeye, asimilasyona maruz kalıyoruz. bu nedenlerden dolayı  mücadeleyi bulunduğumuz ülkelerde mücadeleyi daha da yükseltmeliyiz” dedi.

Sorulan sorular ve yorumlarla panel sonlandırıldı.

Share

Tacizci doktoru teşhir eden kadınlara gözaltı

Türkiye’ye okumak için gelen ve okul masrafları için girdiği muayenehanede asistan olarak çalışan M., çalıştığı diş kliğinin sahibi tarafından tacize uğradı.

Tacizi teşhir etmek isteyen kadınlar, muayenehane önünde dün akşam saatlerinde bir basın açıklaması yaptılar. Tacizci doktorun şikayeti üzerine polisler, eylemci kadınları gözaltına alındı.

Gözaltına alınanların ikisinin Anarşist Kadınlar’dan ve ikisinin de Alınteri okuru olduğu bildirildi.

www.gazetepatika7.com

Share

Yasemin Çakal hakkındaki karar bozuldu, 15 yıl hapis cezası verildi

Kendisine ve çocuğuna sistematik şiddet uygulayıp ölümle tehdit eden Özkan Kaymaklı’yı öldürmek zorunda kaldığı için yargılanan ve 3 yıl tutuklu kalan Yasemin Çakal’ın duruşması İstanbul Bölge Adliye Mahkemesi’nde görüldü. Duruşmaya katılan Çakal’a çok sayıda kadın örgütü ve feminist avukat destek verdi.

Savcı meşru müdafaa olarak görmedi

Duruşmada savcı mütalaasını sundu. Yasemin Çakal’ın eski eşinden gördüğü şiddeti “meşru müdafaa” olarak değerlendirilmeyeceğini savunan savcı, Çakal’ın “nitelikli öldürme” suçundan cezalandırılmasını talep etti.

Savcının mütalaasından sonra avukatlar savunma yaptı. Avukat Selmin Cansu Demir, Çakal’ın öz savunma hakkını kullanmasaydı bugün hayatta olmayacağına dikkat çekti ve “Sığınma evine başvuran çok defa koruma kararı alan Çakal’ın başka şansı kalmamıştı” dedi.

‘Erkek adalet değil gerçek adalet

Avukat Meriç Eyüpoğlu ise, görülen davanın sadece Yasemin Çakal ve onunla aynı durumda olan kadınlar için değil bütün kadınlar için önemine dikkat çekti. Eyüpoğlu, “Bizim bir sloganımız var, ‘Erkek adalet değil gerçek adalet’ diye. Erkeklerin sadece kravat taktığı için indirimler aldığı kararların karşısında, buradan gerçek bir adalet istiyoruz” dedi.

‘Böyle olsun istemedim

Avukatların savunmasının ardından söz alan Yasemin Çakal, “Böyle olmasını istemezdim. Kimseyi bilerek ve isteyerek öldürmedim. Kendimi ve çocuğumu korudum. Beraatımı isterim” dedi. Ardından kararını açıklayan mahkeme heyeti, “ağır tahrik” indirimi uygulayarak, Yasemin Çakal’a 15 yıl hapis cezası verdi.

Gazete Karınca

Share

DKH: Kapitalizme ve Patriyarkaya Karşı Kadın Meclislerini Örgütlüyoruz!

 

 

“Kapitalist hırslara ve eril tahakküme boyun eğdirilmek isteyenlerin, kadınların geleceği kuracağı bir süreci örgütlüyoruz. Meclisler, geniş kadın kitlelerinin sözlerini söylediği, birbirinden güç alarak, ezilmişliklerinden doğan meşru mücadele zeminlerini kadının kurtuluşu bilinciyle daha da yükseklere çıkaracakları  bir süreç olacak.

Kapitalist/Ataerkil iktidarların içinde bulunduğumuz çağı, savaş naralarının atıldığı, bedenlerimiz üzerinde tahakküm kurulduğu, emeklerimizin görmezden gelindiği, sömürüldüğü ve yok sayıldığı, düşüncelerimizin tutsak edildiği bir süreç olarak planlayıp kan gölüne çevirilen, talan edilen coğrafyamızda da bu barbarlığı canla başla uygulamaya giriştiklerini biliyoruz. Ama henüz, sözünü söylememiş olanlarımız var! Binlerce yılın ezilmişliğini sırtında taşıyan kadınların, tüm ataerkil ve kapitalist sömürü ve baskıları yok ederek, söz, yetki ve kararın kadınlarda olduğu günleri birlikte örgütleyelim, daha ileri çıkalım!

Demokratik Kadın Hareketi olarak, kadının kurtuluşuna giden yolu birlikte daha güçlü bir kadın mücadelesi ile örelim diyoruz! Tüm kadınları meclisleri örgütlemek için 22 Nisan’da saat 13.00’da Taksim Cezayir Salon’da yapılacak olan konferansa çağırıyoruz!

Sınıfsız, Sınırsız, Cinsiyetsiz, Eşit ve Özgür bir Dünya Kadınların Elleriyle Kurulacak!”

Share

Uçan Süpürge ödülleri, umudu büyüten kadınlara

21. Uçan Süpürge Uluslararası Kadın Filmleri Festivali ödülleri belli oldu. Bu sene
10-17 Mayıs 2018 tarihleri arasında Ankara’da gerçekleştirilecek olan festival, ‘Umut’ temasıyla seyircisiyle buluşacak. Umudu büyüten kadınlar ise ödüllerin sahipleri oldu.

Her yıl Onur Ödülü başta olmak üzere Bilge Olgaç Başarı Ödülleri ve Tema Ödülü’nü veren Uçan Süpürge Uluslararası Kadın Filmleri Festivali’nin 21.Onur Ödülü, tiyatro sanatçısı ve üç yüzden fazla filmde rol alan sinema oyuncusu Nedret Güvenç’e veriliyor.

Türkiye sinemasının kadın temsilini de anlamını da dönüştüren isimlerin başında gelen Bilge Olgaç, kadın filmleri yapmayı odağına alıyor ve Bilge Olgaç adına her yıl ödüller veriliyor. Kadın filmlerinin Türkiye sineması için önemini hatırlatan bu ödül, umudu önceleyen iki emekçi kadının oldu.

Bilge Olgaç Başarı Ödülü’nün bir sahibi, “Yolun sonunda ulaşacağınız o ışığı görmüşseniz, aydınlık günlere inancınız varsa tiyatrodan vazgeçemiyorsunuz” diyen tiyatro ve sinema oyuncusu Işık Yenersu’nun oldu.

Bu ödülün bir sahibi de filmlerinde kendi hikâyelerinden, kendi tarihinden yola çıkan, filmlerini belli kategorilerde değerlendirmeyen, toplumsal kaygıları öne çıkaran sinema yapımcısı ve yönetmen Biket İlhan . Yönetmenliğini yaptığı sinema filmleri arasında Yarım Kalan Mucize, Mavi Gözlü Dev, Ayın Karanlık Yüzü, Bir Kadın Yüzü ve Sokaktaki Adam sayılabilir.

Değer felsefesini temel alan bir yaklaşımın öne çıkmasını sağlamış olan düşünür, yazar, akademisyen, 1980 yılından itibaren Türkiye Felsefe Kurumu başkanlığını yapan Ioanna Kuçuradi, 2018’in Uçan Süpürge Uluslararası Kadın Filmleri Festivali Tema Ödülü’nü alıyor.

Başta Goethe Madalyası olmak üzere pek çok ulusal/uluslararası ödülün sahibi ve ulusal/uluslararası mesleki kuruluşlara üye olan Kuçuradi’nin yaşamı ve yaklaşımı, Başkaldırıdan Felsefeye: Ioanna Kuçuradi adlı belgesel filmine konu oluyor.

www.gazetepatika7.com

Share

Din, devlet ve kız çocukları

KÖLN – Sekülerizm anlayışının özelliği, devletin kendisini, dünya görüşleri karşısında tarafsız olarak görmesidir. Devletin resmi dini olmadığı gibi, devlet ülkede var olan dinlere karşı tarafsız davranmak zorunda. Devlet, tarafsızlığıyla insanların inançlarına müdahale edemeyeceği gibi, bireylerin inançlarına da saygılı. Dini inançların özgürce gelişme ve ifade edilme koşulları, siyasi ve hukuki olarak güvence altına alınmıştır.

Ancak Federal Almanya sekülerizminde din tamamen devletten bağımsız, tamamen bireysel bir alana itilmiş değil. Tam tersine, dine bireysel ve toplumsal alanda faal olma hakkı tanınmıştır: Toplumda sosyal hizmetler alanında en büyük pay kiliselerdedir. Devletin halka gerekli sosyal hizmeti sunamadığı yerlerde, devletten bağımsız kurumlar -özellikle de dini kurumlar- etkinlik göstermektedirler. Faaliyetlerinin süreklilik arz edebilmesi için de devlet tarafından mali destek alırlar. Sadece Kuzey Ren Vestfalya eyaletinde hastane, yuva, huzurevi vb. gibi kurumların neredeyse yüzde sekseni kiliselere aittir. Burada çalışanlar bizzat kiliselerin koyduğu kurallar çerçevesinde çalışmaktadırlar. Kiliseye üye olan kişilerin kiliseye ödedikleri vergi de, bizzat devlet tarafından diğer vergilerle birlikte kesilir. Üniversitelerdeki teoloji bölümlerindeki akademisyenleri yine kiliseler kendileri belirler.

Buradan yola çıkarak Almanya’daki İslam da şu anda burada devlet içerisinde bir konum edinmeye çalışıyor: Toplumsal ve siyasal eşitlik talep edildiğinden, aşırı sağcılar da dahil, her türlü siyasi partiyle uzlaşı arayışı içerisindeler -yer yer de başarılı oluyorlar. Daha düne kadar Gülen cemaatinin dil kursu veya özel okullarına ünlü Alman siyasiler destek verip, etkinliklerine katılarak, ‘dinlerarası diyalog’ projesinin ne kadar muhteşem bir fikir olduğunu savunuyorlardı.

Günümüzdeyse en aktüel olan, Ankara’nın Türk-Müslüman kurumlar üzerindeki otoritesi. Ankara buradaki Müslümanların sözcüsü rolünü DİTİB üzerinden üstlenmeye çalışıyor. Her ne kadar zaman zaman sert eleştirilere maruz kalsa da, DİTİB’in aldığı devlet yardımı kesilmediği gibi, kimi eyaletlerde devletle ortak proje yürütmeye devam ediyor. Müslümanlar Almanya’da tıpkı kiliseler gibi kendi okul, kreş ve diğer sosyal hizmet kurumlarını oluşturma çabası içerisindeler. Kız çocuklarının yüzme dersinden veya diğer spor derslerinden muaf tutulması veya kız çocuklarının başörtüsüyle okula gidebilmeleri, bu kurumların çabalarının sonucunda hayata geçirildi. O zamanlar bu kurumlara destek vererek bu kararların hayata geçirilebilmesini sağlayanlar, Almanya siyasi partilerinden değil miydi? Kız çocukları için iyi bir şey yaptıklarını mı sanıyorlardı?

Devletin sekülerizmiyle din iç içe geçince, dinler toplulukları aracılığıyla toplumsal ve siyasal bir öneme de kavuşuyorlar. Orta Doğu ülkelerine yabancı bir konu değil bu. Almanya’da birkaç yıldır başlamış olan, son zamanlarda da gündemden düşmeyen İslam tartışmalarına buradan da bakmak gerekiyor.

Hıristiyan Sosyal Birliği’nin (CSU) Genel Başkanı ve aynı zamanda Federal Hükümet’in İçişleri Bakanı Horst Seehofer’nın Almanya’nın gündemine taşıdığı “İslam Almanya’ya ait değildir” tartışması devam ederken, bu hafta buna ek olarak önümüzdeki günlerde muhtemelen çokça gündem olacak yeni bir tartışma konusu, Kuzey Ren Vestfalya eyaleti Hür Demokrat Parti’li (FDP) Entegrasyon Bakanı Joachim Stamp ve yine eyaletin Aile ve Entegrasyon Bakanlığı Devlet Sekreteri Hıristiyan Demokrat Birliği’nden (CDU) Serap Güler tarafından ortaya atıldı.

Her ikisi de eyalette 14 yaşın altındaki kız çocuklarının başörtüsü takmalarının yasaklanması gerektiğini açıkladılar.

Serap Güler, Batı Alman Radyo-Televiyzon’uyla (WDR) yaptığı bir röportajda “Genç bir kıza başörtüsü taktırmak, çocuğu cinselleştiren saf sapıklıktır, buna karşı net bir pozisyon almalıyız” dedi. Joachim Stamp, “Elbette, her kadın başörtüsü takıp takmamaya kendisi karar vermelidir. Ancak kendi kaderini tayin hakkı çocuklar için henüz geçerli değildir, bunu yapmaya teşvik edilmemelidirler. Bu nedenle başörtüsünü din seçebilecek yaşa gelene kadar kontrol etmeliyiz” diye konuştu.

Güler de, Stamp’ı destekleyerek “Başörtüsü takan genç kızlar giderek daha fazla görünür hale geldiler. Öğretmenler, ilkokullarda başörtülü ve yedi yaşındaki kız öğrencilerin sayılarının giderek arttığını gözlemliyor. Hatta az da olsa yuva çocukları arasında bile başörtülüler var. Kızlar, başörtüsü takmak isteyip istemediklerine dini rüştleri oluşunca, özgürce karar verebilmelidirler” dedi.

Bir başörtüsü yasağı kararının çıkması, hem Almanya siyaseti ve bürokrasisi içerisinde hemen mümkün değil, hem de bu yasağa hükümet partilerinin destek vermesi pek olası değil. İlerde bu tartışma nereye evrilecek göreceğiz, ancak 14 yaşına gelene kadar kız çocuklarına başörtüsü yasaklama, sorunlara derman olmayacak yüzeysel bir öneri, çünkü toplumlar veya toplum parçaları iç içe değil, birbirine paralel yaşıyorlar. Eğer gerçekten Almanya siyasilerinin derdi -kız veya erkek fark etmez- çocukların özgürlüklerine sahip çıkmaksa, eğitim politikası ve uyum politikalarını tüm muhatapları ve konunun uzmanlarıyla, pratik alanda entegrasyon kurumlarında çalışanlar ve sivil toplum örgütleriyle yeniden gözden geçirmek zorundalar!

Almanya’da dinle bağlantısı olmayan Türkiyelilere ve diğer göçmenlere ait birçok demokratik kurum mevcut ve devletin onlarla çalışma yürütmesinin önünde hiçbir engel yok. 2017 yılı boyunca DİTİB ile ilgili kamuoyuna yansıyan birçok sorunun üstünü örten, casusluk yaptığı iddia edilen imamların Almanya’dan gitmesine göz yuman bir devlet, hala bu kurumla eğitim projeleri yürütmeye devam ederken, ortaya attıkları çocukları koruma iddialarının hiçbir inandırıcılığı da yok!

www.gazeteduvar.com.tr

Share