Çilem Doğan: Ben direnerek hayatta kaldım

image

HABER MERKEZİ (19-06-2016)- Hayatını kurtarmak için, yıllardır kendisine şiddet uygulayan kocasını öldürmek zorunda kalan bir kadın Çilem Doğan. Kadınlar “Meşru müdafaa haktır” diyerek özgürlüğünü isterken, Çilem 15 yıl hapis cezasına mahkum edildi.

Avukat Sevil Aracı karar duruşmasının hemen ardından Çilem Doğan ile Evrensel adına görüştü.

Aracı’nın kaleminden Çilem Doğan söyleşisi şu şekilde:

Çilem şimdi duvarları pembeye boyalı, şehrin ortasında kalmış bir cezaevinde yatıyor, Tarsus’ta. Birkaç aydır Karataş Kadın Kapalı Cezaevinin taşınması nedeni ile burada mahkum kadınlar.

İlk gittiğimizde sınavda olması nedeni ile görüşemedik Çilem’le. Cezaevine girdiğinden beri yarım bıraktığı lise eğitimini tamamlamaya çalışıyor Çilem. Epey yol almış, az kalmış bitirmesine. Sonrasında da devam etmeyi, üniversite okumayı hayal ediyor. Cezaevinde bunu başaran pek çok arkadaşının olduğundan bahsediyor.

8 Temmuz’da bir yılı dolduracak olan mahpusluk sürecine ve 15 yıl hapis cezası almış olmasına rağmen, umudunu yitirmemiş, gülen yüzü solmamış olan Çilem, yine kadınlara birlik ve dayanışma mesajları gönderdi: “15 yıl bir son değil, daha mücadelemiz bitmedi”

Ziyarete gitmeden önce arkadaşlarıma sormuştum ‘İletmek istediğiniz bir şey var mı?’ diye. Arkadaşım Fatma Mayil’in yazdıkları elime geç ulaştığından iletemedim. Bir dahaki sefere artık. Belki de röportajı okur, oradan görür Çilem. Fatma şöyle yazmıştı mesajında: “Bazen Çilem’in fotoğrafını açıp bakıyorum… Yüzünü inceliyorum. Gerçekten güzel diyorum. Ama o dik duruşu var ya, çenesi yukarda duruşu ve hafif gülümseyişi… Onu en güzel yapan o işte. Bakıyorum ve umutla doluyorum, en çok da cesaret ve güçle doluyorum. Sımsıkı sarıl yerime ve öp onu yanaklarından.”

Çilem hayata umutla bakıyor; onun binlerce kadın tarafından sahiplenilmesi belki de bu umudu ve dik duruşu nedeniyledir.

Çilem’le dava süresince yaşadıklarını, 15 yıllık cezayı nasıl karşıladığını ve kadınların dayanışmasını nasıl hissettiğini konuştuk. Sohbet dört duvar arasındaydı ama söyledikleri; aklı ve ruhu özgürlükle dolu bir kadının dilinden dökülenler oldu.

İşte sohbetimiz…

Karar açıklandığında ne hissettin, 15 yıllık cezayı nasıl değerlendiriyorsun?

Aslında kendimi hazırlamıştım biraz. Karar açıklanırken maddeleri falan bilmediğim için tam anlayamadım. Hatta mahkeme başkanının yazdırdığı karşı oyu dinlerken acaba ceza vermediler mi diye düşündüm, sordum, “Bana şimdi ne verdiniz başkanım” diye. O da “Sana oy çokluğu ile 15 yıl verdik, ben karşı oy kullandım” dedi. Aslında o an için “Bu cezayı bana değil, iki buçuk yaşındaki kızıma verdiniz” demek istedim, ama söylemedim sonra. Neticede başkan da karşı oy kullanmış, bana inanmış.

Bir tek damla gözyaşı dökmeden çıktım adliyeden. Dışarıda bana desteğe gelen kadınların ismimi haykırmaları, tepkileri bana güç verdi. Adliyeden cezaevine getirildim, yine gülüyordum. Buradaki arkadaşlar, memurlar “Tahliye oldun değil mi?” dediler. “Yok, 15 yıl aldım” dedim, kimse inanmadı. “Hiç 15 yıl almış gibi durmuyorsun, şaka yapıyorsun” dediler.

Babam, savcılık izni alıp gelmiş. Çok üzülmüşler. Ama ben onlara da “Ben iyiyim, siz iyi olun, kızıma iyi bakın” dedim. Ben ona moral vermeye çalıştım.

Bir tek gece haberleri izlerken gözlerim doldu. Avukatlarım açıklama yapmışlar, “Biz onun kız kardeşleriyiz, yanındayız, bu iş daha bitmedi” demişler. Bana kız kardeşimiz demeleri beni çok duygulandırdı. 15 yıl cezayı duyduğumda ağlamadım ama bu dayanışma sözleri karşısında gözyaşlarıma hakim olamadım.

Tamam, ben 15 yıl aldım, özgürlüğümden oldum ama bir yandan da yarı özgür sayılırım. Hem dışarıdan gelen destek özgürleştiriyor beni, hem de sonuçta böyle olmasaydı ben cezaevinde değil, mezarda yatıyor olacaktım. Şimdi sonuçta yaşıyorum, yaşım genç. Elbet çıkacağım buradan ve hayatıma devam edeceğim, bu sefer dayaksız, şiddetsiz, özgür olarak.

Ben sadece canımı kurtardım

Başkan karşı oy kullandı ve ceza almamanı istedi. Heyetteki diğer iki üye ise ceza verdi. Bu sana ne düşündürdü?
Zaten yargılamanın başından beri başkanın beni anladığını ve bana inandığını hissediyordum. Beni asıl şaşırtan heyetteki kadın üyenin ceza vermesi oldu. Bir kadın olarak hemcinsimin beni anlamasını beklerdim. Erkek bakış açısının yansıdığını düşünüyorum karara. Başından itibaren beni bir yakınınızın yerine koyun, öyle düşünün demiştim. Ama yapmadılar. Sadece ben değil, ailem, annem, babam, kardeşim de onun tehdidi altındaydılar. Başvurabileceğim her yere başvurdum ama sonuç alamadım. Yapabileceğim başka hiçbir şey yoktu. Sadece canımı kurtardım. Bu nedenle cezanın haksız olduğunu düşünüyorum.

Bu kararı haksız görenlerin çok olması, toplumun büyük kesiminin sana destek olması seni nasıl etkiliyor?
Olay olduğunda “Hep kadınlar mı ölecek, biraz da erkekler ölsün” demiştim. Aslında bu sözlerim için bile bana baskı uygulayabilirlerdi. Ama herkes beni sahiplendi, anladılar. Ben yalnız olmadığımı biliyorum. 2-3 gün olmuştu cezaevine geleli, artık ben yandım, ayvayı yedim diye düşünüyordum. Ama öyle olmadı. Kamuoyunun desteği cezayı daha katlanılabilir kılıyor. Hepsini yatacak olsam da biliyorum ki ben bu 15 yıl cezayı hak etmedim. O yüzden vicdanen rahatım. Yaşadığım acılar aklıma geldikçe vicdan azabı bile duyamıyorum. O kadar çok çektim ki.

Ben direnirsem herkes direnecek

Sen ceza aldıktan hemen sonra serbest bırakılman için imza kampanyası başlatıldı, iki günde 65 bin imzaya ulaşıldı. Kampanyadan haberin var mıydı?

Bu da bana bir umut, bir güç oldu. İlk annemden duydum kampanyayı. Sonra buradaki memurlar söylediler. Hatta “Biz de imza verdik” diyenler oldu. Bana “Sen en fazla 7-8 ay daha yatarsın, cezan bozulur, çıkarsın” diyor herkes. Benim davamda ve kadına yönelik diğer şiddet davalarında kamuoyu duyarlılığının etkisi olduğu düşüncesindeyim.

Bundan sonra ne yapmayı düşünüyorsun?

İçeride olduğum müddetçe eskisinden daha fazla yazmayı düşünüyorum. Kendimi geliştirmek istiyorum. 15 yıl başka nasıl geçer (Gülüyor). Bana verilen bu kamuoyu desteğinin azalmaması için de çaba harcayacağım. Diğer kadınlar gibi unutulmak istemiyorum. Direnmek, mücadele etmek bana iyi geliyor. Benim durumumda olan pek çok kadın var. Onların da sesi olmak istiyorum. Ben sessiz kalırsam toplum da sessiz kalacak, ben direnirsem herkes direnecek.

‘Kadın dayanışması şart’

Özgecanın dosyası ve senin dosyan. İkisi de çok simgesel oldu. Şimdi Özgecan’ın yaşadığı ve öldürüldüğü kentte cezaevinde yatıyorsun…

Özgecan’ın öldürüldüğü şehir, benim yaşadığım, hayatıma sahip çıktığım şehir. Bu çok anlamlı bir tesadüf aslında. Bunu cezaevi memurları ile çok konuştuk. Özgecan’ın öldürüldüğü yer ile askeriye arasında pek mesafe yokmuş. Burada Özgecan’ı ve ailesini tanıyanlar var. Keşke onun da elinde kendini savunacak bir şey olsaydı da kurtulsaydı diyor herkes. Keşke kurtulsaydı.

Özgecan ve senin davan çok tartışıldı, gündem oldu. Ama aslında bunun gibi binlerce dava var. Bu davalar hakkı ile takip edilebiliyor mu sence?

O kadar çok ki böyle davalar, hepsinin takip edilebildiğini sanmıyorum. Kişi sağsa eğer benim gibi o zaman daha mümkün, ama öldüyse kadın örgütleri haberdar olabildiği kadarıyla takip ediyorlar. Kadın dayanışması kesinlikle şart. Şimdi kadın dayanışmasının eskiye göre daha iyi olduğunu düşünüyorum. Ben önceleri pek bilmiyordum mesela. Belki bilseydim daha farklı olurdu yaşananlar, daha önce karşı koyardım. Bana destek olanlar olurdu, daha önce kurtulurdum. Mesela ben yeniden evlenecek olsam, asla bir tek tokat dahi kabul etmem. (-Bunu söylediğinde zaten sana kimse tokat atamaz, korkar insan diyoruz. O da gülüyor.) Evet burada mutfaktaki usta bizden korkuyor, yedi tane cinayetçi var. Korktuğunu söylediğinde başta şaka yapıyor sanıyorduk, ama galiba ciddi.

Beraat al gel, yarım kadın neymiş görsünler!

Son dönemde devlet kademelerinde kadını aşağılayan, hor gören, eksik gören yaklaşımlar çok arttı. Sence bu söylemler yargıyı, karakolları, polisi vs. etkiliyor mu?

Tabii ki çok etkiliyor. Hani bir kereden bir şey olmaz diyen bakan vardı ya, Sema Ramazanoğlu. İşte bu zihniyet baştan aşağı böyle yansıyor. Mesela bana polis ‘Bir şey olmaz kocandır’ diyebiliyor. Bu en baştan en aşağıya kadar böyle gidiyor.

Ben yıllarca karakollarda benzer bir muamele ile karşılaştım. Yargılanmam sırasında savcı mütalaasında ‘Evin iaşesini Hasan karşılıyor’ dedi. Yani erkek dövüyor, ama ekmeğini yiyorsun, nasıl ona karşı gelirsin! İşte bu aslında egemenlerin sesi, aklı. İçerideki kadınlarda dahi bu fikir çok yaygındı aslında. Biz burada epey değiştik. Buradaki çoğu kadını da etkilediğimi düşünüyorum. Dosyalarımı gösterdim onlara, ifadelerimi okudum, daha önceki başvurularımın belgelerini gösterdim. Bunları gördükçe inandılar bana ve ‘Seni nasıl koruyamadı bu polisler’ dediler. Onların da algıları değişti.

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın “Anneliği reddeden, evini çekip çevirmekten vazgeçen bir kadın iş dünyasında istediği kadar başarılı olsun özgünlüğünü kaybetme tehlikesiyle karşı karşıyadır, eksiktir, yarımdır” şeklinde bir açıklaması olmuştu. Bununla ilgili ne düşünüyorsun?

Bunu birkaç gün önce koğuştan arkadaşlar ile konuşmuştuk. Hatta arkadaşlar bana “Beraat al gel, yarım kadın neymiş sende görsünler, laflarını yesinler” demişlerdi. Biz işçi koğuşunda on kişiyiz ve burada dahi çalışıyoruz. Bu sözlere buradaki tüm kadınlar tepki duydu. Böyle hepimiz toplanmış gazete okurken görmüştük bu açıklamayı, hatta mahkum arkadaşlarım, “Aynı bizim onu okuduğumuz gibi o da senin beraatını okusun da görsün neymiş yarım kadın” demişlerdi.

Koğuşta yaş ortalaması nasıl? Koğuştaki kadınların hikayeleri birbirine benziyor mu?

Ben orta yaşlı sayılırım. Benden küçük 21 yaşında biri daha var. Buradakilerden birisi kendisine tecavüz etmeye çalışan birini öldürmüş. Biri de yine aynı gerekçe ile kocasının amcasının oğlunu öldürmüş. Birbirimizi en iyi, aynı suçu işleyenler olarak anlıyoruz sanırım. ‘İnsan nasıl kocasını öldürür?’ diyenler de var. Gerçi ben de eskiden daha farklıydım. Mesela dayak yiyordum, şikayetçi oluyordum, ama bunun dışarı çıkmasını, duyulmasını istemiyordum, utanıyordum. Cezaevinde dinlediğim hayatlarla gördüm ki kadına yönelik şiddet, sanılandan daha fazla.

‘Olay gerçekten şöyle oldu hakim bey’

“Olay şöyle oldu hakim bey” diye Ayşen Aksakal tarafından yazılan kurgusal bir yazı yayımlanmıştı Evrensel gazetesinin Pazar ekinde. Yazı sanki senin savunmanmış gibi algılandı. O yazıyı görme şansın oldu mu?

Yazıdan haberim var ama tamamını görmedim. Parça parça gördüm başka haberlerin arasında. (Çilem’le ilgili basında çıkan haberleri topladığımız dosyadan yazıyı çıkarıp veriyoruz, okuyor, gülüyor) Keşke bunu daha önce getirseydiniz. Ben savunma olarak bunu yapsaydım hakim kesin beni bırakırdı. İpek isimli bir gazeteci ile mektup üzerinden röportaj yapmıştım. O, nasıl evlendiğimi falan ayrıntılı olarak sormuştu, ben de anlatmıştım. Acaba bunu yazan orada yazdıklarımı mı gördü? Benzer şeyler vardı o anlattıklarımda. Burada yazılanlar o kadar çok benziyor ki yaşadıklarıma, bence bu kurgu falan değil. Gerçekten beni yazmış yazan, yaşadıklarımı yazmış.

Çilem’in savunması: Yaşam mücadelesi veriyordum

Evlendiği ilk günden itibaren ölüm tehditlerine ve şiddetine maruz kaldığı kocasını, kendi hayatını kurtarmak için öldüren Çilem, mahkemedeki ilk ifadesinde de kocasını öldürdüğü anla ilgili tam olarak böyle diyor: “Yaşam mücadelesi veriyordum.”

“Azrail canını alacak gibi evde yaşayan bir ölüydüm son zamanlarda” diyen Çilem; hiç bıkmadan, usanmadan kocasını defalarca şikayet etmiş. 19 ayrı suçtan aranan kocasının polislerle işbirliği içinde olduğunu ve polislerin kendisine sürekli bilgi aktarımında da bulunduğunu iddia eden Çilem, aslında sığındığı yerin de onun için güvenli olmadığını biliyordu.

O son anlarla ilgili ise şunları söylüyordu Çilem:

“Yatak odasının kapısını kilitledi ve kilidi elini aldı, benim yatak odamın içinde kiler var orada mavi, bordo, gri bir valizim vardı ayağıyla itekledi ‘Hazırlan gidiyoruz’ dedi. Ben de ‘Nereye gidiyoruz’ dedim. ‘Üç kadın bir de sen. Ayarladım, gidiyoruz’ dedi. ‘Nereye, nasıl gidiyoruz, sen ne diyorsun’ dedim; o sıra elimi saçına attı saçımı kıvırdı. Etim kopacak sandım. Yatağın üstünde o kadar çok üstüme bindi ki tekmeyle yumrukla boğazıma çöktü. Artık kendimi kurtarmak için altından zor kalktım kalktığım sırada ben yastığın üstüne düştüm kendisi de yatağın diğer tarafına düştü. Elim silaha gitti. Silaha gitti ve o anki can korkusuyla ve panik halinde sıkıp sıkmadığımı değip değmediğini bilmediğim halde düşünce ben onu saklandı sandım. Elinden düşen anahtarı aldım, kapıyı üstünden kilitledim. Arkamdan gelecek korkusuyla çocuğumu aldım, çıktım evden. Olay bu şekilde oldu efendim.”

Çilem’in ifadesindeki şu cümle yaşadıklarının ne kadar gerçek olduğunu ispatlama isteğiydi aslında; “Karar vermeden önce beni bir yakınınız yerinize koymanızı istiyorum. Hepinizin gelini, kızı var. Bu yaşadıklarımı lütfen göz önünde bulundurun.”

kaynak: halkingunlugu.net

Share

LGBTİ Derneği: Hep birlikte özgürleşmek için 19 Haziran’da sokağa

Demokratik Kadın Hareketi (DKH) üyeleri, gericilerin hedefinde olan LGBTİ Derneği’ni ziyarette bulunarak LGBTİ yönetim kurulu üyeleri Ebru Kırancı ve Ejder Narsap ile röportaj gerçekleştirdi. DKH ayrıca 19 Haziran’da yapılacak Onur Yürüyüşü’ne de çağrıda bulundu

image

HABER MERKEZİ (17.06.2016) – Onur yürüyüşüne sayılı gün kala LGBTİ’lerle dayanışmak amacıyla DKH Taksim’de bulunan LGBTİ Derneği’ni ziyaret ederek birlikte mücadeleyi büyütme çağrısında bulundu. Aynı zamanda DKH üyeleri LGBTİ yönetim kurulu üyeleri, Ebru Kırancı ve Ejder Narsap ile onur haftası etkinliklerine dair kısa bir röportaj gerçekleştirdi

DKH: 7.Trans onur haftası etkinlikleri başladı. Etkinlikler nasıl gidiyor ve nasıl bir karşılık bekliyorsunuz?

Ebru Kırancı: Harika gidiyor..yarın trans iks gösterimi var.Ondan sonra obür gün trans but belgeselinin gösterimi var. Zaten program dolu doluydu bu yıl. Ve sonuna yaklaşıyoruz çalışmaların, 19 Haziran’da da taksim’de Fransa konsolosluğu önünde start vereceğiz yürümek için.

Ebru Kırancı: Bu etkinlikler daha çok bilinçlendirme seviyesinde oluyor bildiğim kadarıyla yani genç arkadaşlarda gelip bizim fikirlerimizden yararlanabilirler. Mesela ben bu akşam misafirhane konusunda konuşma yapacağım bir arkadaşımla beraber, yani misafirhanenin kuruluş süreciyle ilgili yani dört sene önceki süreci anlatacağım.

DKH: Bu yılki tema direniş ve barış gerici savaş konseptinin her gün dahada yükseldiği koşullarda bu tema çok anlamlı. Siz buradan neler söylemek istersiniz?

Ebru Kırancı: Vallaha savaş en kolay olandır barış ise en zor olandır. Bu barışın gerçekleşmesi bu ülkede şart ben her zaman bunu söylüyorum bu yürüyüş trans Onur Yürüyüşü 19 Haziran’da yapılacak olan Gezi olaylarından sonra bir ilk olacak, tüm duyarlı kesimlerin katılmasını bekliyoruz, çünkü bu yürüyüş insanlık yürüyüşüdür. LGBTİ hakları aynı zamanda insan hakları olduğu için buna tüm kendine demokratım, sosyalistim diyen kim varsa herkesin yoldaşların, hevallerin , herkesin elini taşın altına koyma zamanıdır. Özgürleşeceksek beraber özgürleşeceğiz yoksa diktatöre boyun eğeceğiz.

DKH: AKP iktidarının cinsiyetçi ve homofobik uygulamaları karşısında nasıl güçlü birleşik bir mücadele hattı örebiliriz?

Ebru Kırancı: İşte beraber mücadele etmeliyiz ki yan yana omuz omuza sırt sırta vermeliyiz ki bu adamlar artık toplumu sindiremediğini kendilerinin karşında güçlü bir muhalefetin olduğunu hissetmeliler. Bu korku onlara yeter.

DKH: İktidar erkinin Orlando katliamında da devam eden ikiyüzlü politikalarını biliyoruz. Tetikçi medya burada katliamı atlarken ülkenin cumhurbaşkanı taziye dileklerinde bulunuyor buna dair görüşünüz nelerdir?

Ebru Kırancı: İkiyüzlülük, kendi ülkendeki eşcinsellere, lezbiyenlere, geylere sahip çıksana Erdoğan. Bakalım 19 Haziran’da sınayacağız !!!

DKH: Dinci, gerici, ırkçı güruhların tehditleri direniş ve kararlılıkla geriletildi. Mümkün olabilecek bir saldırıya karşı çağrınız nedir?

Ejder Narsap: Ezidi kadınlar, Rojova’da ki kadınlar pazarlarda satılırken Ensar Vakfı’nda 45 erkek çocuğa tecavüz edilirken sesleri çıkmayanlar, bugün bizler üzerinden ahlak edebiyatı dersi yapıyorlar. Bu anlamda Türkiye sol, sosyalist demokrat tüm kamuoyunu gücümüze güç katmaya, 19 Haziran saat 17.00’da Fransız konsolosluğuna davet ediyoruz.

DKH: Demokratik kadın hareketi olarak bize ayırdığınız zamandan ötürü teşekkür ederiz. Bu mücadele sadece LGBTİ’lerin mücadelesi değil, özgürleşmek isteyen bütün kadın ve insanların mücadelesidir. Bugün ‘’TC’’ devletinin özelde Kuzey Kürdistan genelde ise tüm halklar üzerindeki yaptığı asimilasyon, katliam ve soykırım saldırılarına karşı 19 Haziran’da birlikte dayanışma ruhuyla hep birlikte alanlarda olmamız gerekiyor. Aynı gerici zihniyetin ABD’nin Orlando eyaletinde LGBTİ’lere yönelik gerçekleştirdiği barbar katliamı lanetleyerek, katliamda katledilenleri bir kez daha saygıyla anıyoruz.

kaynak; halkingunlugu.net

Share

Onur Haftası Komisyonu: İzin istemedik ki!

Onur Haftası Komisyonu’ndan Ebru Kırancı ve Ejder Narsap, tehditlere rağmen yürüyüşün gerçekleşeceğini ifade etti

image

HABER MERKEZİ (17.06.2016) – Evrensel’in haberine göre, Onur Haftası Komisyonu’ndan Ebru Kırancı ve Ejder Narsap, tehditlere rağmen yürüyüşün gerçekleşeceğini ifade etti.

‘Yaşam hakkımız için yürüyeceğiz’

Trans Onur Yürüyüşü için valilikten izin istemediklerini ifade eden Ebru Kırancı, yürüyüşün 7 yıldır izinsiz yapıldığını söyledi.

Trans Onur Yürüyüşü’nün barışçıl bir yürüyüş olduğunu ve bunun için kanunen izin almak zorunluluğu olmadığını belirten Kırancı, devletin yürüyüşün sağlıklı bir şekilde gerçekleşebilmesi için güvenlik önlemi almakla yükümlü olduğunu da sözlerine ekledi.

Müslüman Anadolu Gençlik ve Alperen Ocakları’nın tehditleriyle ilgili savcılığa suç duyurusunda bulunduklarını söyleyen Kırancı, “Bizi her gün öldürülüyor, dayak yiyoruz. Bir gün de yaşama, çalışma ve politika hakkımız için dayak yiyelim” dedi. Bu yıl ki Trans Onur Yürüyüşü’nün temasının DirenBarış olduğunu hatırlatan Kırancı “Ya başkaldıracağız ya da zulme boyun eğeceğiz. Ramazan ayı dolayısıyla bizden saygı bekliyorlarsa onlar da bizlerin yaşam hakkına saygılı olacak ve barışçıl yürüyüşümüze izin verecekler. Devlet bizi korumak zorunda” şeklinde konuştu.

‘Ablukayı dağıtacak güçteyiz’

Kişisel sosyal medya hesapları üzerinden de çok sayıda tehdit mesajı aldıklarını ifade eden Ejder Narsap, “Biz bu saldırılara karşı sokağa çıkmazsak hiçbir zaman çıkamayacağız. Yolda gördükleri bir geyi bir transı çok rahat katledebilecekler. Ama bizler son bir haftadır bize karşı oluşturulan bu saldırı konseptini ve ablukayı dağıtacak güçteyiz. Tehditler umurumuzda değil, onlara rağmen yürüyeceğiz” dedi.

Alperenler’in her sene benzer şekillerde tehditlerde bulunduğunu belirten Narsap, “Maraş’tan ve Çorum’dan biliyoruz ki devlet kendi yapamadığını bunlara yaptırıyor” diye konuştu. Orlando saldırısını gerçekleştiren IŞİD’in kendinden olmayan herkesi katlettiğini ifade eden Narsap, LGBTİ derneklerine yönelik saldırının gerçekleşebileceğinden endişe duyduğunu dile getirdi.

Dünyanın her yerinde kutlanıyor

Onur Haftası adı ile gerçekleşen etkinliklerin temeli 1969 yılında ABD’nin New York şehrinde Marsha isimli bir trans kadının attığı bir taşla başlamıştı. Baskı, şiddet ve ayrımcılığa dayanamayan eşcinseller Stonewall Inn adlı kendileri üzerinde baskı kuran polisi bara hapsetmiş ve 4 gün boyunca sokaklarda çatışarak eylemler yapmıştı. LGBTİ mücadelenin dönüm noktalarından biri olan gün dünyanın her yerinde Onur Haftası kapsamında kutlanıyor.

kaynak; halkingunlugu.net

Share

Valilik Onur Yürüyüşünü yasakladı

Müslüman Anadolu Gençlik (M.A.G.) ve Alperen Ocakları’nın tehdit ettiği ve katliam çağrısı yaptığı Onur Yürüyüşü yasaklandı

image

HABER MERKEZİ (17.06.2016) – Müslüman Anadolu Gençlik (M.A.G.) ve Alperen Ocakları’nın tehdit ettiği ve katliam çağrısı yaptığı Onur Yürüyüşü yasaklandı.

İstanbul Valiliği, LGBTİ+ Onur Haftası kapsamında düzenlenecek yürüyüşe izin vermeyeceğini açıkladı.

Bu yıl 24’üncüsü düzenlenecek etkinlikler kapsamında yapılması planlanan Onur Yürüşü hakkında valiliğin yaptığı açıklama şu şekilde;

“Bazı basın organları, internet siteleri ve sosyal medyada, LGBT üyeleri tarafından 19-26 Haziran 2016 tarihlerinde Taksim’de düzenleyecekleri bir yürüyüşe çağrı yapıldığı anlaşılmaktadır.

Valiliğimizce, başta katılımcılar olmak üzere vatandaşlarımızın güvenliği ve kamu düzeni gözetilerek anılan günlerde bu yönde bir toplantı ve gösteri yürüyüşü tertip edilmesine izin verilmeyecektir. Bu tür etkinliklerin nerelerde yapılabileceği de, yasa gereği önceden ilan edilmiştir. Değerli İstanbullu hemşehrilerimizin bu tür çağrılara itibar etmemelerini, Güvenlik Güçlerinin bu yönde yapacağı uyarılara riayet ederek yardımcı olmalarını rica eder, kamuoyuna saygıyla duyururuz.”

kaynak; halkingunlugu.net

Share

Boşanma Komisyonu Ne İş?

image

HABER MERKEZİ (17.06.2016) – Ak Parti Hükümeti “sıcak aile” söylemlerine sırtını yaslayarak kadınlar üzerinden rejimi tayin etme sevdasından hiç vazgeçmediği için, son 14 yıl kadınlardan ve cinsellikten en çok konuştuğumuz dönem oldu. Bu nedenle ne zaman kadınlarla ilgili bir tartışmanın içine çekilsek, bunun esas olarak bir rejim tartışması olduğunu akılda tutarak, önümüze konanın ötesine geçerek konuşmamız gerekiyor.

Bugünlerde de uzun adıyla “Aile Bütünlüğünü Olumsuz Etkileyen Unsurlar ile Boşanma Olaylarının Araştırılması ve Aile Kurumunun Güçlendirilmesi İçin Alınması Gereken Önlemlerin Belirlenmesi Amacıyla Kurulan Meclis Araştırması Komisyonu” olan, Ak Parti’nin “Aile Bütünlüğünün Sağlanması” ismi ile duyurduğu, gerçekte ise “Boşanmaların Önlenmesi” olarak faaliyet gösteren Komisyonla aynı gündemin içindeyiz.

Komisyon Ocak ayında çalışmalarına başlayan 3 aylık bir araştırma komisyonu olarak faaliyet gösterdi. 21 Nisan’a kadar gerçekleştirilen 23 toplantı ve 11 il ziyaret ile hayli yoğun bir programı oldu. Ortaya çıkan Rapor ise kadınların tarihsel kazanımlarına el uzatan önerileriyle feminist hareketin gündemine oturdu.

Komisyon çalışmaları sıklıkla getirdiği önerilerle sınırlı olarak eleştirildi. Ancak feminist hareket açısından Komisyonun işleyişi ile ilgili yordam tartışmasını ihmal etmemek ve önerilerin makullüğüne yönelik değerlendirmelerin ötesinde, bu önerileri getiren iktidarın meşruiyetini tartışmaya açmak önemli.

Komisyon açısından yordam tartışması; şiddet ve hiyerarşinin üretildiği, elitizmin dayatıldığı bir ortamda sunulan doğru önerilerin de yanlış adrese gideceği iddiasını önümüze koyuyor. Nitekim çağırılan uzmanlarca sunulan bazı makul önerilerin sonuç kısmına yansımamış olması, kadına yönelik şiddeti önleme üzerine yapılan sunumlarda Ak Partili üyelerin kadınların fırsatçı olduğunu, yasayı sömürdüğünü ima eden açıklamalarda bulunması gibi örnekler bunu gösteriyor.

Benzer şekilde Hülya Gülbahar’ın muhalif görüşlerine Komisyon’un Ak Parti’li üyesi Sait Yüce’nin gösterdiği tepki, diğer Komisyon üyelerinin bu konudaki tavrı, Komisyon’un HDP’li üyesi Dirayet Taşdemir’in olay üzerine sunduğu önergede Komisyona davet edilecek uzmanlar için istediği güvencenin karşılıksız kalması (Nitekim Yüce, daha sonra bir başka uzmana aynı tavrı gösterdi), kadınlar lehine bir düzenlemeyi olanaksız hale getiren şifreler olarak Komisyonun işleyişinde açığa çıkıyor. Feministler açısından yine Sait Yüce’nin Hülya Gülbahar’a “Milletvekili ol, gel öyle konuş” demesi ile görünürleşen milletvekili-yurttaş ilişkisi tartışması da, Raporla getirilen doğrudan kadınlara yönelik öneriler kadar gündemleştirilmeye değer.

Raporun ruhu, elitizmin iki örneği ile açığa çıkıyor: Cinsiyet eşitliği konusundaki perspektif yoksunluğunun etkisiyle vaka odaklı olarak ele alınan sorunların, eğitimle ve yasal düzenlemelerle çözülebileceğine ilişkin güçlü bir vurgu söz konusu. Cumhurbaşkanı, Sağlık Bakanı, Adalet Bakanı bugünlerde yine kadınları hedef alan sözleriyle gündemdeyken, Raporda geçen “Türkiye’nin en büyük çözümü(nün) eğitim” olduğu tespiti bu siyasi iklimin etkisini ötelemekten başka iş görmüyor.

Şiddet de dahil olmak üzere kadınların yaşamlarını kısıtlayan, kadınların kendi tanımlarını yapmalarının, kendi hayatlarını kendilerince kurmalarının önüne geçen bütün sorunların marjinalleştirilmesi, Komisyon toplantılarında da, Raporda da aşinası olduğumuz bir yaklaşım. Türkiye’nin erkeklik sorununa değil de kadınların şiddete uğradığı vakalara odaklanıldığından; sorunlar erkek işsizse işsizlik, bağımlıysa bağımlılık, bunlardan hiçbiri yoksa öfke kontrolü üzerinden marjinalleştiriliyor. Mevcut durumlar Türkiye’nin erkeklik resmindeki süreklilikler değil, “kutsal aile”deki kopuşlar olarak yorumlanıyor. Bu ‘sorunlu erkekler’in nasıl oluyor da kadınlarla ilişkileri dışındaki hayatlarında patronlarıyla, arkadaşlarıyla sorunsuz ilişkiler geliştirebildikleri sorgulanmıyor.

Cinsiyet eşitliğinin yapısal önerilerle Rapora yansımasını engelleyen de bu yaklaşım. Raporu tamamladığınızda, cinsiyet eşitliğinde ısrar eden bir politik iddiaya dair bir fikri süzemiyorsunuz. Bu nokta kadınlar için getirilen önerilerin hayatlarına dair stratejik kararlarda inisiyatif almalarını mümkün kılan, “güçlenme”ye tekabül eden adımlar yerine, geçici iyileştirmelerle sınırlı hizmetleri birbirinden ayırmak için ayrıca ele alınmalı.

Verilere göre Türkiye’de “boşanma sorunu” yok

Komisyonun kendisi, faaliyetleri ve Raporun içerisinden bağımsız olarak, boşanma sorunu varmış gibi bir intiba yaratmak üzere kurulmuş. Oysa Komisyona davet edilen uzmanların sunduğu verilerde de ortaya çıktığı gibi Türkiye’de boşanma, Ak Parti’nin gündemleştirdiği şekliyle bile yakın ve uzak gelecekte sorun olarak görünmüyor. 18 yaş üstü nüfusun yüzde 2.8’i boşanmış, hayatında en az bir kez boşananların oranı ise yüzde 4. Boşananların da yüzde 80’den fazlası yeniden evleniyor. 2023’de bile boşanma hızı 1.93 olarak tahmin ediliyor.

Boşanma, henüz Komisyonda sunumlar yapılmadan önce Ak Parti tarafından bir sorun olarak saptanmış belli ki. Nitekim Boşanma Süreci Danışmanlığı şu anda 81 ilde Aile ve Sosyal Politikalar İl Müdürlükleri ve Sosyal Hizmet Merkezlerindeki uzman personel aracılığı ile Boşanma Öncesi Danışmanlık Hizmeti, Boşanma Sürecinde Danışmanlık Hizmeti ve Boşanma Sonrası Danışmanlık Hizmeti olmak üzere üç aşamalı olarak verilirken, “Şiddet Önleme ve İzleme Merkezleri (ŞÖNİM)” sadece 41 ilde faaliyet gösteriyor. Nüfusun yüzde 4’ü için yüzde yüzlük, nüfusun yüzde 50’si için yüzde 50’lik çözüm!

Ak Parti de bu gerçeği bilmesine karşın, neden boşanma sorunu olduğuna ilişkin bir intiba yaratmakta bu kadar ısrarcı? Bu noktada eşcinsellik mevzusundan da iyi bildiğimiz, bazı istenmeyen toplumsal davranışların özendirilerek yaygınlaşabileceği yaklaşımı devreye giriyor. Sanki boşanmak Türkiye’de bir toplumsal statü kaybına yol açmıyormuş, kadının yoksullaşmasının temel dinamiklerinden birini oluşturmuyormuş ve boşanan kadınların da yüzde 74’ü boşandığı eşinden şiddet görmüyormuş gibi, boşanmak, bir özenti ile gidilebilecek bir heves gibi sunuluyor. Bu durum aynı zamanda, feminist hareketin Hükümet üzerindeki yarattığı korku olarak okunmalıdır. Katledilen kadınların duruşmalarını izlemeye gittiğimizde erkeklerin “kadınları özendiriyorlar” cümlesinin iktidar nezdindeki tekrarıdır.

İddianın tersine, Komisyon’da sunulan verilerden en az boşanmanın 1 ve daha az süreli evliliklerde, en fazla boşanmanın ise 16 yıl ve üstü evli kalanlar arasında olduğunu görüyoruz. Boşananların yüzde 80’i ebeveyn. Yani boşanma Türkiye’de öyle kolay girilebilen bir süreç değil. Vatandaşlarına özenti ile başa çıkamayan çocuk muamelesi yapan iktidarın aksine, kadınlar sürecin zorluğunun farkında.

Boşanma kararının toplumsal bir karar gibi sunulmasının ardında da aynı zihniyet yatıyor; bireyler kendisi için neyin iyi olacağını Devletten iyi bilemeyeceğinden, Adalet Bakanı Bekir Bozdağ boşanma davalarında devletin araya girmesinin önemine atıfta bulunuyor(!). Dönemin Aile Bakanı Sema Ramazanoğlu boşanmanın toplumu ilgilendiren bir karar olduğuna vurgu yapıyor. Komisyon’un Ak Parti’li üyesi Hüsniye Erdoğan arabuluculuğun toplumda zaten fiili olarak uygulanıyor olmasını meşru bir dayanak olarak sunabiliyor.

Ancak Komisyon’da sunulan verilerde de, boşanmadan ziyade boşanma süreçlerinin çatışmalı olarak geçmesinin yarattığı sorunlar öne çıkıyor. İPSOS araştırmasında, görüşülen bireylerin yarısı boşanma başvurusunu avukat olmadan gerçekleştirmesi dolayısıyla mağduriyet yaşadığını ifade ediyor, sorun durumunda uzmanlardan destek almak isteyenlerin oranı ise sadece yüzde 3. Bugün özellikle küçük şehirlerdeki “şiddetli geçimsizlik” davalarının aslında büyük oranda “şiddet dolayısıyla geçimsizlik” davaları olduğu, kadınların şiddeti açıkça beyan edemediklerinde bu başlıkla başvuru yaptığı, bu nedenle boşanma davalarının çoğunlukla kadınlar tarafından açıldığı biliniyor.

Komisyon’da “boşanmalar özendiriliyor” yaklaşımı ile birlikte kendini gösteren ikinci yaklaşım kadınların suçlu/fırsatçı olduğuna ilişkin imalarda ortaya çıkıyor. Örneğin Ak Parti’li Komisyon üyesi Sait Yüce 10.02.2016 tarihli toplantıda bazı kadınların gayri ahlaki yaşantısını devam ettirmek amacıyla kocasını uzak tutmak için şiddet gördüğü şeklinde yanıltıcı beyanlarda bulunduğunu iddia ediyor. Aynı toplantıda yine Ak Parti’li üye Hüsniye Erdoğan, benzer bir iddiayla, koruyucu ve önleyici tedbirlerin alınması noktasında sadece beyanın belki sakıncalı olduğunu ifade ediyor. Tutanaklarda benzeri ifadelere rastlamak mümkün.

Komisyon’daki öneriler Halkların Demokratik Partisi ve Cumhuriyet Halk Partisi’nin muhalefet şerhleri ve kadın örgütlerinin açıklamaları ile eleştirildi (1). Öne çıkan birkaç konuya kısaca değinecek olursak;

Çocuk tesliminde Aile Bakanlığı’na yetki verilmesi gibi örneklerle hukuken yetkisiz makamlar yetkilendiriliyor

Dini değerler ve kültür yapısının ailede aktarımında tekçi bir yaklaşım dikkat çekiyor. Değerler eğitimi adı altında Sünni İslam’ın erken yaşta yaygınlaştırılması, yurt dışındaki vatandaşlar için getirilen anadilde hizmet gibi önerilerin Türkiye’deki vatandaşlar için mevzubahis edilmemesi, aile danışmanlığı uzmanları için cinsiyet eşitliği konusunda bile yeterlilik talep edilmezken “milli kültüre duyarlılık” ölçütünün konulması bu yaklaşımın örnekleri.

“Terör” açıkça bir asimilasyon malzemesi olarak tekrar karşımıza çıkıyor. Dönemin Aile Bakanı Sema Ramazanoğlu ASDEP Projesine değinirken, ’11 doğu ilinde’ çalışmaların başladığını, ‘terör mağduru illlere’ öncelik verildiğini ifade ediyor. Bakanlık Davutoğlu’nun açıkladığı Master Planı’nın uygulayıcısı olarak devrede.

Yaşlı bireylerin evde bakımı önerisinde, yine kadın emeğinin gelenek üzerinden görünmezleştirdiği, cinsiyetçiliğin en çiğ örneklerinden birini görüyoruz.

En fazla gündeme gelen erken evlilik ile ilgili öneride “5 yıl başarılı ve sorunsuz evlilik” şeklindeki muğlak bir ölçüt üzerinden mağduriyeti giderme iddiası var. Kadın örgütleri evlendirilme yaşının 18’e yükseltilmesini beklerken, erken yaşta evliliğe cezasızlık getiriliyor. Ancak bu noktada konunun gündemleştirilme biçiminin de çok rahatsız edici, erken yaşta evlenen kadınların tamamını aşağılayıcı olduğunu gözönünde bulundurmak gerekiyor. “Tecavüzcüsüyle evlendirilme” ifadesi feminizmin kadınlara onların kıymetinden ulaşmayı hedef edinen, iradelerini ezip geçmeyen dili ile çelişiyor.

Türkiye’de sosyal devletin gelir ve dayanışma açısından ailenin yerini alabilecek bir kurumsallaşmayı gerçekleştirmemiş olması, hane odaklı sosyal destek politikaları olarak kendini gösteriyor. Rapor, bu açıdan aynı tekrarla karşımızda. Temel gelir desteği talebini bu noktada ele almak önem taşıyor.

Aile konutu şerhinde delil aranmaması koşulu bertaraf edilmeye çalışılıyor.

Aile hukuku duruşmalarının gizliliği önerisi ile ailenin koşulsuzca kutsandığı ve süreçleri takip eden kadın örgütlerinin devre dışı bırakılmaya çalışıldığı izlenimini ediniyoruz.

Aile Mahkemesi hakimlerinin aile duyarlılığı olan kişilerden seçilmesi önerisinin, hali hazırdaki yasal düzenleme açıkça Anayasa’nın eşitlik ilkesine aykırıyken, mesleki yeterlilik ölçütleri ile çelişirken tekrar edilmesi vahimdir. (2)

Kadın istihdamı ile ilgili önerilerde, bu konudaki öncelikli sorun olarak son birkaç yıldır gündeme getirilen çocuk bakım ve eğitimi hizmetlerinin çeşitlendirilerek yaygınlaştırılması ile ilgili öneri bulunmuyor. Benzer biçimde, OECD ülkeleri arasında çalışma saatlerinin en uzun olduğu 4. Ülke olan Türkiye’de kadın istihdamının artırılması için çalışma saatlerinin kısaltılmasına yönelik öneriler görmezden gelinmiş.

Bu konudaki diğer önemli sorun ise Komisyon toplantılarında da ara ara meyledilen “çalışan kadınlar boşanıyor” yargısını hedef alacak bir çalışmanın öngörülmemiş olmasıdır. Bu konuda özel politika gerektiren grupların istihdamı ile ilgili öncelikli dönüşüm programında vaadedilmiş olan kamu spotlarından, esnekleşme ile ilgili vaatler gerçekleştirilmiş olmasına rağmen eser yok

Toplum yararına çalışma kadın çalışma biçimi halini almışken, bu programlardan öncelikle kadınların yararlandırılmasına yönelik öneri ironik.

Boşanma arabuluculuğu, kadınların iradesini erkeklere ve toplumsal kabullere teslim etmeye yönelik bir uygulama olarak devreye sokuluyor.

Bu eleştirilerin yanı sıra özellikle bireysel silahsızlanma ile ilgili taleplerde bulunmak gerekiyor. Yanı sıra bugün yürüttüğümüz tartışma esas olarak kadınların kamusal hayata katılımı, kadınların hayatın içinde olması, görünürleşmesi ile ilgili bir noktaya varıyor. Bu açıdan kentlerin kadın dostu haline getirilmesini farklı önerilerle gündemleştirmek gerekiyor.

Rapora karşı ne yapmak gerekiyor?

Komisyonun çalışmalarına karşı esas olarak izlememiz gereken yol, bu düzenlemeleri önümüze koyan Hükümetin meşruiyetini tartıştıracak öneriler getirmek, çalışmalar yürütmektir. Boşanma Komisyonu’na itirazımızı yükseltirken ASPB’nin bütün hizmetleri, diğer Bakanlıkların ise kadınlara yönelik hizmetlerini izlemek, gündemleştirmek bu nedenle büyük önem taşıyor. Kendi yayınlarında ailede rıza varsa eşitsizliğin önemsiz olduğunu söyleyen bir Aile Bakanlığı’nı tanımadığımızı, ona verilen yetkilere güvenmediğimizi haykırmak gerekiyor.

Hükümetin tek bir konu üzerinden önümüze koyduğu gündeme Türkiye’deki cinsiyet eşitsizliği bağlamını işaret ederek karşı çıkmalıyız. Esnek ve güvencesiz istihdam yapısıyla kadınların büyük bir kısmının İş Kanunu’nun kapsamı dışında kalması, esnek çalışmanın bir kadın çalışma biçimi halini alması, erkeklerin 9 bin 800’ü sosyal güvenlik kapsamındayken kadınların sadece 3 bin 500’ünün bu haktan faydalanabilmesi, kadınlarda okuma yazma bilmeme oranının erkeklerden 5 kat fazla olması, TÜİK rakamlarına göre kadınların yüzde 40’ına yakının şiddet görmüş olması, Kadın Dayanışma Vakfı çalışmasına göre her 100 kadından 97’sinin en az bir kere şiddetin bir biçime maruz kalmış olması gibi veriler, Komisyon’da da olduğu gibi, kadınlarla erkekleri eşitlemek adıyla kadınlardan alınanların onları ne kadar dezavantajlı bir toplumsal bağlamla başa çıkmak zorunda bıraktığını açıkça gösteriyor.

Ek olarak, Komisyon’a karşı çıkılırken yapılması gereken rapordaki çelişki ve hilelerin ortaya konulmasıdır. Ak parti bir yanılsama yaratarak itirazı törpülemek için kullandığı “torba” yöntemini her yerde uyguluyor. Raporda da uzmanların makul önerilerinin sonuç kısmına yansımadığı hatta çeliştiği örneklerle karşılaşıyoruz. Örneğin İPSOS tarafından yapılan sunumda kanun uygulayıcıların mal rejimini çalışmayan kadınlara yönelik en önemli güvencelerden biri olarak ortaya koymasına rağmen, boşanma davalarının sadece yüzde 3’ünün mal paylaşımı davaları olduğuna dikkat çekildiği halde, Raporda kadınlar açısından mal rejimi ile ilgili kısıtlara gidiliyor.

Sonuç olarak kendimize sormamız gereken Ak Parti’nin görüş ve yaklaşımlarının belirleyici olduğu bu Komisyon’un makul öneriler getirmesi halinde tablonun değişip değişmeyeceği olmalı. Sorun, önerilerin ötesinde, bu iktidarın kadınlar adına söz ve politika üretme meşruiyetinin olmaması sorunudur. 11 çocuğundan 5’i engelli olan bir anneye “yılın annesi” ödülünü vererek fedakarlık güzellemeleriyle kadınlığı sömürenleri tanımadığımızı haykırma zamanıdır.

(1) Komisyon Raporuna yönelik açıklamalar ve muhalefet şerhlerine Kadının İnsan Hakları Derneği’nin internet sayfasından ulaşabilirsiniz.

(2) Ağrı Milletvekili Dilan Dirayet Taşdemir bu konuda bir kanun değişikliği teklifi verdi.

Gülnur Elçik

Kaynak: BİANET

Share

17’lerin sesi Mercan Vadisi’nde yankılanmaya devam ediyor

image

HABER MERKEZİ (17.06.2016) – Mercan Vadisi’nde katledilen 17’lerden olan Berna Saygılı Ünsal ve Gülnaz Yıldız, kadın özgürlük mücadelesinin tanrıçaları olurken, onların mücadele mirasını devralan kadınlar, öz yönetim alanlarında, sokaklarda, meydanlarda, dağlar da erk ve soykırımcı zihniyete karşı mücadele etmeye devam ediyor. 17’lerin sesi Mercan Vadisi’nde kadınların sesinde yankılanmaya devam ediyor.

Dersim’in Ovacık ilçesi Mercan Vadisi’nde 16 Haziran 2005 tarihinde MKP’lilerin kongreye hazırlık toplantısına devlet güçleri tarafından ağır silahlarla saldırı gerçekleştirildi. Genelkurmay Başkanlığı tarafından yönetilen katliam saldırısı 2 gün sürerken MKP Merkez Komite üyelerinin de aralarında bulunduğu 17 kişi katledildi.

Yaşanan katliam devrimci mücadele tarihinde “17’ler” olarak anılmaya başladı. Katledilenler arasında bulunan Berna Saygılı Ünsal ve Gülnaz Yıldız: mücadeleyi ve özgürlüğü iliklerine kadar hisseden iki kadın. Berna ve Gülnaz toprağa düştü, topraktan tüm canlılara ve kadınlara yeni bir hayat oldu. Berna ve Gülnaz’ın katledilmesinin ardından geçen 11 senenin ardından aileler ise hala aynı acıyı yaşadıklarını belirterek, evlatlarını yakınlarını unutmadıklarını söyledi.

Kavgasının militanı özgürlüğün arayışçısı Berna..

21 Ağustos 1971 yılında Aydın’ın Germencik ilçesine doğan Berna, ilkokulu Kırıkkale, ortaokulu Ankara’da bitirdi. 1989’da ODTÜ’de Endüstri Mühendisliği’ni kazanan Berna, kaymakam babasına karşı kendi yaşamında özgürlük arayışını esas aldı.
Öğrencilik yıllarında partisiyle tanışan Berna, üniversite gençliğinde bir militan oldu. Yaşamında özgürlüğü esas alan Berna, sistemin dayattığı ilişkilere karşı özgür eş yaşamı yaşadı. Mücadelenin içinde tanıştığı Okan Ünsal ile evlendi ve birlikte aynı saflarda mücadele etti.

Ve birlikte 17’ler olarak ölümsüzleştiler

1994 yılında tutuklanan Berna, 2000 ölüm orucuna da katıldı. Ölüm orucu sırasında komaya giren Berna, uzun bir süre etkilerini taşıdı. Cezaevinden çıktıktan sonra ise yurtdışına çıktı. Yurtdışında mücadelesine devam eden Berna, 1. Kongre sonrası parti üyesi oldu ve Yurtdışı Bürosu’nda faaliyet gösterdi. Hayatında ise hep kadın kurtuluşunu esas alan Berna aynı zamanda ADHK Genel Konsey üyesi ve Demokratik Kadın Hareketinin kurucusuydu. İngilizce, Fransızca ve Almanca bilen Berna, ile Dünya Halkları Direniş Hareketi ve Demokratik Kadın Hareketi’nin inşasına önemli katkılarda bulunan Berna, MKP’nin 2. Kongresi’ne Yurtdışı delegesi olarak katıldığı toplantıda uğradığı katliam sonucunda 17’lerle birlikte ölümsüzleşti. Berna katledilmesinin ardından Ankara’da Karşıyaka Mezarlığı’nda toprağa verildi.

Ümidin savaşçısı Berna…

Berna’nın bir etkinlik sırasında şu şiiri okumuştu: “Onlar ümidin düşmanıdır, sevgilim, akarsuyun meyve çağında ağacın, serip gelişen hayatın düşmanı. Çünkü ölüm vurdu damgasını alınlarına, çürüyen diş, dökülen et, bir daha geri dönmemek üzere yıkılıp gidecekler ve elbette ki, sevgilim, elbet, dolaşacaktır elini kolunu sallaya sallaya, dolaşacaktır en şanlı elbisesiyle: işçi tulumuyla bu güzelim memlekette hürriyet.”

Berna ardında ise, geriye bir direniş ve mücadele örneği bıraktı. Yaşama ve kavgaya sunduğu emekle anılacak olan Berna’nın mücadelesini kadınlar her alanda devam ettiriyor. Kadınlar ümit düşmanlarına karşı özgürlüğü savunuyorlar.

Direngenliğin adı oldu elleri tütün kokan Gülnaz’ın

1979 yılında Tunceli-Hozat, Zankirek Köyü’nde doğan Gülnaz, daha sonra Manisa’ya yerleşti. Anadolu Öğretmen Lisesi’nde yatılı olarak okuyan Gülnaz ve yaz ayların tütün toplayarak geçiniyordu. Elleri tütün kokan Gülnaz, yaşanan haksızlıklara karşı çıkan birisi oldu hayatı boyunca. 1998 yılında Trakya Üniversitesi Eğitim Fakültesi İngilizce Öğretmenliğini kazandığı sırada Partizan Gençlik ile tanışarak mücadeleye katıldı. 16 Mart 1999 yılında “örgüt operasyonu” adı altında düzenlenen baskıda gözaltına alınan Gülnaz, 4 gün gözaltında kalarak mahkeme tarafından serbest bırakıldı. Gözaltı sürecinin ardından mücadelesinde gençlik yapılanması için devam eden Gülnaz, gençlik örgütlenmesine karşı yapılan baskılara rağmen mücadelesinden vazgeçmedi. Gülnaz’ın yaşamında vazgeçmek yoktu, direnmek vardı.

Devrime olan inancıyla özgürlüğe ulaştı

20 Ekim 2000’de başlatılan Ölüm Orucu sırasında okulda yapılan eylemlere de aktif bir şekilde katılan Gülnaz, okuldan uzaklaştırma cezası aldı. Baskılara karşı mücadelesini daha da yükselten Gülnaz, “Kadın olmadan devrim olmaz” şiarıyla yönünü dağlara döndü. 2002 yılında yüzünü özgürlüğe dönen Gülnaz, gerilla mücadelesinde kısa süre içinde güçlendi ve komutan yardımcısı oldu. Mücadele alanın doruğunda olan Gülnaz, öz verisi ve fedakarlığıyla örnek bir kadın olarak tarihe geçti. MKP ‘nin kongreye hazırlık toplantısında 17’lerle ölümsüzleşen Gülnaz, “Kahramanlar Ölmez Halk Yenilmez, Anaların Öfkesi Katilleri Boğacak, Devrim Şehitleri Ölümsüzdür” sloganlarıyla Dersim’in Zankirek Köyü’nde marşlarla uğurlandı.

Geçen yılların ardından yaşanan katliama karşı AİHM’e yapılan başvuru sonucunda ise, AİHM yaşanan olayın bir insan hakları ihlali ve suçu olduğunu belirtti. AİHM ilk defa kırsal alanda yaşanan bir çatışmanın ardından bu kararı verdi.

Gülnaz ve Berna’nın mücadele mirasını devralan kadınlar, öz yönetim alanlarında, sokaklarda, meydanlarda, dağlar da erk ve soykırımcı zihniyete karşı mücadele etmeye devam ediyor. Ve kadınlar, her toprağa düşen kadın için bir kez daha sarılıyor özgürlüğüne ve mücadelesine…

17’lerin sesi hala Mercan Vadisi’nde yankılanmaya devam ediyor.

JINHA

Share

Kadınlar ‘Hayat Bizim’ eylemleri düzenleyecek

image

HABER MERKEZİ (17.06.2016) – Cinayetlere Karşı Acil Önlem Grubu, 18 Haziran’da ülke genelinde “Hayat Bizim” eylemleri düzenleyecek.

Boşanma komisyonunun raporunu tanımadıklarını ifade eden Cinayetlere Karşı Acil Önlem Grubu, İstanbul’da düzenlenecek eylemin saat 15.00’da Beşiktaş’ta yapılacağını belirtti.

“Hayat Bizim” eylemleriyle ilgili yapılan açıklamada ise şu ifadelere yer verildi;

“Hayatımız bizim, boşanma komisyonu raporunu tanımıyoruz!

Bundan yıllar önce hayatımıza sinsice sızmaya başlayan, iktidarın erkek egemen ve muhafazakar politikaları, bugün gündelik hayatımızı açıkça şekillendirmeye kadar vardı. “Kadının görevi çocuk doğurmaktır” dediler, “En az 3 çocuk” dediler, “Kahkaha atmak iffetsizlik”, dediler, “Kürtaj katliamdır” dediler, “Kadın mıdır kız mıdır belli değil” dediler, “Eşcinsellik hastalıktır” dediler, “Kızlı erkekli yaşanmaz” dediler, “Tecavüze uğrayan kadın doğursun, devlet bakar” dediler, “Doğum kontrolü ihanet” dediler, “Anne olmak istemeyen kadın yarımdır” dediler…

Yıllarca kadınlar adına konuştular, konuşuyorlar. Biz duymaktan bıktık, onlar ne yapmamız gerektiğini söylemekten bıkmadılar! Ağızlarını her açtıklarında kadınlara hayatı dar ettiler. Her sözleriyle bizi sokaktan, işten, meclisten, okuldan evlere göndermeye çalıştılar. Şimdi de boşanmayın diyorlar, boşanmamızı engellemek için ellerinden gelen ne varsa yapıyorlar. Şiddet yuvası olan evlere bizi mahkum etmeye çalışıyorlar. Meclis çatısı altında kurulan boşanmaları araştırma komisyonu, kadınlar olarak bugüne dek mücadelemizle kazandığımız tüm hakları gasp etmeyi amaçlıyor.

Ama bir şey unutuyorlar: biz canımızı sokakta bulmadık! Eğer hala yaşıyorsak, canımıza kast eden her türlü politikanıza rağmen, savaştan, muhafazakarlıktan, ırkçılıktan beslenen tüm erkek egemen uygulamalarınıza rağmen bizler hala hayattaysak bu, mücadelemiz sayesindedir. Biz, canımızı sokakta bulmadık, ama mücadelemizi sokakta var ettik! Sizden, haklarımıza yöneltilen saldırılarınızdan, canımıza kast eden tehditlerinizden korkmuyoruz! Bizler, öncekilerde olduğu gibi, boşanma komisyonu yoluyla yapmaya çalıştığınızın da farkındayız. Komisyonu tanımıyoruz!

18 Haziran Cumartesi tüm illerde kadınlar olarak sokaklarda olacak, hayatlarımıza sahip çıkmaya, haklarımızda ısrar etmeye devam edeceğiz!”

 

kaynak: halkingunlugu.net

Share

“Yatak Odamıza Girmeye Hazırlar Ama Toplumsal Yaşama Girmemize Hazır Değiller”

image

“Bu toplumun erkekleri bizim yatak odamıza girmeye çok hazırlar, her türlü fırsatı kolluyorlar. Ama konu toplumsal yaşama katılmamıza geldiğinde ‘Toplum hazır değil’ deniyor. Aslında bu toplumun erkekleri hazır değil. Seks yapmaya hazırlar ama iş vermeye hazır değiller. İkiyüzlü bir ahlak anlayışı…”

Kıvılcım Arat, İstanbul LGBTİ

“Direniş ve Barış” temasıyla düzenlenen 7. Trans Onur Haftası, 49 eşcinselin hayatını kaybettiği Orlando katliamının burukluğuyla başladı. Bir taraftan da İstanbul’daki Onur Yürüyüşleri’ne yönelik tehditler sürüyor.

19 Haziran Pazar günü saat 17.00’da İstiklal Caddesi’nde gerçekleşecek 7. Trans Onur Yürüyüşü öncesinde İstanbul LGBTİ’den Kıvılcım Arat ve Deniz Rojda ile buluşup trans hak mücadelesini, yaşadıkları sorunları ve tüm dünyaya yayılan nefret iklimini konuştuk.

Söz Kıvılcım ve Deniz’de…

Neden Trans Onur Haftası ve LGBTİ Onur Haftası, iki ayrı etkinlik şeklinde düzenleniyor?

Kıvılcım: Bu iki hafta koordineli bir şekilde gerçekleşiyor, yani birbirimizin programından haberdarız ve birlikte ilerliyoruz. Trans Onur Haftası’nı ayrı örgütlememizin sebebi, transların yaşadığı sorunların geyler, lezbiyenler, interseksler, biseksüellerden ayrı olması.

Öncelikle trans kadınlar görünürler, toplum içinde gizlenme gibi bir durumları yok. Dolayısıyla toplumsal yaşama karışırken yaşadıkları sorunlar, engeller çok farklı. Bunlara ek olarak trans kadınların büyük bir çoğunluğu seks işçiliği yapmak zorunda kalıyor. Üç dil de bilsen, beş diploman da olsa eğer transsan iş bulma şansın yok.

Kendi üzerimden bir örnek vereyim: Ben üniversite mezunuyum. Dönüşüm sürecine başlamadan önce bir şirkette çok iyi bir konumda çalışıyordum, çok da iyi maaş alıyordum ama dönüşüm sürecimle birlikte bu işi bırakmak zorunda kaldım.

Kısacası sorunlar farklılaşınca, çözümler de farklılaşıyor ve özgün bir mücadele alanı ortaya çıkıyor. Bizim ayrı kutlamaktaki amacımız, transların özgün sorunlarını ve hak taleplerini daha iyi anlatabilmek.

O zaman transların gündelik hayattaki sorunlarından bahsedelim biraz da.

Kıvılcım: En basit örnek şiddet. Özellikle Ortadoğu’da şiddet algısı kaba dayaktan geçiyor. Yani kaba dayak yemediğiniz sürece kimse şiddet gördüğünü düşünmez. Evden çıkamamanızın, kısıtlanmanızın bir şiddet olduğunu anlamıyorlar.

Translar için şiddet hayatın günlük bir pratiği. Yaşadığınız alandan çıktığınız andan itibaren şiddet başlıyor. Bu durum kademe kademe fiziksel şiddet ve ölüme gidebiliyor. Türkiye Cumhuriyeti kendini sosyal devlet olarak adlandırıyor ama sosyal devlet transları tanımıyor, translar temel haklarının hiçbirinden yararlanamıyor.

Barınma hakkı. Örneğin sıradan bir vatandaşa 20 bin lira verin, aynı gün kendine bir ev bulur. Ama bir trans kadın cebinde 50 bin lira da olsa 2-3 ay ev bulamaz. Birçok trans kadın arkadaşının aracılığıyla ev bulabiliyor. Avcılar Meis Sitesi örneğine bakalım. Transların 20 yıldır yaşadığı ve 20 dairelerinin olduğu Meis Sitesi’ndeki linç girişimlerinden sonra orada sadece bir daire kaldı. Gencecik trans arkadaşımız Seda dövülerek katledildi ve cami bahçesine atıldı.

Deniz: Katile verilen ceza indiriminin gerekçesinde de “maktulün travesti olması” ifadesi yer aldı. 9-10 yıl ceza aldı.

Kıvılcım: Sağlık hakkı en temel haklardan biri ama translar için geçerli değil. Hatırlarsanız, trans bir kadın arkadaşımıza doktor bakmayı reddetmişti. Benzer bir şey benim de başıma geldi; çok kötü bir haldeyken gittiğim doktor beni nörolojiye yönlendirdi. Hastalar beni sırtlarında çıkardılar doktorun yanına kadar. Ama doktor beni görünce “Ben sana bakmayacağım, randevu alman lazım”. Kendimi telkin etmeye çalıştım; “Hayır Kıvılcım, bu transfobi değil, prosedür böyledir” diye. İlk gittiğim doktora geri dönüp durumu anlattığımda bana prosedürün böyle olmadığını söyledi ve “Alışacaklar” dedi. Ve ben ertesi gün yoğun bakıma kaldırıldım, dört gün komada kaldım. Yani translar için sağlık hakkı da yok.

Hukuka gelince, malum, trans katilleri 3-5 yıl yatarı olan cezalarla ödüllendiriliyor, katilin beyanı esas alınıyor.

Yaşam hakkı bildiğiniz gibi, onlarca nefret cinayeti işleniyor.

Eğitim hakkını birçok trans okul hayatında dışlandığı için ve okuldaki transfobik tutumları engelleyecek bir mekanizma olmadığı için eğitim hayatlarını yarıda bırakmak zorunda kalıyorlar.

Ulaşım hakkı en basiti, ama translar şehirlerarası otobüs kullanamaz. Şehiriçinde de toplu ulaşımı kullanamaz. Bu araçlara bindiğinizde inanılmaz bir taciz yaşanıyor ve bu tacize ses çıkardığınızda ise “o kadar kadın varken seni mi taciz edeceğim” diye üzerinize yürüyorlar. Ve o sırada halktan da destek gelmiyor, tek başınıza kalıyorsunuz.

Kısacası toplumsal yaşamın tüm kapıları size kapatılıyor.

Trans kadınların çoğunun seks işçiliği yapması da bunların bir sonucu mu?

Kıvılcım: Evet. 100 tane iş başvurusu yapıyorsan, ikisinden dönüş alıyorsun. O iki geri dönüşte de ya gecenin bir vakti otel lobisine ya da bir otel odasına çağırıyor.

Bu ne demek?

Kıvılcım: Akşam 11’de otele iş görüşmesine çağırıyorsan, seks yapmaya çağırıyorsundur.

Üniversitelerdeki trans arkadaşlarımıza kendi dayanışma ağlarımız üzerinden iş bulmaya çalışıyoruz, garsonluk vs gibi. Ama bilinçli insanlar dahi “kamusal alandayız, tamam benim sorunum yok ama çalıştırırsam ben de müşterimi kaybederim” diyor. Çalışma hakkın da olmayınca translar için de varolabilmenin tek yolu zorunlu seks işçiliği oluyor.

Sanki son yıllarda üniversitelerde daha çok trans öğrenci var. Bu gözlemim doğru mu?

Kıvılcım: Evet. Ben bunu aktivizmin bir etkisi olarak görüyorum. Okullardaki alternatif örgütlenmeler sayesinde kendilerine yaşam alanları açabiliyorlar. Eskiden böyle bir gerçeklik yoktu.

Sizce bu insanlar mezun olunca iş bulabilir mi?

Kıvılcım: Çok zor. Çok büyük bir ihtimal işsiz kalacaklar.

Deniz: Şöyle de diyebiliriz, “diplomalı orospu” olacaklar. Başka bir seçeneği yok çünkü. Sistem bir taraftan sana seks işçiliğini dayatıyor, diğer taraftan da seks işçiliği yaparken seni karakolda tutuyor, Kabahatler Kanunu’ndan ceza kesiyor. Cezalar 500 liraya çıkmış, bu da bir transın iki gün boyunca devletin kestiği cezaya çalışması gerek.

Kıvılcım: Devlet bu yöntemle el altından vergi topluyor.

LGBTİ hareketi çoğu noktada kadın hareketiyle kesişiyor, Kıvılcım da hem LGBTİ hareketinde hem kadın hareketinde örgütlü. Sizce hak savunucuları ve kadın hareketi içinde seks işçiliği meselesine yaklaşım nasıl?

Kıvılcım: Söz konusu seks işçiliği olduğunda, alternatif siyaset yürütenler de aynı toplum gibi ikiyüzlü bir politika izliyor. Tartışmalarda ben hep şunu söylerim: Yıllardır Aleviler cemevlerinin ibadethane olduğunu söylüyor. AKP de “Hayır, tek ibadethane camidir” diyor. Bizim burada duruşumuz ne? Aleviler oraya ibadethane diyorsa, orası ibadethanedir çünkü olayın özneleri Alevilerdir. Başkasına laf söylemek düşmez.

Seks işçiliği de böyle bir alan. Seks işçiliği üzerine politika üreten, söz söyleyen insanlara hayatta kaç seks işçisiyle tanıştığını, konuştuğunu sorduğunda cevap sıfır. Kimse seks işçilerinin ne düşündüğünü sormuyor. Kadın hareketi de genel olarak böyle. Ama Demokratik Kadın Hareketi bir ilke imza attı ve seks işçiliğini bir iş kolu olarak gördüklerini beyan ettiler. Bu seks işçiliği alanında çalışanlar için çığır açıcı bir karar. Umarız onların açtığı gedik büyüyecek ve tüm kadın hareketi dışarıdan politika yürütmek yerine alanda çalışan kadınları dinleyip gerçeği görebilecekler.

Trans hareketi deyince akla ilk trans kadınlar geliyor. Trans erkeklerin örgütlenmeleri ayrı mı oluyor? Günlük pratiklerde yaşadıkları sorunlar farklı mı?

Kıvılcım: Sorunlar belli noktalarda benzer, belli noktalarda ayrılıyor. Türkiye’de trans erkekler belli inisiyatif ve kulüpler etrafında örgütleniyor ama Onur Haftasını birlikte organize ettik. Temel taleplerimiz aynı. Bir de trans erkek hareketi yeni örgütlenmeye başlayan bir hareket.

Biraz da Trans Onur Haftası temalarından bahsedelim. Çünkü Onur Haftalarının temaları mücadele tarihini gösterir. Trans Onur Haftası temalarına baktığımızda, konseptin pek de değişmediğini görüyoruz. Türkiye’de bir şey değişmiyor ve bu yüzden de temalar aynı minvalde mi gidiyor?

Kıvılcım: Aynen. Söz konusu LGBTİ’ler olduğunda, translar olduğunda destek olacak kurum, kuruluş bulunamıyor. Orlando katliamında bile Türkiye’de aynısı oldu. Anaakım olaydan “eşcinsellerin gittiği bir bar” diye bahsetti, bir kısmı bunu da görmezden geldi, İslamcı medya ise olayı alkışlayan bir yerde durdu. Hal böyle olunca, toplumsal muhalefet de bir araya gelmeyince, bu reform hareketlerini dayatacak bir güç oluşamıyor.

Mesela 4. Trans Onur Haftası’nın teması “Ekmek, Adalet ve Özgürlük”. Herkesin ihtiyacı olan üç şey. O sırada Gezi’de temel talepler üzerinden bir ayaklanma gerçekleşti ve biz de kendi taleplerimiz ve toplumun taleplerinin aynı olduğu, aynı dünya için mücadele ettiğimiz için bu temayı seçtik.

Ardından “Faili devlet” teması seçildi çünkü cinayetlerin failleri bulunmuyor, bulunanlar da ödüllendiriliyor. Biz de asıl faile dikkat çekmek istedik.

“Bize Bir Yasa Lazım”, barış sürecinde yeni anayasa çalışmaları sırasında belirlendi.

“Direniş ve Barış” da bu seneki tema. Şiddeti biz bir salgın hastalığa benzetiyoruz. Ufacık bir grup bile şiddet görüyorsa, bu şiddet körükleniyor ve topluma yayılıyor. Böylesi bir süreçte de bizim için tek bir çıkış var: Barış. Barışın olmadığı yerde sorunları dillendirmek, görünür kılmak çok zor.

Bizim varoluşumuz zaten bir direniş. Toplumun, devletin, ailenin beden politikalarına bir başkaldırı. Ayakta kalabilmeye, yaşayabilmeye doğru bir direniş. Biz de madem direnmeden var olamıyoruz, biz de direniş tarihimizi inceleyelim, dedik. Etkinliklerde de bunu yapacağız. Aynı zamanda katledilen Kürtlerin, Alevilerin, Rumların, Ermenilerin barış taleplerini birleştirebilmek ve hepimizin barışa ihtiyacı olduğunu dillendirmek adına bu temayı belirledik.

Direnmeyene yaşam hakkı yok, yaşayana da barış şart. Barış bizim gibi toplumun ötekileriyle gelecek, egemenler bize bunu sunmayacaklar. Zaten bu karışıklık ve kan üzerinden besleniyorlar.

Bu bahsettiğin şiddet kültürü tüm dünyada dalga dalga yayılıyor. Orlando katliamı yeni oldu ve bu katliamla birlikte birçok tartışma başladı. Bu konuda siz ne söylemek istersiniz?

Kıvılcım: Orlando’da yaşanan hem bir nefret saldırı hem de bir terör saldırısı. Öncelikle tüm dünyadaki LGBTİ toplumuna başsağlığı diliyorum. Herkesin ortak yara aldığı bir katliam. Bu katliamla birlikte homofobi ve transfobinin ne kadar yaygın bir hastalık olduğunu gördük. Demokrasi güçleri diye adlandırdıklarımız bile, bu konuda açıklamalar yaparken eşcinsel kelimesini ağızlarına dahi almadılar, saldırının LGBTİ’lere yöneldiğini ötelediler. Bu durum hem dünyadaki nefret algısıyla hem de birlikte yürüdüğümüz insanlarla, kuruluşlarla mücadele etmemizi gerektiriyor. Katliamın asıl hedefini göstermeden geçiştirmek, bu şekilde başsağlığı dilemek suça ortak olmaktır.

IŞİD üzerine bir şey söylemeye gerek yok çünkü biz zaten IŞİD’in yöntemlerini kendi coğrafyamızdan biliyoruz. Arap ve sünni olmayan, kendilerine biat etmeyen herkesi kendilerine doğal hedef seçiyorlar.

Orlando katliamı ve beraberinde başlayan tartışmalar İstanbul’daki Onur Haftalarını nasıl etkiler?

Kıvılcım: İnsanların güvenlik kaygıları var. Ama IŞİD’in eylem tarzı içerisinde alışveriş merkezleri de, otobüs durakları da var. Bugün bu korkudan dolayı yürüyüşü iptal etmek, susmak onların işine gelecek çünkü zaten amaçları insanları bu alanlardan çekmek. Biz Onur Haftası Komitesi olarak alabildiğimiz tüm güvenlik önlemlerini aldık. Bugün AKP istediği yerde yürüyüş yapıyor ve saldırı olmuyorsa, aynı güvenliği bize de sağlaması gerekiyor. En nihayetinde biz de bu ülkenin vatandaşıyız, vergi veriyoruz, bu devletin kimliğini taşıyoruz.

Tepkiyi yürüyüşün yapılmasına değil de devlet yöneltmek gerekiyor ki, güvenliği sağlasın. Sokaklara çıkmayarak bu korku yok olmayacak. IŞİD tehlikesi 3-5 aylık bir tehlike değil. Suriye’deki iç savaş senelerdir sürüyor ve bu coğrafyanın daha 10 yılını alacak. O zaman biz 10 yıl boyunca insan hakları mücadelesine ara mı verelim?

İnsanların güvenlik kaygısı sadece IŞİD’le de de sınırlı değil. Türkiye’den çeşitli gruplar da Onur Yürüyüşü’ne yönelik tehditler savuruyor.

Kıvılcım: Bunların bu kadar güçlenmesini AKP iktidarına bağlıyorum. Bugün Cumhurbaşkanına en ufak eleştiri yapanı dahi geceyarısı evini basıp gözaltına alırken, katletmekten bahseden insanların bu kadar rahat gezmesi hükümetin bunu desteklediğini gösteriyor.

Pazar günü saat 17.00’da İstiklal Caddesi’ndeki Fransa Konsolosluğu önünde olacaksınız. Gelmek isteyenlere, gelmeyi düşünenlere, gelmek isteyip çekinenlere bir mesajınız var mı?

Kıvılcım: Yayılmaya çalışılan bir karanlık var ve bu karanlık mücadeleden galip çıkarsa hepimiz için sonun başlangıcı olacak. Aydınlık bir yarın için, demokratik ve birarada bir yaşam için herkesi Trans Onur Yürüyüşü’ne bekliyoruz. Bu bizim demokratik hakkımız, bunu engelleyecek hiçbir yasal güç yok karşımızda. Herkesi anayasal hakkını kullanmaya çağırıyoruz.

Deniz: Türkiye’de ve Kürdistan’da LGBTİ hareketinin 20 yıllık kazanımlarını, direnişini, DAİŞ gibi, Müslüman Anadolu Gençliği gibi saçma sapan oluşumlara teslim olarak bırakmamamız gerekiyor. Bu yürüyüşler “Hadi sokağa çıkalım” dediğimiz an gerçekleşmedi, 20 yıllık bir mücadele var ve ben alanları terk etmeyi o 20 küsur yıllık mücadeleye ihanet olarak algılıyorum. Biz bugün o alana çıkmazsak, bizden önce Ülker Sokak’ta, Abanoz’da mücadele veren trans kadınlara ihanet etmiş olacağız. Bizim hayatımız direniş. O yüzden Pazar günü oraya gideceğiz ve ne olursa olsun yürüyüşümüzü yapacağız.

image

Kıvılcım Arat hakkında

Cumhuriyet Üniversitesi Radyo ve Televizyon Yayımcılığı mezunu. 2009 yılından bu yana LGBT hakları üzerine çalışmakta. İstanbul LGBT Dayanışma Derneği ve Eylül Cansın Transevi kurucu üyesi. Demokratik Kadın Hareketi dönem sözcüsü.

Deniz Rojda hakkında

İstanbul LGBTİ aktivisti

kaynak; bianet.org

Share

KADIN TUTSAKLARDAN YENİ BİR SOLUK: “ÇIPLAK VE ÖZGÜR”

Elazığ E Tipi Hapishanesi’ndeki kadın tutsaklar “Çıplak ve Özgür” isimli yayınlarıyla kadın mücadelesine yeni ve renkli bir soluk katabilmek amacıyla yayın hayatlarına başladıklarını duyurdular

image image image image

ELAZIĞ(15.04.2016)- Ülkemizde devrim ve demokrasi mücadelesi verenler mesnetsiz iddialar ve düzmece fezlekelerle gözaltı ve tutuklama terörü ile karşı karşıya kalmaya devam ediyorlar. Bugün hapishanelerin doluluk oranının en fazla olduğu dönemden geçmekteyiz. Gene benzer iddialarla 13 Nisan’da Elazığ’da gözaltına alınan DHF’li tutsaklar Elazığ E Tipi Hapishanesi’nde “Çıplak ve Özgür” adlı tutsak dergisinin 1. sayısını çıkardılar. Kadın tutsakların açıklaması ise şöyle;

Neden “Çıplak ve Özgür”?

Faşizmin çıplak bedenlerimizle esasen kendisini teşhir ettiği bu dönemde bizlere yakışacak en güzel ismin “Çıplak ve Özgür” olacağı kanaatindeyiz. Bu bilinçle her sayımızda kadın merkezli ve kadına dair yazılarımız, şiirlerimiz, öykülerimizle yayın hayatımıza başlamış bulunmaktayız.

Kadın mücadelesine hapishanelerden güçlü yeni ve renkli bir soluk katabilmek amacıyla bu yolculuğa çıktık. İlk durağımız olan sizlere uğrarken Barbara’dan Merallere, Zilan’dan Beritanlara, Bernalardan Gülnazlara, Sakinelerden Sevelere kadın mücadelemizi yükselterek devam edeceğiz.

Kaynak; demokratikkadinhareketi.com

Share

İHD ve İstanbul LGBTİ’den Onur Yürüyüşleri’ne tehditlere suç duyurusu

image

Hakları Derneği (İHD) İstanbul Şubesi ve Trans Onur Haftası’nı düzenleyen İstanbul LGBTİ Dayanışma Derneği, 19 Haziran Trans Onur Yürüyüşü ve 26 Haziran LGBTİ+ Onur Yürüyüşü’ne dönük tehditlere ilişkin suç duyurusunda bulundu.

Müslüman Anadolu Gençlik ve Alperen Ocakları hakkında bugün İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı’na suç duyurusunda bulunan dernekler dilekçede Onur Yürüyüşü’nün tarihine değindi. Orlando katliamını hatırlatarak, “bu tarz tehditlerin çağdaş demokrasileri zedelediğini” belirtti.

Halkı kin ve düşmanlığa sevk etmek, hakaret, ayrımcılık ve tehditten haklarında suç duyurusunda bulunulan Müslüman Anadolu Gençlik ve Alperen Ocakları, homofobik ve transfobik söylemlerle Onur Yürüyüşleri’ni tehdit etmiş, katliam çağrısında bulunmuştu.

Kaynak: kaosgl.org

Share

Köln Gökkuşağına sahip çıktı

image image image image

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

15 Haziran 2016’da Saat 18:00’de kadın hareketleri tarafından ABD’nin Orlando eyaletinde gerçekleştirilen saldırıya karşı Köln merkez tren garı önünde protesto mitingi gerçekleştirildi. Saygı duruşunun  ardından mitingi örgütleyen kurumlar adına konuşmalar yapıldı. Konuşmanın içeriği esas olarak İŞİD’in bu seferki hedefinin USA’ nın Orlando eyaletindeki LGBTİ bireyleri olduğu, İŞİD’in faşist düşüncesinin onun dışında olan herkesi, her inancı, her yaşam tarzını hedef aldığı, kendisi dışında kimseye yaşam hakkı tanımadığı ve bunu en insanlık dışı metodları kullanarak yaptığı vurgulandı.

Devamında ise emperyalistlerin yarattığı barbarlar çetesi İŞİD’in Kürt, Yezidi, Alevi, Hristiyan, inanan, inanmayan  herkesi hedefine aldığı, şimdi ise cinsel yöneliminden dolayı LGBTİ bireyleri onur haftası önceside gözdağı verilmek istenerek katledildiği ifade edildi. Konuşmalardan sonra atılan sloganlarla miting sonlandırıldı.

Örgütleyen kurumlar: Avrupa Demokratik Kadın Hareketi, Yaşanacak Dünya, SKB, Köln VİYAN Kadın Meclisi, Yeni Kadın.

Share

ADKH 9. Kurultayını Gerçekleştirdi

IMG_0964 13446350_257050637997037_1203933577_o 13441912_257046977997403_343709838_o 13383954_257050487997052_1533839469_o

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Avrupa Demokratik Kadın Hareketi; 11-12 Haziran’da Almanya’nın   Stuttgart kentinde  “Uzlaşmıyoruz  Kendi Gücümüzle Özgürleşiyoruz” şiarıyla 9. kurultayını gerçekleştirdi. Avrupa’nın bir çok ülkesinden (Almanya, Fransa, İsviçre, Hollanda, Avusturya, İngiltere) katılan delegeler, seçme ve seçilme haklarını kullanarak  9. merkezi komisyonunu oluşturdu. Demokratik Kadın Hareketi adına da katılımın sağlandığı kurultayın ilk gününde program kısa bir açılış konuşmasından sonra devrim ve sosyalizm mücadelesinde ölümsüzleşenler için yapılan saygı duruşuyla başlatıldı. Kısa bir müzik dinletisiyle hep beraber söylenen “Herne peş” marşından sonra delege tespiti yapılarak kurultayı yönetecek divan belirlendi. ADKH 8. Dönem komisyonu adına yapılan açılış konuşmasından sonra, DKH temsilcisinin de yaptığı konuşmayla dayanışma mesajı verilerek kurultay selamlandı. Ermeni yazar Anjel Dikme’de kurultayda bir konuşma yaparak kadınların bu birlikteliğinin çok değerli olduğunu ve tarihi yazanların hep erkeklerin tarihini yazdığını ve kadınları bilinçli olarak görmediklerine değinerek kadınların da kendi tarihlerini yazma sorumlulukları olduğunu söyledi. Kurultayı ve katılımcıları selamlayan Dikme, bundan sonrasında ADKH’ya elinden gelen tüm desteği vereceğini belirtti.

IMG_0946

Kadın ve Mücadele Araçlarına Bakış

ADKH 8. Dönem merkezi komisyonunun hazırlamış olduğu “Kadın ve Mücadele Araçlarına Bakış” başlağı ile bir sunum yapıldı. Yapılan  sunumda özel mülkiyetin ortaya çıkışı, kadına biçilen misyon, kadının mücadele tarihi ve bu mücadelede kadının kendi örgütlü gücünü yaratarak verdiği var olma savaşımına değinilerek, tarihten günümüz dünyasına oluşturulan kadın örgütlülükleri ve mücadele araçları ele alındı. Bu araçların toplumsal muhalefetin bir parçası olarak  kullanmak  gerekir. Bu örgütlenmeleri ideolojik, siyasal ve örgütsel olarak irdelemek gerekir. Meşrudur ancak ideolojik olarak ayrımını çok net koymak gerekir. Erkek egemen ideolojiye karşı şekillenmek başka bir şeydir denilerek  dünyanın çeşitli coğrafyalarında oluşturulan kadın birlikleri, komünleriyle beraber öz savunma kavramı tartışmaya açıldı. Tartışmalar içersinde nefsi müdaafa ile öz savunma arasındaki farka değinilerek; öz savunmanın Kuzey Kürdistan’da öz yönetim meselesi ile gündeme geliş süreci izah edildi. Öz savunma kavramına aslında yabancı olunmadığı, devrimler tarihinde zaten öz savunma örnekleri olup komünal sistemin bir parçasıdır denildi.Sosyalist deneyimler yaşayan ülkelerde yaşanan iktidar süreçleri aslında birer öz yönetim ve öz savunmadır. Bugün Güney ve Kuzey Kürdistan’ da yaşanan da bu tarihsel deneyimin  özgün uyarlanmasıdır. Öz savunma politik bir eylemdir. Bölgelere göre özgünlükler taşır. Bütün kıtalar için aynı genelleme yapılarak uygulanamaz, lokal ve özgün bir durumdur şeklinde görüş belirtildi.

13453515_257043824664385_993304675_o

Öz savunma tüm canlılar için bir haktır. Bu genel kabul üzerinden kadına yönelik saldırıda, kadının kendini koruma biçimi ne şekilde olursa olsun öz savunmadır denildi. Buna göre Çilem Doğan kendini korumak için eşini öldürmek zorunda kalması öz savunma olarak ele alanların  yanısıra nefsi müdaafadır  diyeneler de oldu. Bu iki kavramı birbirinden ayırmak gerektiği de belirtildi.

Çeşitli fikirlerin öne çıktığı sunum tartışmalarında devrimci mücadelenin esas halka olduğu öz savunmanın bu açıdan ele alınması gerektiği de farklı fikir olarak  ifade edildi.Öz savunma sadece kadın cinayetleri ile açıklanmamalıdır. Sistemin ve devletin saldırısı karşısında örgütlü mücadele öz savunmadır, ADKH varlık amacı ile bir öz savunmadır denildi. Ayrıca Marksist kavramlardan sakınılmadan alternatif olmasının yanında bilinçli bir siyaset şekli olduğu ifade edilerek kendi mücadelemize ait kavramların kullanılmasından yana olunduğu yönünde fikir belirtenler oldu.

Ezilen sınıfların mücadelesinde kadın ve erkeğin karşı karşıya getirilmesi yanlışına düşülmeden, kadın mücadelesinin toplumsal mücadeleden bağımsız ele alınamayacağı önemle vurgulandı. Ezilen sınıf içerisinde yer alan emekçi kadının sömürüsü ile öz savunma arasında nasıl bir ilişki kurulacağı soruldu. Bu tartışmalara DKH de dahil olarak; Şubat ayında gerçekleştirdikleri kurultaylarında  öz savunmayı tartıştıklarını, programlarında yer aldığını, devrimci mücadelenin esas alındığı sonuç olarak da öz savunmanın bir hak, engellenemez bir durum olduğu ifade edildi. ADKH’nın ” Kadının en ilkelinden en bilimseline dek tüm mücadele araçlarını savunur” program maddesine vurgu yapılarak, Çilem’in eyleminide, Rojava’ da emperyalist işgale karşı savaşan kadının eylemini de sahipleniyoruz şeklinde ifade edildi. Öz savunmanın bir hak olduğu, doğru olduğu  ve öz savunma birliklerinin gerekli olduğu da savunulan bir başka görüş oldu.

Tartışmaların ardından ADKH 8. dönem komisyonu adına söz alınarak, yöneltilen sorulara cevap verildi. Daha sonrasında ise Yeni Kadın adına kurultay selamlanarak, öz savunmayla ilgili kısa bir konuşma yapıldı. ATİK-Yeni Kadın tutsaklarının davasının sahiplenilerek mahkemeye katılım sağlanması yönünde çağrı yapıldı. ADKH kurultayı ilk günü programı, faaliyet ve denetim raporlarının okunması ve tartışmaya açılmasıyla devam etti. Tartışmaların ardından ilk gün kültürel etkinlik bölümüyle sonlandırıldı.

ADKH, 9. Dönem Merkezi Komisyonu Oluşturuldu

ADKH 9. Kurultayının ikinci günü faaliyet ve denetim raporunun oylanarak onaylanmasıyla devam etti. Daha sonrasında mali rapor okunarak değerlendirildi. 2 gün süren kurultay programı içerisinde; ADHK, SYM, SKB, İstanbul LGBTİ Dayanışma Derneği, Eylül Cansın Derneği, Çingene Gül Trans Evi, HDK Avrupa, ve kurultayın gerçekleştirildiği yer olan Stuttgart Becekli-Göktepe Derneği adına mesajlar okundu, açıklamalar yapıldı. Kurultaya gönderilen mesajlar ve katılan kurumların konuşmalarının ardından, yeni komisyonu olusturacak delegelerin seçilip oy birliğiyle kabul edilmesiyle ADKH 9. dönem merkezi komisyonu oluşturuldu. Öneriler ve temenniler bölümüyle kapanış yapılarak, 9. kurultay başarıyla sonIMG_0962IMG_0961landırıldı.IMG_0959IMG_093913413652_566204283548212_468029192232977764_n

13453397_257050681330366_161115230_o

Share

Yeryüzünün Renkleri Yok Edilemez!

ablem-inci-150x150

ABD’nin Florida Eyaletinin Orlando şehrinde eşcinsellerin gittiği bir gece kulübünde 50 kişinin öldüğü ve yine 50‘den fazla yaralının olduğu bir saldırı gerçekleştirildi. 2014 yılında aynı dönemlerde Ezidi halkını katliamdan geçiren ve bölge halklarının başına dini kılıf edinerek cellat kesilen emperyalizm ve bölge devletleri tarafından beslenen İŞİD bu saldırıyı yaptığını açıkladı.

Emperyalistler tarafından beslenen IŞİD gibi uluslararası bir suç örgütü, Ortadoğu‘da Ezidilerle başlayan katliamları Kobane ve Rojava’dan, Suruç, Diyarbakır, İstanbul, Paris ve şimdi de Amerika’nın Orlando şehrinde eşcinsel bir kulübe kadar uzandı.Farklı inançlardan, ulus ve kültürlerden ve farklı cinsel  yönelime sahip olanları katleden, katletmediğini, özellikle de kadınları cinsel köleler olarak kullanan, satan İŞİD aslında bu sistemin din üzerinden dünya genelinde kazanılmış hak ve özgürlüklere saldırıların son biçimidir. Binlerce yıl önce Atina demokrasisinde hoş karşılanan övülen ve yaşamın bir parçası kabul edilen eşcinsellik tıpkı kadın hak ve özgürlükleri gibi  her dönemin çıkarlarına göre baskı altına alınmış veya sınırları çağın otoritelerince gevşetilmiştir.1969 yılında Stonewall ayaklanması eşcinsellere uygulanan devlet baskısına karşı gelişti ve bu ayaklanmanın yıldönümü vesilesiyle yapılan onur yürüyüşleri olarak tarihe geçen LGBTİ direnişi ve kazanımları insanlığın toplumsal adalet ve özgürlüğünün temel taşlarıdır.

Halkların, kendi hak ve özgürlüklerini savunmak ve toplumsal yaşamlarını garanti altına almak için  ulus, kültür, inanç, cins ve cinsel yönelimler gibi bin yılları kapsayan mücadelelerini bastırmak ve kazanımlarını yok etmek için günümüzde tüm emperyalistler kendilerinin bir fiil karışmadığı ama kendi çıkarlarına hizmet eden suç örgütleri oluşturmaktadırlar. Hizbullah, Bin Ladin vb. gibilerinin varlığının kaynağı da budur. Fakat günümüzde islamiyet üzerinden geliştirilmesi de yine dinlerin tarih boyunca özel mülkiyet sistemini nasıl koruyup kolladığının açıklamasıdır. Ve her din farklı inançlara, kadınlara ve cinsel yönelimler aynı yaklaşmıştır. Hırıstiyanlık tarihi aynı zamanda kadınlara ve farklı cinsel tercihlere karşı  baskı ve katliamlar tarihidir. Orta çağın Cadı Avları insanlık tarihinin en uzun savaşıdır. Bugün de islamiyet üzerinden aynı şekilde emperyalizm kendi tarihini tekerrür etmektedir. İslamiyetin kendi içinde bir bütünlüğünün olmaması, mezhepler ve tarikatlar olarak parçalanmışlığı hatta devletlerin tek din, tek mezhep üzerinden örgütlenmiş olmaları bile kendi aralarındaki ve içlerindeki farklılıkların düşmanlaşmalarına neden olan çelişkilerdir. Her koşulda bireye ya da topluluğa karşı baskı ve katliamların gelişmesi kaçınılmaz ve kitlelerin hiç sorgusuz sualsiz yaşananları görmezden gelmeleri, kabul etmeleri ve hatta histerik bir şekilde parçası olmaları sistemin din ile toplumlara yaptığı zulüm ayinleridir. Artık dünya genelinde en temel hak ve özgürlüklerimizi  egemenler sadece yasalarla değil besledikleri kiralık katil örgütlerle katletmektedirler. Bir yandan da silah, uyuşturucu, fuhuş ticaretinin en büyük seyyar pazarı olan futbol şampiyonaları ile de milliyetçiliği, erkek egemenliğini vb. gericilikleri yeniden üretmeye devam etmektedir. Öyle ki onlarca insanın katledilmesi ve yaralanması 22 futbolcunun 90 dakikası kadar haber olmadığı da gerçek.

19 Haziran’da gerçekleştirilecek olan 7.Trans onur yürüyüşü ve yine 26 Haziran tarihinde yapılacak 14.Onur yürüyüşünü karşıladığımız şu günlerde artan nefret söylemleri ile birlikte yapılacak olan yürüyüşleri protesto açıklamaları ve tehdit mesajları yayınlanmaktadır.LGBTİ birey ve kurumlara dönük gerçekleştirilmeye çalışılan bu saldırılara basın açıklamaları ile yanıt veren kurumların, bu tehditlerin iktidarın politikaları sonucu oluştuğu yönlü ifadeleri ve „Daha önceden de milliyetçiler saldırdı, onları püskürttük. Bu tarz çağrılara pabuç bırakmayacağız. Demokrasi güçleriyle, transfobi karşıtlarıyla, LGBTİ’lerle orada olacağız” çağrıları ile Avrupa Demokratik Kadın Hareketi ve Demokratik Kadın Hareketi olarak dayanışma içerisinde olduğumuzu beyan ediyor; yaşanan katliamı protesto ve artan bu saldırılara karşı dayanışmayı yükseltmeye,bütün demokrasi güçlerini yapılacak eylemlere katılım göstermeye çağırıyoruz.

-Gökkuşağını solduramayacaksınız!

DEMOKRATİK KADIN HAREKETİ

AVRUPA DEMOKRATİK KADIN HAREKETİ

14. Haziran 2016

 

Share

DKH: HER TÜRDEN ZULME, SÖMÜRÜYE VE BASKIYA KARŞI RENKLERİMİZİ BİRLEŞTİRME, UMUDU YEŞERTME ADINA MÜCADELEYE, TRANS ONUR HAFTASINA!

DKH: HER TÜRDEN ZULME, SÖMÜRÜYE VE BASKIYA KARŞI RENKLERİMİZİ BİRLEŞTİRME, UMUDU YEŞERTME ADINA MÜCADELEYE, TRANS ONUR HAFTASINA!

image
Tekçi faşist TC devleti ve gerici güruhların ezilen halk ve azınlıklara karşı gerici savaşı dayattığı, baskı sömürü cenderesini anti demokratik uygulamalar ile derinleştirdiği bir süreçten geçmekteyiz. Ezilen Kürt ulusuna yönelik gerçekleştirilen milli baskı ve sömürünün yanı sıra tekçi faşizan özünü yaşamın her alanında sergileyen ve bu sergileyişi de çeşitli gerici kanalları ile meşrulaştıran TC Devleti her alanda algı manipülasyonu yaratmaya ve katliamlara kapı aralamaya devam ediyor.

Tekçi faşist Tc Devleti dinamik tüm alanlara pervasızca saldırmaya devam ederken devletin hiç kuşkusuz baskı ve sömürü politikalarını yoğunlaştırdığı alanlardan birisini de kadın ve LGBTİ’ler oluşturmaktadır. Kadın ve LGBTİ bedenini kendi himayesinde gören; bedeni ve kimliği üzerindeki her türlü saldırıyı kendisine biçilmiş hak olarak kabul eyleyen devlet çeşitli argümanlarıya saldırı konseptini kadın ve LGBTİ’ler üzerinde aleni bir biçimde devam ettirmektedir.

Kadın ve LGBTİ katliamlarının devam ettiği, katliamlara kaşı erkek yargının tarihte tekerrür ettiği, baskı ve sömürünün ezilen halklar ve cinsiyetler üzerindeki tahakkümlerini sistemleştirdiği bir süreçte 7. Trans Onur Haftası’nı karşılamaktayız. 13-19 Haziran tarihleri arasında ‘’Direniş ve Barış’’ teması ile düzenlenecek Trans Onur Haftasının programı “28 Haziran 1969’da Amerika Birleşik Devletleri’nin New York şehrinde Marsha isimli bir trans kadının attığı taşla başladı ‘direniş’. O günden bu güne geleneği devam ettiren translar toplumsal yaşam içerisinde var olabilmenin ilk koşulu olarak gördüler ‘direnişi’. Yaşam hakkından sağlık hakkına, eğitimden ulaşıma, barınmadan hukuka hep ‘direnmek’ oldu var olmanın adı. Bu yıl 7.sini düzenleyeceğimiz Trans Onur Haftasının temasını ise bu sebeple ‘Direniş ve Barış’ olarak belirledik. Hafta boyunca yapacağımız panel ve atölyelerle kendi ‘direniş’ alanlarımızı tartışıp hepimizin ihtiyacı olan ‘barışa’ dair düşler kuracağız. Var olmak için direnmenin gerek olmadığı bir dünya düşünün altında buluşacağız. Kapitalizme, faşizme, ırkçılığa, türcülüğe, cinsiyetçiliğe, erkek egemenliğine karşı olan tüm transfobi karşıtlarını haftaya destek vermeye ve yürüyüşe katılmaya çağırıyoruz. Unutma! Sen yoksan çok eksiğiz!’’ ifadeleri ile kamuoyuna duyuruldu.

Yarını inşa etme cüretimizden aldığımız güç ile korku duvarlarını yıkıyor; yönelen her türlü saldırı konseptine karşı direnişi kuşanıyoruz! Erkek egemen gerici zihniyete karşı savaş açıyor yaşamı direnişler ile özgür kılıyoruz!

Tekçi faşist TC devletine, Erkek egemen sisteme, homofobi ve transfobiye karşı direnişi büyütelim, rengimizi kuşanarak Trans Onur Haftasında umudu yükseltelim!

 

Share

ADKH: “Sağ Aldınz, Sağ İstiyoruz!”

image

“Zulmün artsın ki zeval bulasın” demiş eskiler.
Zulüm her geçen gün; pervasızca, hayasızca, hiç bir kural tanımadan çığ gibi çoğalıyor. Zeval bulmazsa hiç kimse kurtulamayacak.
 Batıda zorbalığını, baskılarını sürekli arttıran faşizm Kuzey Kürdistan’da her dakika aleni katliamlar yapıyor. Özenle hiç bir canlının yaşayamayacağı hale getirilen Kürt illerinde sürdürülen kıyım ‘vatan savunması’ kılıfı altında meşrulaştırılırken, dolaba saklanan eski ama çok tanıdık kontra yöntemleri de bir bir çıkarılmakta.
 Haziran seçimlerinin ardından tüm ülkede korkuyu hakim kılan bir kaos yaratarak Kürdistan’da katliama başlayan faşizm Kürtlerin kararlı direnişlerinin karşısında dilinden düşürmediği ‘Beyaz Toros’larını devreye soktu.
 Şırnak Demokratik Bölge Partisi (DBP) il yöneticilerinden Kürt siyasetçi Hurşit Külter göz altında kaybedilmek isteniyor ya da kaybedildi. Geçtiğimiz Pazar günü JİTEM’e ait “BÖF” adlı bir sosyal medya hesabında Külter’in gözaltına alındığı belirtilmişti. Buna rağmen avukatların yaptığı başvuruya Şırnak Emniyet Müdürlüğü ve Şırnak Valiliği, Külter’in gözaltında olmadığı yanıtını verdi.
 Hurşit Külter nerede? 
Bu sorunun yanıtını almak için Kürdistan’da aralıksız estirilen devlet terörüne bakmak yeterlidir. Batıda en ufak bir hak arama eylemine dahi polisin nasıl barbarca saldırdığını görmek yeterlidir. Bunun için faşizmin şu son bir yılık kan üzerine güttüğü politikasına ve katliam seceresine bakmak yeterlidir. Saraydaki diktatörün ve eski kukla başbakanın savurduğu tehditlere bakmak yeterlidir. Kürtleri yok olmaya ya da şartsız, koşulsuz biat etmeye zorlayan saray darbesi aynı zamanda tüm muhalif kesimlere de gözdağı verme korku ve yılgınlık yaratma peşinde. Durum böyleyken yıllar sonra üstelik tam da Gezi direnişinin üçüncü yıl dönümünde yeniden bir gözaltında kayıp vakasının gündeme gelmesi tesadüf olamaz!
Şimdi burada bir kere daha özlemle andığımız fakat maalesef bir anı olarak kalan Gezi’ye bakmak gerekir.
 Gezi direnişi öfkesi, direnci, coşkusu, acısı, neşesi ile Türkiye siyasi tarihinde benzersiz bir ilkti. Çünkü Gezi’de her kesimden, her yaş grubundan, her dinden, dilden, milliyetten bir halk vardı. Kendi içinde, kendiliğinden patlamasının yarattığı büyük özgünlüklere sahipti. Halk öylesi bir öfke ve coşkuyla sokağa döküldü ki; devrim gibiydi demek abartı olmaz. Çok acılar çekildi, çok gözyaşı döküldü, çok canlar yitti ama bu ülkede hiç yaşanmamış delicesine birlikte direniş ve coşku yaşandı. Gezi bize elele verince nasıl da güçlü ve güzel olduğumuzu gösterdi. Fakat bu birlikte direniş ruhu korunamadı. Gezi bitti ama orada yakalanan beraberlik, kardeşlik, ortak direniş kültürünü geleceğe taşıyamadı. Gezi’de kardeştik, Sur’da, Cizre’de, Lice’de olamadık!
 Gezi’ de bizken, Şırnak’da onlar olduk!
 Gezi’de halktık, haklıydık ; Nusaybin’dekiler terörist oldular! 
Gezi’de polis katildi, Hakkari’de kahraman oldu! 
İşte bu GEZİ direnişine de büyük bir ihanet oldu… 
Ve Gezi’nin üzerinden üç yıl geçti. Gezi’de halka duyduğu kini keyfi tutuklamalarla, baskınlarla, ev ve sokak infazlarıyla kusan faşizm; 2015 Haziran seçimlerinde bir kere daha hezimete uğramanın hıncıyla o günden bugüne resmen adını koymadığı bir darbe ile bütün yurtta terör estiriyor.
Şimdi yeniden devlet kontrası tarafından gözler önünde kaybetme tehditi gündemde! DBP Şırnak İl yöneticisi Hurşit Külter’i kaybetmek istiyorlar. 
Bir insan, bir siyasetçi, bir Kürt kaybedildi! Hem de Gezi’nin yıl dönümünde. Eğer biz olup hep beraber direnmezsek yarın muhalif, sosyalist bir Türk kaybedilecek! Ya sonra..
Tüm bu savaş ve yıkıma karşı isyanımızı büyütmezsek, muhalif, sosyalist hiç bir birey varolamayacak, bizler için bir ‘ya sonra yok’ özgürlük hemen şimdi!

Susma Sustukça Sıra Sana Gelecek!
Hurşit Külter nerede, devlet açıklamak zorundadır!
Hurşit Külter’i kaybetmelerine izin vermeyelim! 
Gözaltında Kayıplar Kaderimiz Olmayacak!
Hurşit Külter’i Sağ Aldınız, Sağ İstiyoruz!

Share

Kendi içimizdeki erk anlayışla keskin mücadele yürütmek kaçınılmaz devrimci bir görevdir

Toplumsal bir sorun olarak önümüzde duran kadın sorunu, erkek egemen sistemin kadına biçtiği toplumsal cinsiyet rolleri ile katmerleşerek daha da zor hale geliyor. Eril zihniyetin kadını hedef alan cinsiyetçi söylemleri, kadın bedeni üzerindeki tahakkümü, din ve ahlak üzerinden erkek devlet anlayışının gerici politikaları kadının emeğini, bedenini ve kimliğini yok saymaktadır. Ezen ve ezilen sınıf çelişkisini düşündüğümüzde kadının toplumsal yaşamdaki kurtuluş mücadelesi kaçınılmaz bir yerde durmaktadır. Sınıf örgütlenmeleri içerisinde kadın mücadelesi önemli bir mevzi kazanırken erkek egemen anlayış sınıf örgütlerin içerisinde baş göstermektedir. Kadının özne olması esas olanken tek başına yeterli olmamakta. Dilimize pelesenk ettiğimiz gibi kadın sorunu diyerek burjuva yaklaşımlarla işin içinden çıkmak kolaycılığın ta kendisidir. Bugün toplumsal anlayışın kadın sorunu kavramı tam da buradan kendini var etmektedir. Sorun kadının sorunu değil erkek egemen ideolojinin sorunudur. Bu sorunun çözümü ise sınıfların ortadan kalkmasıyla var olacaktır. Sınıf hareketlerinin kadın mücadelesine yönelik perspektifleri ileri bir yerde dururken, pratikte kadın mücadelesine olan yaklaşımımız kendini zayıflatan bir yerde durmaktadır. Erkek egemen sistemin feodal erk anlayışı maalesef örgütlerin içerisinde kendini var etmektedir. Kadınlar sistem içerisinde mücadele ederken bir de bağlı bulundukları kurum içerisinde erkek anlayışla mücadele etmekte. Bu anlayışı değiştirmek için örgütsel ve ideolojik temelde mücadeleler vermek esas olmalıdır. Aksi söylem ve tavırlar mücadeleyi boşa çıkaran bir yerde durur. Kadının mücadelesinin esas alınması doğru noktadan kavranılması ile olacaktır. Siyasal programımızın önemli bir parçası olan kadın mücadelesi, asla ertelenemez bir görev olarak önümüzde durmaktadır. Perspektifimiz kadınların özgürleşmesi, öncüleşebilmesi için özgün özerk örgütlenmeler üzerinden şekillenmelidir. Özgün politikalar belirlenmeli, siyasal kampanyalar düzenlenmeli, eril anlayışın hâkim olduğu her alanda hiçbir kaygı taşımadan tartışma yürüterek bu anlayışlar mahkûm edilmeli. Çünkü birbirimizi ancak doğru yol, yöntem ve metotla ilerletebiliriz. Siyasal perspektifimiz doğrultusunda her bir süreç bizler cephesinden doğru okunmalı. Zihinlerimizin berrak olması gerek… Kadın mücadelesinde önemli görev ve sorumluluklarımız var. Bu sorumluluklarla kadınların her alanda eşit temsiliyet, pozitif ayrımcılık, kadın kotası gibi uygulamalarla en önde yer almaları gerekiyor. Kadın bilincini kuşanarak erkek egemen sistemin kadın üzerindeki gerici politikalarına karşı mücadele edilmesinin yaşamsallığı gibi, kendi içimizdeki erk anlayışa karşı da mücadeledeki kararlılığımız, ısrarımız biz kadınlar cephesinden sonuna kadar sürecektir. O yüzdendir ki kadının özgürlük mücadelesinde bulunduğumuz her alanda öncüleşmek, özgürleşmek ve örgütlenmek bizler açısından kaçınılmaz zorunluluktur. Bu zorunluluktan hareketle “Kadınlar Yönetime Kadınlar İktidara” şiarını yeniden ve yeniden ısrarla daha ileri mevzilere taşımalıyız. Unutmayalım, kadının kurtuluş mücadelesi insanlığın kurtuluş mücadelesiyle olacaktır.

AYCAN SOLMAZ/ Halkın Günlüğü

www.halkingunlugu.net

Share

DKH’li Nurvan: ‘Değerlerimiz için kapitalist sistemle savaşıyoruz

Ovacıklı kadınlar, ektikleri ürünlerle hem yerli tohum elde ediyor hem de kapitalist modernitenin bireyselleştiren yaşamına karşı kolektif ruhu açığa çıkarıyor

image

HABER MERKEZİ (10.05.2016) – Ovacıklı kadınlar, ektikleri ürünlerle hem yerli tohum elde ediyor hem de kapitalist modernitenin bireyselleştiren yaşamına karşı kolektif ruhu açığa çıkarıyor.

Sanayileşmeyle birlikte tarım sektöründe insan emeğine olan ihtiyaç azalırken, GDO’lu ürünler sağlığı tehdit eden önemli unsurlardan biri haline geldi. Dersim’in Ovacık ilçesinde kadınlar, insan emeğinin yok sayıldığı ve yaşamı tehdit eden sanayi ürünlerden korunmak ve kolektif yaşamı tekrar inşa etmek için kendi tarlalarında birlikte çalışıyor. Kadınlar, tarlada sebze ekerek hem yerli tohum elde ediyor hem de hasatlarında kışlık ihtiyaçlarını karşılıyor. Ovacık’ta kadınların kurdukları kolektif yaşamı anlatan Demokratik Kadın Hareketi (DKH) faaliyetçisi Nurvan Dinler,”Yerli tohumumuzda amacımız biyolojisini bildiğimiz tohumlardır. Çünkü dışarıda aldığımız tohumun içeriğini bilmiyoruz. Yavaş yavaş ektiğimiz patatesin yerlileşmesini hedefliyoruz” dedi.

‘Amacımız yerli tohum elde etmek’

Aldıkları tarlada daha çok yerli tohum elde etiklerini belirten Nurvan “Bu dönem daha çok yerli tohum elde etmek için ekin yaptık. Herhangi bir ilaç kullanılmadan kimyasal olmadan tohum elde etmeye çalıştık. Suni gübre kullanmadan kendi tohumumuzu üretmeyi amaçladık. Ekolojik tohum elde ettik. Yerli tohumumuzda amacımız biyolojisini bildiğimiz tohumlardır. Çünkü dışarıda aldığımız tohumun içeriğini bilmiyoruz. Yavaş yavaş ektiğimiz patatesin yerlileşmesini hedefliyoruz. Zaten birkaç ekinden sonra tohum yerlileşir” diye konuştu.

‘Birlikte iş yapma kültürü gelişti’

Nurvan çalışmalarının ekoloji ve kadın endeksli olduğunu belirterek, kadının ekonomideki yerini öne çıkarmayı amaçladıklarını dile getirdi. Verimli toprakları değerlendirdiklerini vurgulayan Nurvan, “Ekolojik bir adım atarak bununla beraber patates ekimine başladık. Onun dışında bahçe üretimini yaptık. Birlikte iş yapma kültürünü geliştirmek aynı zamanda kadının ekonomik ayağını güçlendirmek için başladık. Bu çalışmamız bize ön ayak oldu. Kadınlar kışlık ihtiyaçlarını karşıladı. Hedefimize kısmen de olsa ulaştık” diye belirtti.

‘İlk etapta toplum olumsuz bakmıştı’

İlk tarım çalışmalarını dile getirdiklerinde toplum tarafından pek ilgi odağı olmadığını fakat buna rağmen çalışmalarını yürüttüklerini söyleyen Nurvan,”Tarlamız çok büyük değil, 3 dönümlük bir arazi. 300 ton patates elde ettik. 7 kadın arasında bölüştürdük. Kışın burada herkesin 3 torba patatese ihtiyacı oluyor. İhtiyaç sahibi kadınlara da verdik. İlk çağrımızı yaptığımızda herkes çok olumsuz bakmıştı. Vücut bulamayacağını zannetmişlerdi. İlçemizdeki kadın çalışmalarında hep kadın emeği sömürülmüş. Bu yüzden ilk etapta güven sorunu yaşadık. Sonrasında başladığımızda ürünün hasadını aldığımızda kadınlarda yeniden bir güven duygusu oluştu. Sonraki dönemde bizde size katılmak istiyoruz diye talepler geldi” dedi.

‘Değerlerimiz için kapitalist sistemle savaşıyoruz’

Kapitalist sisteminin girdiği her yerde yaşamın talan edildiğini ama buna karşı daha geniş çaplı üretimleri olacağını, ürünleri çeşitlendireceklerini vurgulayan Nurvan son olarak şunları söyledi: “Kadınlar en azında kendi ürettiklerini hem tüketecek hem de satacak ve kendi ekonomisini sağlamış olacak. İnsanların bireyselleştiği ve toplumsallaşma kültürünün yok olduğu bu dönemde, tekrar bu ağı oluşturarak birlikte bir komün oluşturmaktır amacımız. Kapitalizmin elinin değdiği her yerde her şey talan olup yok oluyor. Bizde bu temelde bu değerlerimizin yok olmaması için çalışmalar yürütüyoruz.”

JINHA

Share

JİNHA muhabirine hapis ‘cezası’

Haber takibi yaptığı sırada ‘heyecanlı’ denilerek gözaltına alınan ve tutuklanan JİNHA muhabiri Beritan Canözer hakkında 1 yıl 3 ay hapis “cezası” verildi

image

HABER MERKEZİ (10.05.2016) – Haber takibi yaptığı sırada ‘heyecanlı’ denilerek gözaltına alınan ve tutuklanan JİNHA muhabiri Beritan Canözer hakkında 1 yıl 3 ay hapis “cezası” verildi.

16 Aralık 2015’te Amed’de haber takibi yaptığı sırada özel harekatçılarca gözaltına alınan ve tutuklanan ardından 29 Mart’ta serbest bırakılan Canözer’e, “örgüt propagandası” iddiasıyla 1 yıl 3 ay hapis “cezası” verilmesine karar verdi. Hükmün açıklanmasını geriye bırakan mahkeme, ayrıca Beritan hakkında 5 yıl denetimli serbestlik kararı verdi.

www.halkingunlugu.net

Share

Kobane’de kadın yasaları: Erken evlilik, berdel ve çok eşlilik yasaklandı

image

Jin Haber Ajansı’ndan (JİNHA) Zêrîn Kurtay ve Rabîa Eto’nun haberine göre, Kobanê Kantonu’nda erken yaşta evlilikler, berdel ve çok eşlilik yasaklandı. Yasaların eğitim yoluyla yaygınlaştırılacağı ve mahalle meclisleriyle topluma ulaştırılacağı belirtildi.

‘YASALARIN İYİ ANLAŞILMASI İÇİN EĞİTİM VERMEMİZ GEREK’
Kanton Yönetimi’nden Emîne Bekîr kadın yasalarının temel esaslarına göre demokratik özerk toplumu inşa çalışmalarına devam ettiklerini söyledi. Konuşmasına özgürlük mücadelesinde yaşamını yitiren kadınları anarak başlayan Rûken Ehmet de şöyle konuştu: “Yasaların iyi anlaşılması için eğitimlere ağırlık vermemiz gerekiyor. 5 bin yıldır erkek egemen zihniyetine göre oluşturulan bir toplumun değişimi ancak eğitimle gerçekleşir. Savaştan dolayı yaşanan göç de çalışmalarımıza etki etti. Ama bu çalışmalarımızın durduğu anlamına gelmiyor. Aldığımız kararlara göre bundan sonra toplumun bütün bölümlerinde eğitim çalışmaları devam edecek. Mahalle meclisleriyle tüm topluma ulaşacağız. Mahalle meclislerinin güçleri oranında hareket edip kadın sorunlarını çözmeleri gerekir. Her yönetim kadınlar ve halk tarafından seçildi, bu sorumlulukla kalkıp güç alarak çalışmalara katılmaları gerekir.”

Share

CİNSEL ŞİDDETE BİR DE BÖYLE BAKALIM

image

Ensar Vakfı olayını hepimiz başından beri takip ettik, süreci az çok biliyoruz. Bu olay ve arkasından su yüzüne çıkarılan çocuklara yönelik cinsel şiddet olayları kadına yönelik şiddet olaylarından da nefret suçlarından da bağımsız ele alınamaz aslında. Şunu tekrar gördük ki Özgecan Aslan olayında veya Bağdat Caddesi’nde cinsel saldırıya uğrayan genç kadının olayında tanık olduğumuz ‘cinsel saldırı karşısında muhafazakâr söylemlere başvurma’ tutumu işe yaramıyor. Muhafazakârların en güçlü olduğu yerlerde, en önemli kurumlarında cinsel şiddet suçu zaten örgütlü bir biçimde işleniyor. Evet bu bir suç ve evet örgütlü olarak işleniyor. Başından beri de olayın bu iki yönünü görmememiz için çabalıyorlar. Öncelikle saldırganın söylemlerinde bunu gördük, kendisi suçu üstlendiğinde “küçüklüğünden beri erkeklere karşı cinsel ilgi duyduğunu” belirtti. Böylece erkek egemen söylemin çok karşılaştığımız bir klişesini de yeniden üretti: Cinsel şiddetin cinsel ilişki gibi gösterilmesi. Çocuklara yönelik cinsel şiddeti sanki eşcinsellikmiş gibi göstermeye çalışan saldırgan sonradan bu ifadesinden de dönerek bunun kendisine sadece bir süre hastanede kalarak cezadan kurtulması için verilen bir akıl olduğunu belirtti. Sonrası malum, korunması gereken çocuklarken kurumlar korunmaya ve aklanmaya çalışıldı. Biz bunları görünce ne yazık ki şaşırmadık. Çünkü Pozantı olayı hâlâ aklımızda, çünkü bugün de tecavüz gibi bir savaş suçunun işlenmekte olduğunu biliyoruz. Cinsel şiddeti bir işkence yöntemi olarak bizzat kullanan devletin de kendi ‘iç grubuna’ dahi farklı davranmayacağını tahmin edebilirdik.

Ben konuyu buradan itibaren farklı bir açıdan ele almak istiyorum. Pozantı’yı tekrar hatırlayalım. Cinsel saldırıya uğrayan çocukların her biri kendisinin değil arkadaşının saldırıya uğradığını söylemiş, olay böylelikle ortaya çıkmıştı. Bu çocuklar ‘taciz’, ‘tecavüz’ gibi ifadeleri kullanmaktan dahi kaçınmışlardı. Konunun uzmanlarıysa geleneksel toplum içinde erkek çocuklarının cinsel saldırıyı ifade etmelerinin zorluğuna değinmişlerdi. Şu soruları soralım: Davalar sonuçlanıp kötüler cezalandırıldığında, beş yüz yıl beş bin yıl hapis cezası verildiğinde mutlu sona ulaşıyor muyuz? Saldırıya uğrayan çocukların o ‘geleneksel toplum’ içinde yaşamlarına nasıl devam ettiği sadece birkaç psikiyatristi mi ilgilendiriyor? Geleneksel toplum olarak aslında hepimiz bu süreçten sorumlu değil miyiz? Kendimizi istediğimiz kadar ‘ilerici’ olarak görelim, o geleneksel toplumu birlikte oluşturuyoruz. Kullandığımız dil bunu ele veriyor. Irz kelimesinin iffet, namus anlamına geldiğini bildiğimiz halde ‘ırza geçmek’ diyoruz. Cinsel saldırıya uğramayı namusla ilişkilendiriyoruz. Popüler kültürde, televizyon dizilerinde hala ‘bedenine zorla sahip olma’ kullanımıyla karşılaşıyoruz. Cinsel saldırıda bulunan kişi, saldırdığı kişinin bedenine geçici de olsa sahip değildir. Bedensel ve ruhsal bütünlüğüne zarar vermiş demektir. Cinsel şiddet cinsel şiddettir ve bu haliyle yeterince ağırdır. Bunu ifade etmek olayı küçümsemek değildir. Aksine olayı namusa zarar gelmesi, erkekliğin zedelenmesi haline getirmek yaşanan travmayı ağırlaştırarak suça ortak olmak demektir. Bir diğer örnek de haberler sunulurken kullanılan görseller. Sürekli eleştiri geldiği hâlde karanlığın içinden uzanan bir el, yüzünü utançla örtmüş kız çocuğu resimleri kullanılıyor. Bunlar saldırıya uğrayanla ilgili ‘geleceği elinden alınmış, hayatı mahvolmuş’ algısı yaratıyor ve destekleyici değil güçsüzleştirici bir tavır sergileniyor. Bunların kullanılış amacı saldırganın yaşadığı zor durumla ilgili insanlarda merhamet uyandırmaksa hatırlatalım: Ensar Vakfı Başkanı da olayı duyan eşinin ağladığını söyleyerek ne kadar merhametli olduklarını bize göstermişti. Halbuki istediğimiz merhamet değil adalet.

Gördüğümüz gibi geleneksel, muhafazakâr bakış açısı işimize yaramıyor. Çocuklara, kadınlara, lgbtlere, yaşlılara vaya hayvanlara karşı her türden şiddetin politik olduğunu kabul edip ona göre tavır almamız ve özeleştirimizi de yapmamız lazım. Tacize tecavüze ne kadar karşı olduğumuzu söylememiz yetmiyor. Tacizcinin de yaptığı eylemi taciz olarak görmediğini, toplumun normlarına dayanarak kendini haklı gördüğünü sürekli hatırlamamız gerekli. Her şiddet ve istismar olayında saldırıya uğrayanın yanlışlarını aramaktan, olayı istisna gibi görüp kendimizi rahatlatmaktan ve saldırganları marjinalleştirmekten vazgeçmeliyiz. O saldırganlar bu toplumun ‘normal’ insanları çünkü toplumun erkek egemen-heteroseksist normlarının kendisi sorunlu. Ensar Vakfı olayında da saldırganın marjinalleştirilerek olayın kapatılması çabası görüşümüzü destekliyor zaten. Bu noktada da feminizme, lgbt hareketine ve erkek egemen sistemin, eril devletin ezdiği tüm azınlıkların haklarını savunan bir dile ve siyasete ne kadar ihtiyacımız olduğu anlaşılıyor. Konuyu saptırmadan, gerçekten ezilenlerin hakkını savunmak ancak böyle bir yaklaşımla mümkün olabilir çünkü.

ZEYNEP UZUMÇEKER

demokratikkadınhareketi.com

 

Share

“Erkeğin İktidarı Her Yerde, Kadının Direnişi Her Yerde”

‘’Erkeğin iktidarı her yerde, kadının direnişi her yerde’’ şiarıyla başlattıkları kampanyanın önemine dikkat çeken Demokratik Kadın Hareketi Eş Sözcüsü Gülden Coşkun, kadın mücadelesi arttıkça devletin kadın düşmanlığının da artığına dikkat çekerek, tüm kadınları örgütlenmeye ve daha fazla söz söylemeye çağırdı.

image
Demokratik Kadın Hareketi (DKH), “Erkeğin iktidarı her yerde, kadının direnişi her yerde” şiarıyla 4 Nisan tarihinde başlattığı kampanya ile ilgili bilgi verdi. Kadın mücadelesinin ileri bir düzeye ulaştığını, buna karşın kadın özgülük mücadelesine yönelik saldırıların da arttığını belirten DKH Eş Sözcüsü Gülden Coşkun, tüm kadınları direnişi büyütmeye çağırdı. DKH olarak kadınları örgütlemeyi amaç edindiklerini söyleyen Gülden, “Kampanyayı da bu amaç doğrultusunda oluşturduk. Kampanyamızın şiarı, ‘Erkeğin iktidarı her yerde kadının direnişi her yerde.’ Kampanyanın içeriğini, örgütlenmeye duyulan bu ihtiyaç oluşturuyor. Bugün Türkiye Kuzey Kürdistan coğrafyasına baktığımızda kadının mücadelesinin çok ileri düzeyde olduğu bir süreçteyiz. Özellikle bu alanlarda kadınları sokağa dökebilmek, mücadele alanlarına götürebilmek belli boyutuyla bazen zorlaşabiliyor” şeklinde konuştu. Bu noktada kadınların yaşam alanlarına girmeden, kadınları mücadeleye çekemeyeceklerini belirten Gülden, kampanyanın temel hatlarını bu şekilde açıkladı.
‘Eril dil cinsel saldırılar ve öz savunma üzerine atölyeler’
Eril dil, cinsel saldırılar, üniversitelerdeki cinsiyetçi eğitim ve öz savunma üzerine atölye çalışmaları, paneller ve seminerler gerçekleştireceklerini kaydeden Gülden, atölyelerinin bu alandaki çalışmalarla sınırlı olmayacağını kadınların kendi üretimleri olan keçe veya çanta yapımı ile ilgili atölyeler de açacaklarına da belirtti. Kadınlarla ortaklaşa gerçekleştirecekleri sokak tiyatrolarına ilişkin olarak Gülden, “Kadın mücadelesine değinebileceğimiz sokak tiyatroları da örgütlüyoruz” dedi. Kürdistan’da yaşanan savaşta özellikle kadınların hedef alındığını hatırlatan Gülden, Kürdistan’da yaşanan savaşa ilişkin alt şiarlar oluşturacaklarını ifade etti.
‘Kadınlara yönelik saldırılar tesadüf değil sistematiktir’
Göçmenlik ile ilgili çalışmalarını, “Zorunlu göç ve kadın” konulu panel ile 24 Nisan’da İstanbul’da hayata geçireceklerini dile getiren Gülden, “Kürdistan’da da, kadın kooperatifleri ve ilçeler olarak özelde Dersim üzerinden yürüttüğümüz çalışmalar başladı. Belediyelerle yapacağımız çalışmalar, kadın odalarının açılması ve danışmanlık üzerine kurulacak” şeklinde dile getirdi. Rojava’da yaşan savaştan sonra kadın mücadelesinin özsavunma üzerinden yürütüldüğüne dikkat çeken Gülden, “Bugün kadınlar üzerinde uygulanan saldırılar, katliamlar tesadüf değil sistematiktir. Kadın mücadelesi arttıkça devletin kadın düşmanlığı da artmaktadır” açıklamalarında bulundu.
‘Örgütlenme özgürleşmeyi getirecek’
Ülkenin batısında katledilen kadınların devrimci, sosyalist, yurtsever kadınlar olduğu gibi yine devletin cinsiyetçi söylemleri üzerinden kadınların katledildiğini dile getiren Gülden, “Kadın katliamları ‘saygın tutum’, ‘iyi hal’ indirimleriyle meşrulaştırılıyor. Kadının kahkahasından giyimine kadar yapılan açıklamalarla yaratılan algı ile kadını toplum içinde linçe maruz bırakıyor. Erkek algısı ve ideolojisiyle şekillenen bir kadın profili çiziyorlar. Bu profile uymayanlara ise saldırılar, katliamlar yapılıyor” şeklinde kaydetti.
‘Mücadele yükseltilmeli’
Bu saldırılara karşı kadınlara ulaşarak mücadelenin yükseltilmesi gerektiği vurgusu yapan Gülfidan, devletin kadına karşı yaşamını her alanında açmış olduğu bu topyekûn savaşa, kadınların topyekûn direnişle cevap olması gerektiğinin altını çizdi. Örgütlenmenin önemine dikkat çeken Gülden son olarak, “Örgütlenme beraberinde özgürleşmeyi getirecektir. Kadınları alanlara çıkmaya davet ediyoruz. Daha fazla söz söylemeye çağırıyoruz” dedi.
ALINTI: JİNHA

Share

Sanattaki Eril Tahakküme Karşı ALAMOR Kadın Grubu

Kadınların sanat alanında bir obje olmaktan çok özne olma fikri ile kurulan Alamor Kadın Grubu, müziği asla mücadeleden ayrı düşünmediklerini ifade ederek, siyasetten sanata toplumun her alanında mevcut eril tahakküme karşı müziklerini icra ediyor.

image

Kadınların sanat alanında bir obje olmaktan çok özne olma fikri ile 2013 yılında kurulan Alamor Kadın Grubu, Okmeydanı Yüz Çiçek Açsın Kültür Merkezi’nde müzik faaliyetlerini sürdürüyor. Grup, ismini kadın mücadelesinin sembol renklerinden olan al ve morun birleşmesinden almış. Türkçe, Kürtçe, İspanyolca, İngilizce, Arapça, Ermenice dillerinde şarkılar söyleyen Alamor Kadın Grubu’nun kendi müzikal çalışmaları dışında aynı zamanda kadınlar ile birlikte yapılan atölye çalışmaları da var.

‘Sanat alanında kadın farkındalığı yaratmak adına yola çıktık’

Toplumun her kesiminde sanattan siyasete eril bir tahakküm olduğunu söyleyen Alamor Kadın Grubu üyesi Nilüfer Akdağ, “Bu gerçeklikle kadın, erkeğin belirlediği o dünyada kendine biçilen rolle erkeğin onu tanımladığı bir dünya içerisinde yaşamaya mahkum edildi. Kadınlar sanat alanında her şeyden önce en çok icra ettikleri sanatın objesi konumunda. Kadınlar, erkeklerin kendilerine bıraktığı alanlarda müzik ya da sanat yapma, yine erkeklerin tanımladığı biçimleriyle sanat icra etme durumunda. Biz de kadın olarak sanat alanında kadın farkındalığı yaratmak adına yola çıktık” dedi.

‘Toplumsal roller kendisini sanatta da gösteriyor’

Müziğin yaşama karşı bir duruş olduğunu kaydeden Akdağ, kendi yaptıkları müzikle de kadınların acılarını, üzüntülerini, güçlü duruş ve sevinçlerini dile getirme amacını taşıdıklarını söyledi. “Erkekler kendilerine ait bir hayat belirleyebiliyorken kadınlar için bu böyle değil. Sanat alanında da bu durum böyle. Örneğin bir erkek evlendiği zaman müziği bırakmaz, ama kadınlar evlendiği zaman kendi hayatından kendi sevdiği şeylerden vazgeçebiliyor. Çünkü kadınlar erkeğin kendisi için kurguladığı yaşama bıraktığı boşlukta kendisini var edebildiği bir durum içerisine itiliyor” diyen Akdağ , toplumsal roller ile kadına yüklenilen rol ve sorumlulukların kendisini sanatta da gösterdiğini ifade etti.

‘Müziği asla mücadeleden ayrı düşünmüyoruz’

Kendi yaşamlarına sahip çıkmak ve dayanışmak amacıyla bir arada kadın grubu kurduklarını söyleyen Alamor üyesi Gülçin Özer ise, müzik yapmanın politik bir eylem olduğunu belirtti. Kadınların bir araya gelerek dayanışma göstermelerini ise erkeklerin ve erk zihniyetin olmadığı bir alanda beraber üretim yapabilmenin ve özgürce fikirlerin tartışabilmenin başlı başına bir mücadele olduğunu ifade eden Özer, şunları söyledi: “Kolektif mücadeleyi kadın olma bilincini, iktidarı yok etmeye çalışırken tabi bir anlamda müzik yaparak ilerlemeye çalıştık. Kendimizi ses ya da enstrüman noktasında geliştirmeye çalıştık. Kadın sanat cephesinden protez müziği estetik ile birleştirip veriyoruz. Müziği asla mücadeleden ayrı düşünmüyoruz. Kadının birey olabilmesi özgürleşmesi devlet ve erk şiddetine karşı bir safta durabilmesi bizim için en önemli yerde duruyor.”

‘Kadınları sınıflandırmıyoruz’

Yaptıkları atölye çalışmalarına ilişkin bilgi veren Alamor üyelerinden Buket Şimşek de, yapılan atölye çalışmaları ile hem Alamor’un beslendiğini hem de kadınların özneleşmesine katkı sunduklarını söyledi. Şimşek, Aslında bütün çalışmalarımızın içinde bir varlık mücadelesi var. Atölyede her yaştan kadınlar mevcut. Kadınları sınıflandırmıyoruz. Var olanları ise şekillendirmiyoruz, ne abla diyor ne anne diyoruz. Orada hepsine olmak istedikleri gibi davranıyoruz. Yani bir gitar çalana gitarist, bir şarkı söyleyene de solist diyoruz” dedi.

ALINTI: DİHA

Share

“Şiddetinize karşılık vereceğiz”

İspanya’da binlerce kadın “Şiddetinize karşılık vereceğiz” diyerek sokağa çıktı, kadına yönelik cinsel saldırılara ve cinsiyet ayrımcılığı karşıtı hareketin suçlulaştırılmasına karşı yürüdü

image

İspanya’da 250 farklı örgütün desteklediği ve “Şiddetinize karşılık vereceğiz” sloganı altında 9 Nisan’da düzenlenen yürüyüşe binlerce kadın katıldı. Sabahın erken saatlerinde Vitoria sokaklarını dolduran feministler, “Şiddetinize karşılık vereceğiz” sloganı altında buluştu, Bilbao Meydanı’ndan Virgen Blanca’ya kadar yürüdü. Yürüyüşe Bask bölgesinin yanı sıra Tolosa, Durango ve Barcelona, Madrid gibi büyük şehirlerden de katılım sağlandı. Yürüyüşe İngiltere, Hollanda ve Latin Amerika ülkelerinden de destek verildi.

Kadınlar cinsel saldırılara, cinsiyet ayrımcılığı karşıtı hareketin suçlulaştırılmasına ve şiddetin toplumsal olarak teşvik edilmesine karşı yürüdüler. LAB Sendikası Genel Sekreteri Ainhoa Etxaide, “Biz kadınların özgür olmasını ve önleyici politikaların hayata geçmesini istiyoruz” dedi.

image

Eylem sırasında Vitoria sokaklarında 12 bin kişi yürürken, yürüyüşün çıkış noktası lezbiyen kadınlar, göçmenler, mülteciler gibi şiddete uğrayan kesimlerin durumuna dikkat çekmekti. Feminist hareket son dönemde Vitoria sokaklarında artan şoven şiddetin, yolculuklar ve konserler boyunca devam ettiğini belirtti.

 

 

kaynak; isyandayız.org

Share

Unutturma Çabası Adalet Değil!

Screenshot_2015-02-15-20-47-44-1

Özgecan Aslan’ ı katleden sapık barbar ve oğlunun yatakçısı baba Adana Kürkçükler Cezaevi’ nde kurşunlandı! Sapık katil öldü babası ağır yaralı!
İlk duyduğumuzda oh çektiren bir haber… Kendi şahsıma söylüyorum gebersin pislikler! Bunlar gibi dünyamızı karartan tüm zorba, sapık, barbar pislikler bizimle nefes alamasınlar… Gözlerim de Özgecan’ın kara bakışları! Ahhh dalından hoyratça koparılan taze bahar dalı!Vurulmuş katilin… Gebermiş işte umurumda bile değil!

Öbür yandan Kürkçükler gibi çok iyi denetlenen büyük bir hapishane de bu olay nasıl oldu? O silahlar içeri nasıl girdi öyle rahat ateşlendi? İşte burada aklıma gelen bu bir ‘toplumsal-ilahi adalet’ değil bizzat planlandı! Niyesi hiç zor değil… Hepimizi derinden sarsan sokaklara döken ve gündemden hiç düşmeyen bu olaydan; tecavüzcüleri koruyan, aklayan hatta meşrulaştırmaya uğraşan devlet rahatsızdı! Katili öldürerek dosyayı tümden kapatmak ve unutturmak istiyorlar… Zira ülkenin gündemi hep tecavüz ve hiç bir şekilde kıvıramadığı Özgecan katliamının özellikle kadınlarca hep sıcak tutulması işine gelmiyor… Alt tarafı milliyetçi, barbar, sapık bir katilden oldu ne olacak, sokaklar onlarla dolu değil mi!
Katili ölmüş olabilir, hatta darısı bütün tecavüzcü pisliklerin başına ama biz unutmayacağız! Barbar, sapık, katil, pislik düzenleri sürdükçe Özgecanlar hep olacaktır! Öldürdükleri Kürt kadın savaşçıları çırılçıplak soyup sokağa atan onlar değil mi? Ne farkları var Özgecan’ ın katilinden? Bir katil ölmüş yetmez tepede ki katilleri istiyoruz!

ÇİNGENE

Share

Almanya’da altı bin mülteci çocuk kayıp: İnsan kaçakçılarının elinde olabilirler

Almanya İçişleri Bakanlığı verilerine göre, 2015 yılında Almanya’ya ulaşabilen mültecilerden sekiz bin altı çocuk ailesi ya da yakınları tarafından kayıp olarak bildirildi.

suriye-multeci-cocuk6

Afganistan, Suriye, Eritre, Fas ve Cezayir kökenli oldukları kaydedilen çocuklardan iki bin 171’sine ulaşılırken, beş bin 835 çocuktan ise haber alınamadı.

Fotoğraf: Reuters

Çocuklardan 555’inin ise 15 yaşın altında olduğu belirtildi. Çocukların nasıl kaybolduğu ve nerede olabilecekleri konusunda herhangi bir açıklama yapılmazken, muhalefet hükümeti sorumlu tuttu.

Yeşiller Partisi Sığınmacılar Sözcüsü Luise Amtsberg, beş bin 835 çocuğun kayıp olmasının hükümeti alarma geçirmemesini eleştirerek, bu çocukların suç çetelerinin eline düşebileceği hatta fuhuşa zorlanabileceklerini belirtti.

Mart ayı sonunda bir mektup yazan Avrupa Parlamentosu milletvekilleri de, kayıp sığınmacı çocukların fuhuş ya da organ mafyası başta olmak üzere, suç örgütlerinin eline düşmüş olabilecekleri uyarısında bulunmuştu.

Geçen yıl yaklaşık bir milyon kişi Ortadoğu ve Kuzey Afrika’daki savaş ve şiddetten kaçarak Avrupa’ya sığınmıştı.

Mülteci akışını durdurmayı hedefleyen Avrupa Birliği, Türkiye ile yaptığı ‘pazarlık’ ve anlaşma ile, 20 Mart itibariyle Ege denizi üzerinden Avrupa’ya ulaşan mültecileri Türkiye’ye geri gönderebiliyor. Ancak insan kaçakçılarının alternatif yollar geliştirdiklerine dair haberler de medyada yer almıştı.

Kaynak: www.diken.com.tr

Share

NE İÇERDE NE DIŞARDA DİRENEN KADINI YENEMEYECEKSİNİZ!

NE İÇERDE NE DIŞARDA DİRENEN KADINI YENEMEYECEKSİNİZ!

Kadınlar faşizme karşı her yerde direnmeye devam ediyorlar!
Tüm halka top yekün savaş açan, Kürdistan da her gün yeni katliamlar yapan faşist Akp hükümeti özellikle devrimci yurtsever kadınlara da her alanda pervasız saldırılarını sürdürüyor… Ve kadınlar faşizmin tüm saldırılarına karşı yaşamın her anında, her yerde, dağlarda, kentlerde, meydanlarda, sokaklarda, zindanlarda direnişi yükseltiyorlar!
Tekirdağ F Tipi Hapishanesi’ nde tek başına tecritte tutulan devrimci kadın tutsak Fadik Adıyaman ise tecrit işkencesine karşı bedenini siper etti… Bütün başvurularına hiç bir gerekçe sunulmadan red yanıtı verilen ve Tekirdağ F Tipi Hapishanesi’ nde tek başına tutulan Fadik Adıyaman bugün açlık grevinin 69. gününde. İki çocuk annesi 50 yaşında ki Fadik Adıyaman’ ın tek talebi Bakırköy Kapalı Hapishanesi’ ne kadın yoldaşlarının yanına sevk edilebilmek! Sadece bu yüzden 68 gündür açlık grevine de olan Adıyaman’ın sağlık durumu gün geçtikçe kötüye gitmektedir!
Tecrit tutsakları yalnızlaştırarak yok etmenin yöntemidir! Tecrit zindan içinde zindan yaratmaktır! Tecrit işkencedir! Fadik Adıyaman tek silahı olan bedenini açlığa yatırarak bu işkenceye direnmektir!
Bizler Demokratik Kadın Hareketi ve Avrupa Demokratik Kadın Hareketi olarak Fadik Adıyaman’ ın onurlu mücadelesini sahipleniyoruz… Fadik Adıyaman direnişiyle içerde dışarda faşizmin hedefi tüm kadınların sesi olmuştur… Bu ses bizim sesimizdir! Faşizm ne kadar saldırırsa sesimiz çığlığa dönüşüp o kadar yükselecektir!
Fadik Adıyaman’ın tecritine derhal son verilmeli, sevk talebi kabul edilmelidir!
Yaşasın Kadınların Onurlu Direnişi!
Yaşasın Devrimci Dayanışma!
Kahrolsun Faşizm!

Demokratik Kadın Hareketi
Avrupa Demokratik Kadın Hareketi!

Share

DKH’den örgütlenme ve özgürleşme kampanyası

“Erkeğin iktidarı her yerde, kadının direnişi her yerde” şiarıyla bir kampanya başlattığını duyuran DKH, AKP iktidarının topyekûn savaş konseptine karşı tüm kadınları örgütlenmeye, özgürleşme ve öncüleşmeye çağırdı

HABER MERKEZİ (03-30-2016)- Demokratik Kadın Hareketi (DKH) “Erkeğin iktidarı her yerde, kadının direnişi her yerde” şiarıyla iki ay sürecek bir kampanya başlattıklarını yapılan basın açıklamasıyla kamuoyuna duyurdu.

image

İstanbul İnsan Hakları Derneği’nde basın toplantısı düzenleyen DKH, 7 Haziran 2015 genel seçimleri sonrası Saray’ın devreye soktuğu savaş konsepti ile birlikte birçok toplu katliama imza atılmış, demokratik haklar engellenmiş, siyasi tutuklama operasyonları, yargısız infazlar sürekli hale gelmiştir. Türk Devleti bir taraftan toplu katliamlara imza atarken diğer taraftan kadın katliamlarının önünü açan, destekleyen ve teşvik eden birçok uygulamayı devreye sokuluyor diye belirten açıklamada, “Demokratik Kadın Hareketi olarak, ‘Erkeğin İktidarı Her Yerde Kadının Direniş Her Yerde’ şiarı ile kampanya başlatıyoruz. Topyekün savaş konseptine karşı toyekün örgütlenme, özgürleşme ve öncüleşme mücadelesini büyütüyoruz. Mücadele cephelerinin tümünü kadının rengi ile tekrardan diriltiyoruz” denildi.
Demokratik Kadın Hareketi tarafından yapılan basın toplatışında şu ifadelere yer verildi:

7 Haziran 2015 genel seçimleri sonrası Saray’ın devreye soktuğu savaş konsepti ile birlikte birçok toplu katliama imza atılmış, demokratik haklar engellenmiş, siyasi tutuklama operasyonları, yargısız infazlar sürekli hale gelmiştir. Türk Devleti bir taraftan toplu katliamlara imza atarken diğer taraftan kadın katliamlarının önünü açan, destekleyen ve teşvik eden birçok uygulamayı devreye sokuyor. Tüm bu süreci biz kadınlar cephesinden ele aldığımızda durum daha da kanlı bir hal alıyor. Türk Devletinin şiddet çetelesine baktığımızda karşımıza kadınlar açısından karanlık bir katliam yılı ortaya çıkıyor. 2010 – 2015 arasında 1134 kadın, sadece 2015 yılı içerisinde ise 204 kadın erkekler tarafından çeşitli bahanelerle katledildi. ‘Saçını kızıla boyatmak’, ‘yeni elbise almak’, ‘patates köfte yapmamak’, ‘tuzluğu uzatmamak’ veya sadece ‘gıcık olmak’ gibi sudan sebepler bile bir kadın cinayetinin bahanesi olabildi. Failler ise koca, sevgili, baba, oğul, erkek kardeş, kısaca kadınların en yakınındaki erkeklerden oluşuyor. Son 5 yıl içerisinde katledilen kadınların 608’inin faili kocası veya eski kocası, 161’inin faili erkek arkadaşı veya eski erkek arkadaşı, 213’ünün faili ailedeki erkekler (babası, oğlu, erkek kardeşi, damadı, kayınpederi) veya akrabası oldu.

Kadına yönelik şiddetin bu kadar meşrulaştırıldığı bir alanda devletin katliamlara yaklaşımı ise erkeği koruyan bir noktada kurumsal olarak işletiliyor. Gerek soruşturma evresinde gerekse yargılama sürecinde erkek açık olarak korunuyor ve yasal birçok indirime gidiliyor. ‘Ağır tahrik’, ‘iyi hal’, ‘saygın tutum’ adı altında cezalar indiriliyor, erkeğin beyanı esas alınarak katliamlar aklanıyor. Devlet bu desteği sadece yargı aracılığıyla değil, aynı zamanda basına verdikleri beyanatlarla da destekliyor, cinsiyet eşitliği uçurumunu derinleştirerek erkek egemenliğini pekiştiriyor.

Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın “Kadın ile erkeği eşit konuma getiremezsiniz, o fıtrata terstir” ifadeleri devletin ve ordunun en üst ağzından katliamların önünün alınmayacağının beyanı olarak görülebilir. Tabi sadece tek bir alıntılama ile bu belirlemeyi yapmadan aynı muktedirin farklı ağızlarına da kısa bir göz atalım. Dönemin Aile ve Sosyal Politikalar Bakanı Ayşenur İslam’ın, kadın cinayetleri ve kadına yönelik şiddetle ilgili konuşurken, “Almanya’daki durumu hiç duymuyoruz ama Türkiye’dekini sağır sultan bile duyuyor” sözleri katliamların ne kadar dikkate alındığını gösterirken, Bülent Arınç’ın kadının herkesin içinde kahkaha atmaması gerektiğini söylemesi kadını toplum içerisinde nerede gördüklerini gösteriyor.

Kadını toplum içerisinde sadece anne olarak konumlandıran, yemek ve temizlik yapmayı, doğurmayı vatani görev olarak tanımlayan bu anlayış katliamları destekleyip, meşrulaştırmakla kalmıyor aynı zamanda tecavüzlerin önünü açarak teşvikte ediyor. Diyanet İşleri Başkanlığı’nın fetva hattından yaptığı “babanın öz kızına şehvet duymasının nikâha bir etkisi yoktur” açıklaması gelen yoğun tepkiler üzerine siteden kaldırılmış, Google’ın önbelleğinde görülen yanıta rağmen Diyanet, böyle bir açıklama yapmadığını iddia etmişti. Pedofiliyi din aracılığıyla meşrulaştıran devlet, aile içi tecavüzü bile erkeğe hak görmüştür.

Bunun en acı halini Karaman’da AKP destekli Ensar Vakfı’nın evlerinde gördük. Devlet, 45 çocuğun tecavüze uğradığı Karaman’da olayı soruşturmayı bir yana tecavüzü normalleştiren, savunan söylemlerde bulundu. Aile ve Sosyal Politikalar Bakanı Sema Ramazanoğlu’nun ‘bir kere olması karalamak için gerekçe olamaz’ açıklaması Türk Devleti’nin gerçek yüzünü gözler önüne koyuyor. Tacizi, tecavüzü ve şiddeti erkeğe hak gören bu eril anlayış kendini tekrardan üretirken yaşamı, bedeni, kimliği ve inancı üzerinde örgütlü kadını ise direk kendi eliyle katlediyor. Savaş konsepti çerçevesinde 16 Ağustos 2015 Varto’da başlayan sokağa çıkma yasaklarıyla beraber Cizre, Silopi, Sur, Suruç, Ankara ve İstanbul’da Aralık 2015’e kadar toplam 81 kadın devlet tarafından katledilmiştir. Çırılçıplak soyularak yol ortasına atılan Ekin Wan ile başlayan süreç 57 yaşında 7 gün sokak ortasında bekletilen Taybet İnan ile devam etmiştir. Kürt kadının örgütlü gücünün farkında olan ve bunu kırmak için hiçbir kirli yöntemi kullanmaktan geri durmayan devlet, örgütlü kadınların mücadelesini kırmak için devrimci kadınları da katlediyor. Günay Özarslan, Yeliz Erbay ve Şirin Öter gibi devrimci militanlar ev baskınlarında katledilirken, Dilek Doğan gibi örgütlü kadınlar da hedef alınarak görüntüler basına sızdırılıyor. Kadınlar üzerinde oluşturulan bu ablukanın tek sebebi ise kadının örgütlü mücadelesinin nerelere varabileceğinin egemenler tarafından bilinmesi.

Kadının bedenine, emeğine ve varoluşuna yönelen bu saldırılara karşı koyabilmenin tek yolu ise örgütlenmekten geçiyor. Her gün bir kadının erkekler tarafından sudan sebeplerle öldürüldüğü, bedeni, emeği ve varoluşu üzerine söz söyleyen, politika üreten kadınların devlet tarafından katledildiği bir sistemde var olabilmek örgütlenmekle eşdeğerdir.

Demokratik Kadın Hareketi olarak, bu bilinç berraklığı ile ‘ Erkeğin İktidarı Her Yerde Kadının Direniş Her Yerde’ şiarı ile kampanya başlatıyoruz. Topyekün savaş konseptine karşı topyekün örgütlenme, özgürleşme ve öncüleşme mücadelesini büyütüyoruz. Mücadele cephelerinin tümünü kadının rengi ile tekrardan diriltiyoruz.”

www.halkingunlugu.net

Share

Solingen Alevi Kültür Derneğinde 8 Mart coşkusu yaşandı

Solingen Alevi Kültür Derneği, Türkiyeli halkların Derneği ve Ovacık Derneği’nin ortak düzenlediği 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar gününe dair 12 Mart saat 16 00 da yapılan etkinlik coşkuyla kutlandı

Solingen (13-03-2016) Düzenleyen kurumların günün anlam ve önemine dair yaptıkları açılış konuşmasının ardından, şiir dinletileri yer aldı.

sol-1-300x169

Avrupa Demokratik Kadın hareketin in’de konuşmacı olarak yer aldığı etkinlikte, 8 Mart insanlık tarihi açısından hakların kazanılmasında nerelerden başlandığı, bugünlere nasıl gelindiği ve mücadelemize nasıl ışık tuttuğunu gösteren bu günün önemine değinirken, Dünya’da, kuzey Kürdistan da ve yaşadığımız Avrupa ülkesinde biçimi değişse de öz olarak 158 yıl önceki tarihle aynı olan Kadın tarihinin söz konusu olduğuna değinen ADKH sözcüsü,  1857 den 1910 a ve 2016 ya uzanan bu süre içinde yaşanılanların, özgürlüğe gidilen yolda çok bedeller ödemenin ve yeni kavgalar verilmesinin zorunluluğunu, kadınlara gösterdiğini vurguladı.

Milyonlarca kadının, erkek egemen kapitalist sistemin baskı ve sömürüsü karşısında acı çektiklerini ve her türlü güvenceden yoksun, uzun iş saatleri ve düşük ücretlerle çalıştırıldıklarına dikkat çekerken “8 Mart sorunların üstesinden gelmek için, örgütlü olmanın zorunluluğunun kavrandığı gündür. Ve 8 Mart sadece emekçi kadınların birlik, dayanışma günü değil, o aynı zamanda insanca yaşamı, emeği, onuru savunduğu için zulme başkaldırmanın yediden yetmişe kadın erkek herkesin günüdür” sözleriyle konuşmasını tamamlayan ADKH sözcüsü tüm ezenlere karşı, her alanda örgütleme çağrısında bulundu.

ADKH’ nin hazırlamış olduğu sinevizyon gösteriminin ardından etkinlik tiyatro ve müziğin ardından sonlandırıldı.

Share

Stuttgart’ta 8 Mart paneli

STUTTGART(13.03.2016) Stuttgart Demokratik Kadın Platformu’nun düzenlediği 8 Mart paneli Stuttgart bölgesinde gerçekleştirildi. Platform’da yer alan kurumların arasında Avrupa Demokratik Kadın Hareketi, Alınteri, Sosyalist Kadınlar Birliği, Yeni Kadın ve Stuttgart Demokratik Kürt Merkezi yer aldığı “Göçmenlik ve göçmenliğin kadınların üzerindeki etkisi” paneli saygı duruşuyla başladı.
stut3 stut2 stutgart
Türkiye’den gelen İstanbul LGBTİ ve Demokratik Kadın Hareketi üyesi Kıvılcım Arat “Zorunlu Göç / Yerinden Edilme ve Ev: Evin Kaybı” konulu sunumuna sosyalist ve feministlerce ortaya konulmuş eve dair kavramsallaştırmaları zorunlu göç bağlamında nasıl yeniden kavramsallaştırılabileceğimizi gözden geçirerek başladı. Böylelikle kadınlar için evin kendi direniş stratejilerinin geçerli olduğu, korunması gereken ve düşman tarafından ele geçirilmemesi gereken bir alan olduğu kanısına varılmıştır. Hem göç sırasında hemde göçden sonra kentsel yaşamda ve sonrasında geri dönüş sırasında kadınlar bakımından çekilen zorluklar anlatılırken sık sık anlatılara değinilmiştir. Özellikle kadınların göç sırasında tecavüze ve işkenceye maruz kalmaları anlatılırken 16 yıl içinde rapora göre 366 kadının büroya başvurduğu ve bu vakalarla ilgili toplam 159 davanın açıldığı dönemden sonra sadece 28 dosyanın AİHM’de sonuçlandığına dikkat çekilmiştir. Dikkat çeken verilerden biri de taciz ve tecavüzü yapanları işleyen faillerin dağılım listesi ve bu liste de bulunan hiç bir bireyin ceza almaması olmuştur. Genel olarak hem Türkiye/Kuzey Kürdistan’da ki kadınları, hemde Suriye, Ermenistan ve Bosna-Hersek halklarının kadınları ele alındı.
Son olarak Rojava ve Kobane’de direnen kadınlara değinilerek, oradaki kadınların silahlanmaları sonucunda savaşın bir parçası olarak kendilerine ve alandaki diğer kadınlara müthiş bir kurtuluş sergiledikleri ve alanda kadın üzerindeki baskıyı kaldırdıkları belirtildi. Yani kadının kurtuluşunun örgütlenmeden geçtiği bir kez daha savunulmuştur. Panelist sunumunu komünist savaşçı Berna Ünsal’ın “Yaşasın kadınların kurtuluşu! Yaşasın insanların kurtuluşu! O özgür Altınçağ mücadelemiz!” sözleri ile bitirdikten sonra  kadınlardan oluşan kitlenin yoğun ilgisi ile soru ve cevap bölümü de başarılı geçti.
Panelin öncesinde, arasında ve sonrasında kadın arkadaş tarafından yapılan müzik dinletisi ise  güzel bir atmosfer yaratmıştır.
Share

Paris’de 8 Mart yürüyüşü

PARİS (13.03.2016) Avrupa Demokratik Kadın Hareketi bugün yapılacak yürüyüş öncesi bir kahvaltı düzenleyerek kadınlarla bir araya geldi. Kahvaltı sırasında sinevizyon gösterimi yapıldı ve günün önemine dair konuşmalar yapıldı. Sonrasında yürüyüş alanına gidildi. Kadın platformunun ortak düzenlediği yürüyüş Bastille’de başladı ve Republic Meydanında bitti. sloganlar ve halaylar eşliğinde yürüyen kadınlar meydana geldiklerinde kurumlar adına konuşmalar yapıldı. ADKH’nın da konuşma yaptığı yürüyüş sırasında DKH ve ADKH’nın ortak çıkardığı bildiri Fransızca ve Türkçe olarak dağıtıldı.

parı2sparı1sparı3s

 

Share

ADKH Britanya 8 Mart etkinliği

LONDRA (13.03.2016) Avrupa Demokratik Kadın Hareketi Londra’da 8 Mart etkinliği gerçekleştirdi. Bu yıl göçmenliği tema olarak alan kadın hareketi, öncelikle kadınların yoğunluklu olarak katıldığı bir kahvaltı düzenledi. Ardından günün anlamına dair yapılan konuşma ve saygı duruşunun ardından DKH ve ADKH’nın ortak bildirisi okundu. Sonrasında ise Kadın hareketinin hazırladığı  Kürdistan’a Hawar şiir dinletisi ilgiyle izlendi. Göçmenliğe dair sunumdan önce sinevizyon gösterisi yapıldı ve ardından Fransa’nın Calais şehrine yapılan ziyarete dair izlenimler ve Avrupa’da an itibariyle göçmenlerin yaşadığı durum ve AB’nin son süreçteki görüşmeleri ve bunların önümüzdeki süreçte yansımaları üzerine değerlendirme yapıldı.

etkınlık etkınlık2 etkınlık6

Share

Londra’da 8 Mart

LONDRA( 13.03.2016) Londra’da kurulan ve ADKH, Roj Kadın, Yeni Kadın, SKB, Kırkısraklılar Kadın Komitesi, Dersim Derneği Kadın Komitesi, Alkaslar Derneği Kadın Komitesi’nin yer aldığı Kürdistanlı ve Türkiyeli Kadınlar-8 Mart Platformu aldığı bir dizi eylem kararı aldı. Bunlardan ilki 5 Mart günü düzenlenen enternasyonal 8 Mart yürüyüşüne katılmaktı. Platform ortak pankartıyla bu yürüyüşte yerini alarak bugün Kürdistan’da yaşanan katliamlara değinerek güzergah boyunca kamuoyunun dikkatini çekmeyi başardı.

london2million-women-rise-london-27

 

 

 

Bir diğer etkinlik ise Kürdistanlı ve Türkiyel, kamuoyuna yönelik 8 Mart Platformu olarak bir yürüyüş düzenlendi. akşam saatlerinde yapılan yürüyüşte kadına yönelik cinsiyetçi söylemler teşhir edildi. ADKH yayınladığı bildirisininin dağıtımını yaptı.

Yine Platformun son olarak gerçekleştirdiği etkinlik ise yürüyüş sonrası yapılan panel oldu. Panele HDP Ağrı milletvekili Dirayet Taşdemir ve platform adına ise ADKH aktivisti İnci Kaya panelist olarak katıldılar. 8 Mart Platformunun bu yıl  tema olarak  aldığı Göçmenlik – Yükselen Irkçılık ve Özsavunmalar üzerine yapılan panelde ilk konuşmayı İnci Kaya yaptı. Gçömenlik üzerine sunum yapan İnci Kaya; “Bugün Orta Doğu’da yaşanan durum orada yaşayan kadim halklar ve tüm insanlık adına oldukça elim bir durumdur. Yaratılan savaştan tüm halklar zarar görmekte ve tüm dünyanın gözü önünde Kürt ulusuna yönelik bir soykırım yaşatılmaktadır. Ama başka bir gerçek daha var ki; o da bugün Kürt ulusu için kendi bağımsızlığını kurmak adına belkide tarihte hiç olmadığı kadar iyi bir fırsat ortaya çıkmıştır.” Konuşmasına bugüne kadar yaşanan göç sonucu çıkan istatistiklere de değinen Kaya, göçmenlerin göç yollarında uğradıkları şiddet, zorluklar, kadınların yaşadıkları, ayrımcılık, ırkçılık ve benzeri sorunlara dair gerek Kuzey Kürdistan’da gerekse de Avrupa’da ki kamplardaki durumu anlatarak bunun sonucunda Avrupa’nın ‘Hoşgeldiniz Kültürünün’ tam bir yalan olduğu, işin özünde yaratılmak istenenin uzun vade de göçmenlere yönelik koşulların zorlaştırılması ortamlarının yaratılması olduğunu açıkladı. AKP iktidarının günlerdir süren AB görüşmelerinin önümüzdeki süreçlerde bizlere nasıl yansıyacağınıda belirten panelist Kaya, bundan sonrasında devrimci demokrat kurumlar olarak yapılması gerekenin emperyalistlerin ve tabiki  AKP iktidarının yarattıkları savaş ortamları sonucu insanları topraklarından etmelerinin altında yatan çıkar ve paylaşım dalaşını teşhir etmek ve örgütlü bir şekilde onların karşısında durmak olduğunu söyledi.

panel1 pane2l

İkinci panelist olarak söz alan HDP Ağrı Milletvekili Dirayet Taşdemir ise yaptığı konuşmada; “Bugün Kürdistan’da yaşananlar faşizmin bir uygulamasıdır. Faşizm özü itibariyle ötekinin yok edilmesidir. Faşizmin karşısında ise bir direniş cephesi var, direnen halklar var. Tüm bu katliamlara rağmen orada ciddi bir kadın direnişi var ve bundan dolayı daha yoğun bir saldırı var. Kadınlar farklı tarihsel dönemlerde her zaman bir direniş ruhu göstermişlerdir ve bugün de bu ruhu Cizre’de ve Sur’da görüyoruz. İlk yönelinenin kadın olması, kadın bedeninin teşhir edilmesi bir faşist cinsiyetçi ideolojinin sonucudur. Bizler bunun bilincindeyiz. Özsavunmasını Rojova’da tarihe yazan Kürt kadınları orada o toplumun ilerisini temsil ediyorlar. işte gerek Akp faşist zihniyetinin ve gerekse de Orta Doğu’da yaşatılanlar kadın iradesinin teslim alınmasının da çabasıdır. Bedenlerin teşhir edilmesi bir teslimiyetin gösterilmesi için verilen bir ideolojik mesajdı. 40 yıldan bu yana Kürdistan’da kadın üzerinden ,insanlık suçları işlendi ve devam ediyor. Direnişte devam ediyor, edecek.”

panel gelen soruların cevaplandırılmasıyla sona erdi.

Share

Viyana’da 8 Mart etkinliği ve yürüyüşü

vıyana3

VİYANA (12.03.2016) 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar günü vesilesiyle Viyana’da bir etkinlik gerçekleştirildi. Avrupa Demokratik Kadın Hareketi’nin de içinde olduğu ve Yeni Kadın, Avesta Kürt Kadınları örgütlerinin yer aldığı kadınlar 8 Mart vesilesiyle yaptıkları etkinlikte sinevizyon, konuşmalar ve kültürel bölüm yer aldı. Yapılan açıklamada bu geceden gelen gelirin Sur ve Cizre’de ki kadınlara gönderileceği bilgisi verildi.

Ayrıca yine 5 Mart 2016 günü  ADKH, Avesta Kürt Kadınları, Komitern, Rotenfrauen Komitesi, Yeni Kadın ve Alevi Kadın Kolları  8 Mart yürüyüşüne ortak pankart ve sloganlarla katıldılar.

 

vıyana1 vıyana2 vıy

Share

Zürih’te 8 Mart yürüyüşü!

İsviçre’nin Zürih kantonunda binlerce kadın 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü vesilesiyle “Cinsiyetçiliğe, kapitalizme ve savaşa karşı, örgütlü mücadele” şiarıyla bir yürüyüş gerçekleştirdi

ZÜRİH (13.03.2016) – İsviçre’nin Zürih kantonunda binlerce kadın 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü vesilesiyle “Cinsiyetçiliğe, kapitalizme ve savaşa karşı, örgütlü mücadele” şiarıyla bir yürüyüş gerçekleştirdi.

isvicre-8-mart 1

12 Mart Cumartesi günü (Dün), İsviçreli yerel kadın kurumlarıyla beraber Türkiye-Kuzey Kürdistanlı kadın kurumlarının ortak çağrısıyla saat 13:30’da Zürich Hechtplatz’da bir araya gelindi.
“Kadın mücadelesi özgürlüğü yeşertir!” pankartıyla alana çıkan Avrupa Demokratik Kadın Hareketi’nin kortejinde; Rosa Luxemburg, Clara Zetkin, Alexandra Kollantai, Meral Yakar, Barbara Anna Kistler ve Berna Ünsal’ın resimleri taşındı.

Yürüyüş boyunca belli noktalarda durularak, her kurum kendi bildirisini okudu. ADKH adına, “Çıplak bedenlerimizle örgütlü mücadeleyi büyütelim” başlıklı merkezi açıklama Almanca olarak okundu.Yürüyüşte sık sık Almanca, Kürtçe ve Türkçe sloganlar atıldı. “Yaşasın 8 Mart”, “Jin jîyan azadî”,” 8 Mart kızıldır-kızıl kalacak”, “Yaşasın enternasyonal kadın dayanışması” sloganları atılan yürüyüşte, İsviçre’nin dünyaca bilinen ünlü bankalarından biri olan UBS ve kadın bedeninin meta olarak kullanıldığı Hooters adlı restoran önünde boyalarla protesto eylemi gerçekleştirildi. Zürih’in işlek caddelerinden geçilerek süren 8 Mart yürüyüşü, bitiş noktası olan Helvetiaplatz’a gelinmesinin ardından slogan ve alkışlar eşliğinde sonlandırıldı.

isvicre-8-mart 2 isvicre-8-mart 3 isvicre-8-mart 5

Share

Amed’de kadın tutsaklar sürgün edildi

Amed hapishanesinde yaşanan firar olayının ardından sürgün sevkler giderek artıyor. Geçtiğimiz günlerde bir çok siyasi erkek tutsağın Amed hapishanesinden başha hapishanelere sürgün edilmesinin ardından bu seferde kadın tutsaklar başka hapishanelere sürgün edildi

HABER MERKEZİ (13-03-2016)- AKP bir yandan Kürdistan’da başlattığı savaşı büyütürken bir yandan da hapishanede bulunan siyasi tutsaklara yönelik saldırılarını sürdürüyor. AKP’nin hapishanede ki siyasi tutsaklara yönelik baskı ve sindirme adımlarının yeni durağı Amed E Tipi Kapılı Hapishanesi’nde bulunan kadın tutsakları sürgüne göndermek oldu.

hapishane srgn

Amed E Tipi Kapılı Hapishanesi’nde bulunan ve aralarında gazeteci Beritan Canözer ve DBP Bağlar İlçe Eşbaşkanı Reyhan Kavak Özbek’in de bulunduğu 19 kadın siyasi tutsak sürgün edildi.

Amed E Tipi Kapılı Hapishanesi’nde bulunan siyasi tutsaklardan 6’sının firar etmesi ardından kentteki hapishanelerden sürgünler sürüyor. En son dün gece Amed E Tipi Kapılı Hapishanesi’nde  bulunan JINHA muhabiri Beritan Canözer ve Sur’dan geçtiğimiz günlerde çıkartılan DBP Bağlar İlçe Eşbaşkanı Reyhan Kavak Özbek’in de aralarında bulunduğu 19 kadın siyasi tutsak, firar olayı ve açlık grevleri bahane edilerek Bakırköy, Sincan, Gebze ve Şakran hapishanesine sürgün edildi.

www.halkingunlugu.net

Share

Karaman’da tarikat evlerinde öğrencilere tecavüz

Karaman’da bir öğretmenin tarikat evlerinde en az 45 erkek öğrenciye tecavüz ettiği ortaya çıktı

HABER MERKEZİ (13-03-2016)- Karaman’da bir öğretmenin tarikat evlerinde en az 45 erkek öğrenciye tecavüz ettiği ortaya çıktı, Olayın ortaya çıkması üzerine başlatılan soruşturmaya gizlilik kararı getirilirken, öğretmende tutuklandı.

karaman tarikat gretmen

BirGün Gazetesi’nden Serbay Mansuroğlu’nun haberine göre Karaman merkezde bir okulda görev yapan Eğitim Bir Sen üyesi sınıf öğretmeni M.B. sözkonusu tarikat evlerinde kalan öğrencilere özel ders vermek için gidiyordu. M.B. özel ders için gittiği çeşitli evlerde öğrencilere tecavüzde bulundu. Olay bir öğrencinin durumu ailesine anlatması üzerine duyuldu. Şikayet üzerine öğretmen M.B. 4 Mart Cuma günü okula gelen polisler tarafından gözaltına alındı. Savcılıkta ifadesi alınan öğretmen M.B. çıkarıldığı mahkemede tutuklanarak cezaevine gönderildi.

Savcılıktan gizlilik kararı
Savcılık dava dosyası hakkında gizlilik kararı aldı. Tutuklanan sınıf öğretmeni M.B.’nin görev yaptığı okula yerine başka bir öğretmen görevlendirildi.

Hastaneden rapor

Öğretmenin tutuklanmasının ardından 8 öğrenci aileleriyle birlikte 6 Mart tarihinde Karaman Devlet Hastanesi’ne gitti. Kontrolden geçen çocuklar tecavüzü raporla belgeledi.

İdari soruşturma

Karaman İl Milli Eğitim Müdürü Asım Sultanoğu, “Öğretmenin tutuklandığı bilgisi doğru. Ancak gizlilik kararı bulunan dosya hakkında detaylı bilgi vermem doğru olmaz. İddia ve detayları araştırmak için idari soruşturma başlattık” ifadelerini kullandı.

www.halkingunlugu.net

Share

Cumartesi Anneleri: Acılarımız ortak

Cumartesi Anneleri’nin 572. haftasında 1995 yılında İzmir’de şüpheli bir şekilde yaşamını yitiren Nurettin Toluk’un akıbeti soruldu. Eylemde konuşan kayıp yakını İrfan Bilgin, “Biz artık kendi kayıplarımızı anlatamaz olduk. Biz, Gezi’yi, Suruç’u, Ankara’yı, Sur’u Cizre’yi unutmayacağız. Bizi bu dertlerimiz birleştirdi. Acılarımız bizi birleştirdi ortak mücadele etmeliyiz” dedi

HABER MERKEZİ (12-03-2016)- Cumartesi Anneleri, gözaltında kaybedilen yakınlarının akıbetini sormak ve faillerin yargılanması için sürdürdükleri adalet arayışlarının 572’nci haftasında yine Galatasaray Meydanı’nda oturma eylemi düzenledi. “Failler belli, kayıplar nerede?” pankartını açan Cumartesi Anneleri, kaybedilen yakınlarının fotoğrafları ve kırmızı karanfiller taşıdı. Suruç, Ankara katliamı ile Gezi Direnişi’nde yaşamını kaybedenlerin aileleride destek verdiği eylemde, 1995 yılında İzmir’de şüpheli bir şekilde yaşamını kaybeden Nurettin Toluk’un akıbeti soruldu.

cumartesi anneleri

‘Devlet için gözaltında kaybetmek külfetli bir iş oldu’

Eylemde ilk olarak 1994’te Ankara’da kaybedilen Kenan Bilgin’in kardeşi İrfan Bilgin konuştu. “Biz artık kendi acılarımıza üzülemiyoruz” diyerek konuşmasına başlayan Bilgin, Cumartesi Meydanı’na her geçen gün yeni acılı ailelerin dahil olduğunu belirtti. Geçmiş dönemlerde hükümetin gözaltına alıp, sorgulayıp ondan sonra kaybettiğini ancak günümüzde, Sur’da, Cizre’de Silopi’de insanları evlerinde infaz ettiklerini hatırlatan Bilgin, “Artık devlet için gözaltında kaybetmek külfetli bir iş oldu. Devlet artık insanları evlerinde katlediyor. Biz artık kendi kayıplarımızı anlatamaz olduk. Biz bunları Gezi’yi, Suruç’u, Ankara’yı, Sur’u Cizre’yi unutmayacağız. Bizi bu dertlerimiz birleştirdi. Acılarımız bizi birleştirdi ortak mücadele etmeliyiz” dedi.

‘Erdoğan dur artık’

Bilgin’in ardından 1994’de Mardin’de kaybedilen Nihat Aydoğan’ın eşi Halime Aydoğan söz aldı. Aydoğan, yıllardır eşinin kemiklerini aradıklarını ancak kemikleri aramaktan vazgeçtiğini ifade ederek, “Biz yorulduk artık. Biz bıktık usandık. Biz artık sadece barış istiyoruz. Erdoğan dur artık. İnsanları katletmekten vazgeçin” dedi.

Aydoğan’dan sonra 1980’de İstanbul’da kaybedilen Hayrettin Eren’in kardeşi İkbal Eren konuştu. “Anneler ağlamasın dedikçe bu meydandaki anne sayısı artıyor. Kayıplarımızın sayısı artıyor. Acılı insanların sayısı artıyor. Biz artık çözüm istiyoruz barış istiyoruz” diye konuştu.

‘Yüksekova Sur, Cizre ve Silopi gibi olmasın’

Yarın Yüksekova’da sokağa çıkma yasağının ilan edileceğinin açıklandığı eylemde, Yüksekova’da haftalardır eylem yapan kayıp yakınlarının gönderdiği mektubu Yüksekova’da 1990’lı yıllarda babası kaybedilen Vahap Canan okudu. Yüksekovalı kayıp yakınları mektuplarında, her hafta kayıplarının akıbetini sormak için oturma eylemi yaptıklarını ancak sokağa çıkma yasaklarından sonra oturma eylemi yapamayacaklarını belirterek, “Yüksekova, Sur, Cizre, Silopi gibi olmasın” diye seslendi.

‘Toluk’un izine rastlanamadı’

Canan’ın mektubu okumasının ardından haftanın basın açıklamasını Cumartesi İnsanları’ndan Ümit Dişli okudu. Dişli, 1995 yılında İzmir’de şüpheli bir şekilde yaşamını kaybeden Nurettin Toluk’un akıbetini sordu. “68 yaşındaki Nurettin Toluk İzmir/Kadifekale’de oğlu Bülent ile yaşıyordu. Toluk işlem yaptırmak için gittiği Güzelyalı Mahalle muhtarı ile aralarında bir tartışma yaşandı. Muhtarın şikayeti üzerine aranmaya başlayınca da geçici bir süre evden ayrıldı” diyerek Toluk’un kaybedilme sürecini anlatan Dişli sözlerini şöyle sürdürdü: “Toluk 16 Mart 1995 tarihinde oğlunun yerini söylemesi için gözaltına alınarak Kadifekale Karakolu’na götürüldü. Gözaltı süresi dolduğu halde serbest bırakılmayınca karakola giden avukata önce Nurettin Toluk’u serbest bıraktıkları sonra da hastaneye tedavi için götürdükleri söylendi. Tüm hastaneleri dolaşan ailesi Toluk’un izine rastlamadı”

‘Toluk’un akıbeti açıklansın’

9 aylık ısrarlı bir arayışın ardından Toluk’un “kimliği meçhul kişi” olarak kimsesizler mezarlığına gömüldüğü gerçeği açığa çıktığını hatırlatan Dişli, “Ölümü tren kazası olarak kayıtlara geçse de Toluk’n ölümü şüphelidir. Toluk’un başına gelenler kamuoyuna tam olarak açıklanmalı ve onu kaybedenler yargılanarak cezalandırılmalıdır” dedi.

Cumartesi Anneleri’nin 572’nci oturma eylemi Diyarbakır Baro Başkanı Tahir Elçi’nin katledilmesinin üzerinden tam 15 hafta geçtiğinin hatırlatılması ile sona erdi. (DİHA)

 www.halkingunlugu.net
Share

ADKH’den Zürih’te “Göç ve Göçmenlik” paneli!

Avrupa’da 8 Mart Dünya emekçi kadınlar günü kapsamında yapılan etkinlikler devam ediyor. Bu etkinlikler kapsamında ADKH tarafından İsviçre-Zürih’te bir panel gerçekleştirildi

image image

 

 

 

 

 

 

HABER MERKEZİ (09.03.2016)-Avrupa Demokratik Kadın Hareketi, 6 Mart Pazar günü Saat 13.00’de Zürih-Winterthur Alevi Kültür Merkezi’nde “Göç ve Göçmenlik” konulu panel gerçekleştirdi. ADKH adına yapılan açılış konuşmasının ardından savaşta göç yollarında yaşamını yitirenler için saygı duruşu gerçekleştirildi. Panele, Neuchâtel Üniversitesi’den sosyolog İbrahim Soysüren, İsviçre Emek Partisi (PDA) adına hukukçu Nesrin Ulu, İsviçre Demokratik Haklar Federasyonu adına Zeynep Kara, Demokratik Kadın Hareketi adına Kıvılcım Arat ve Avrupa Demokratik Kadın Hareketi adına da Dilek Dal panelist olarak katıldı.

Avrupa’ya Göç Dalgası Artmakta!

Panelde ilk olarak söz alan sosyolog İbrahim Soysüren:

“Göç söz konusu olduğunda karmaşık toplumsal süreçlerden bahsedilmekte. Beklenmeyen sonuçları olan süreçlerden bahsediyoruz. Avrupa ülkelerindeki göç politikaları sonuçlarına baktığımızda başarısızlığa mahkûm süreçler olduğunu görmekteyiz. Arap Baharı olarak adlandırılan süreç 2010’da başladı ve savaştan kaçan insanlar öncelikle çevre ülkelere dağıldılar ve zamanla bu insanlar, Suriyeliler savaşın akabininde geriye dönüş umutlarını kestiler ve bununla birlikte Avrupa’ya doğru göç dalgalarının arttığını gördük.

Bugün, dünyada en fazla mülteci nüfusu Türkiye’de bulunmaktadır. Bugünkü Avrupa’ya göç eden insanlar ise aslında Suriye’den değil Türkiye’den gelmekte olduğunu söylemek zorundayız. Çünkü bu insanlar uzun süredir Türkiye’de sokaklarda yasamakta ve tek umutları Avrupa’ya gelmektir. Yani bu insanlar Suriye’den değil Türkiye’den gelmektedirler. Ve hepsi röportajlarda Türkçe konuşmaktadırlar. Bu Türkiye açısından sorgulanması gerekmektedir. Avrupa bir mülteci pazarlığı yapmaktadır. Avrupa’daki bakış, çevre ülkelerde kalırlar, biz de yârdim ederiz. Ancak Türkiye’deki koşullar çok kötü. Buraya gelenler Suriyeliler bu anlamda uzun bir süreç Türkiye’de kalıp orada yaşam imkânı bulamayarak Avrupa yollarına düşmüşler ve gelenlerin büyük oranının üniversite bitirmiş kimseler olduğunu gözlemlemekteyiz. Bu durum sınıfsal bir farklılığı da göstermektedir. Bu anlamda Avrupa Birliğinin istememe ve gözünü kapatması esasta Schengen özgürlük alanı yaratma hikâyesi ile dış sınırları artırarak, duvarları yükselterek içeridekilerin rahatça dolaşılması hesaplanmaktadır.

Ülkeler çitler ve duvarlar örmekte özellikle 2015 sonlarına doğru bu politikadan ötürü Makedonya’da 35 bin civarında insanın kaldığı söylenmekte. Deniz yolunun daha az kullanılmasının nedeni denizdeki ölümlerdir. İstatistikler 2014-2015 yıllarında 10 bin göçmenin Akdeniz’den Avrupa’ya geçerken yaşamını yitirdiğini göstermektedir. Uzmanlar daha fazla olduğunu yani 30 bine yakın insanın öldüğünü düşünmekte. Avrupa ülkeleri çerçevesinde güncel olarak yaşatılan ise korku, işgal kaygısıdır. Evet, Suriyeliler fazla, rahat yerlerden gelmiyorlar aylar süren zorlu yolculuklardan geliyorlar ve bu göz ardı ediliyor.

Avrupa’daki göçmenlik politikaları ile eskiden ekonomik göçmenleri istemiyoruz derlerdi. Şimdi ise kısacası istemiyoruz denmekte. Bugün yaşanan süreç, 2. Dünya savaşı sonrası en büyük göç dalgasıdır. Tüm Avrupa’da bunca gürültüye rağmen bir milyon üç yüz kişinin geldiğini görüyoruz. Almanya ise bu gelen ilticacı dalgasını çeken en önemli ülke olarak karşımıza çıkıyor. Türkiye, kısa bir sürede bu kadar bir mülteciyi barındırdığı için araştırmacılar açısından ilginç bir örnek olmakta.

Türkiye’nin bütün bir AB ilişkisi, para pazarlıkları göçmenler üzerinde şekillenmekte. Türkiye, AB açısından şu şekilde değerlendirilmekte; biz bunlarla anlaşamazsak geçen yıl gelen göçmen sayısının bir kaç katı göçmen sayısı ile karşı karşıya kalacağız, demektir. Bu durumdan kaynaklı uluslararası ilişkilerde Türkiye’nin yaptıklarına göz yummaya yol açmaktadır. AB, Zaman gazetesinin el konulmasına tepki göstermiş gibi görünse de esas da seslerini çıkarmamakta. Burada göç önemli bir faktör olmaktadır. Erdoğan rejiminin eleştirilmesi sınır kapılarının açılması korkusu yaşanmaktadır. Böyle bir pazarlık süreci söz konusuyken, öte yandan kötü şartlar altında insanlar hayatlarını sürdürmekte, bir daha geri dönemeyecekleri için ülkelerde hayatlarını kurmaya çalışıyorlar ve özellikle kadınlar ve çocuklar üzerinde kötü muameleler gözlemlenmektedir. Bu politikalar ile boşa çıkacaktır, bu şaşırtıcı değil önümüzdeki dönemde Suriye ile birlikte başlayan sürecin sonuçlarını tartışacağız.” diyerek sunumunu sonlandırdı.

Sınırlar, Yasalarla Güvence Altında!

İkinci panelist olarak katılan İsviçre Emek Partisi (PDA) aktivisti, hukukçu Nesrin Ulu:

“Tarihsel açıdan hukuk din ile iç içe geçmiştir, gerek tek tanrılı gerekse de çok tanrılı dinlerde de oluşturulan kurallar hukukun temelini oluşturmuş ve aydınlanma süreci ile devletin yasama organları tarafından yasalar düzenlenmeye başlanmış ve kolluk güçleri bu yasaların uygulanması rolünü üstlenmiş ve gerektiğinde şiddet kullanılmıştır.

Anaerkil hukuk sistemi varlığı araştırmalarla ortaya konulmuş, komünal yapılanma. Anaerkil toplumlarda egemenlik sisteminin olmadığı, kadın ile erkeğin eşit olduğunu vurgulamak gerekmektedir. Ortaçağda erk hukuk sistemi ile binlerce kadın cadı mahkemelerinde infaz edilmiştir. 9 milyon cadı avı gerçekleştirilmiştir.

Din, toplumun hukuk kuralları olarak varlığını sürdürmüştür. Kadınların taşlanması sadece İslam’a ait değil eski İncil’de kadınlar bölümünde aynı uygulamalar yer almaktadır. Bütün dinler kadının üzerinde özel tasavvur görmekte.

Erkek egemen hukuk sistemi aydınlanmadan sonra da çok fazla değişmedi. Bugüne kadar kadın kendi kimliği için çok mücadele vermiştir. Kürtaj hakkı, çalışma hakkı vs. bunlar için kadınlar mücadele verdi ve bunlar ölümü göze alarak mücadele ile kazanılan haklardır.

Bugün İsviçre yasalarında, dolandırıcılık suçu, şayet suçlanan kişi organize suç işlemişse 10 yıla kadar ceza alırken, yine tecavüz suçu da 10 yıllık cezaya tabi tutulmaktadır. Dikkat çektiğimiz paraya yönelik bütün suçlar kadına ve çocuğa yönelik suçlardan çok daha önemli görülmektedir. Bu durum erk hukuk sisteminin özelliğidir. Günümüzde bir sürü kadın göç etmektedir. Kadınlar, ekonomik iş gücü olarak kendi ailesini beslemek için başka ülkelerde ev içi alanlarda çalışmakta. En ağır koşullarda çalışıp en ciddi sömürüye cinsel saldırılara maruz kalmaktadır. Son savaşla göç eden kadınların sayısı erkekleri geçmiştir. Bu anlamda Suriye’de erkekler kalıp savaşırken kadınlar ve çocuklar göç yollarına düşmüşlerdir. Avrupa ise göçmenlere yönelik seçici davranmakta, diplomalı gençleri almakta. Göçmenlik Avrupa açısından kabul gören bir olgu değildir. Bu hukukta kayıt altına alınmıştır, yani sınırlar yasalarla güvence altına alınır. İsviçre konsolosluk ilticasını kaldırmış ve vize uygulamaları gibi, bütün bürokrasi gelmeleri zorlaştırmak için yapılmıştır. Hukuk: sokakta yapılır, parlamentoda değil, biz sokaktan çekilirsek, parlamento istediğini yapar.

Son yapılan ırkçı-göçmen karşıtı referandumda, sokağın pratiği sandığa yansımıştır. Hayır, oyu, başarıdır.”diyerek sözlerini sonlandırdı.

Irkçılık ve Faşizm Dayanak Olarak Kullanılıyor!

ADKH’nin gerçekleştirmiş olduğu “Göç ve Göçmenlik” panelinde üçüncü katılımcı olarak söz alan İsviçre Demokratik Haklar Federasyonu aktivisti Zeynep Kara:

“Emperyalist kapitalist sistemin dünyayı yaşanmaz hale getirdiğini görmekteyiz. Aşırı kar hırsı ile Ortadoğu halklarına kan kusturulmaktadır. Dünya genelinde üretimin 90% çok uluslu tekellerin elinde bulunmakta. Ekonomik yoksullaşma, mezhep savaşları, bölgesel savaşların olduğu bir dünya da yaşıyoruz. Bu açıdan göç ve göçmenlik olgusunu buradan tartışmak zorundayız. Bu da emperyalist sistemin bir sonucu olmaktadır. İDHF, göçmenlerin ekonomik, demokratik, hukuksal mücadelesini vermek açısından ortaya çıkmış bir politik kitle örgütüdür. Bu anlamda politik bir göçmen hareketi yaratma hedefindeyiz. Hukuki bir mücadelenin yanısıra, esas neden ekonomik öz ise biz bu mücadeleyi emperyalist kapitalist sistemden bağımsız ele alamayız, kalıcı toplumsal haklar ve dönüşümler için bu perspektifle faaliyetlerimizi örgütlemek zorundayız. Burjuva demokrasisi yerine devlet karşıtlığı ile duruşu göstermeliyiz.

Sistem yapısal krizini aşmak için ırkçılığı ve faşizmi hep dayanak olarak kullanmıştır.

Bütün göçmen örgütlülerinin bu yönlü bir gündemi olmalı ve platformlar kurulmalı.

ADHK olarak bizler, göçmenlik kapsamında “biz buradayız, çünkü siz oradasınız” kampanyası gerçekleştirmekteyiz. Sokak çalışmalarından panellere dek bu kampanya sürdürülüyor.” diyerek konuşmasını Berna Ünsal’ın “Yaşasın kadınların kurtuluşu, yaşasın insanların kurtuluşu, o özgür altınçağ mücadelemiz.” sözleriyle sonlandırdı.

Göç, Devlet Politikasıdır!

Demokratik Kadın Hareketi adına panele katılan Kıvılcım Arat:

“Zorunlu göç tartışmaları bağlamında yersiz yurtsuz kalma ve yeniden yapılanma sürecini kadın üzerinden ele almak daha doğru bir yöntemdir. Ev aynı zamanda bir direniş alanı olarak kadının kendi evini koruması gibi bir zorunluluk haline geliyor. Genel kuramlarda ev alanı geleneksel alan, özel alan olarak tanımlanmakta ve bu anlamda evi tartışıp politika üretmek gerekmekte ve genel olarak kadın ve ev özdeş anlamda kullanılmakta. Göç bir sonuç değil bir başlangıçtır, bu anlamda sonuç tanımlaması doğru değildir. Ev, kadın bir için bir varoluş alanı bu anlamda evin kaybedilmesi gündelik hayat pratiklerinin kaybedilmesi ve yeniden şekillendirilmesidir. Örnek köyden şehire yapılan göçte pratik değişimi gözlemlenmektedir. Ev, feminist ve sosyalist literatürde eleştirilmiş ve kadını kısıtlayan bir alan olarak belirlenmiştir. Ancak evin yalnızca baskıcı bir alan olmadığını anlamaktayız. Ev, ekonomik bir birim olarak; duygusal ve aidiyet noktasında mekânsal sınırların ötesinde, toplumsal ilişki alanlarının oluşturulduğu bir alan olarak karşımıza çıkmakta. Kürtlerde zorunlu göç bağlamında ev;

Kadın mekânı olarak tanımlanmaktadır. Sürgün ve zorunlu göç ile ev mekânsal alanı aşmakta, bu anlamda ev yurda, ataların bulunduğu toprağa ve aile ilişkilerin olduğu bir alan olmakta.

Ev, bu anlamda gündelik yaşamın takip edilmesi olmakta ve komşuluk sosyal ilişkilerin olduğu yerden yabancı alanlara taşınmakta.

Evin kaybı nasıl gerçekleşmekte; 90’lı yıllarda Türkiye’de zorunlu göç nasıl karşımıza çıkmakta.

Kürdistan’da gerillaların aktif faaliyetleri ile devlet tarafından zorunlu göç bir politika haline getirildi ve bölge kırsalının yeninden düzenlenmesi amaçlandı. Bu dönemlerde cinsel şiddet özellikle kadınlara sistemli bir şekilde uygulanmış. Bu anlamda savaşın ilk mağduru olarak kadınlar karşımıza çıkmaktadır.

Bu anlamda Dünya da toplumu ve bir halkı cezalandırmak adına kadına sistematik politikalar ile cinsel şiddet uygulanmıştır. Buna en bariz örnek Bosna-Sırp savaşıdır. Bugün bu savaştan kaynaklı tecavüz sonucu doğan binlerce çocuk var ve bu çocukları ne Sırplar ne de Bosnalılar kabul etmekte ve iki toplumun kabul etmemesi aidiyet kimliklerini oluşturmalarında engel teşkil etmektedir” diyerek konuşmasını bitirdi.

Kadınlar Direnişi Giydiğinde, Korku Duvarı Yıkılır!

Göç ve Göçmenlik panelinin son konuşmacısı olarak Avrupa Demokratik Kadın Hareketi adına Dilek Dal:

“Yaşadığımız bu bölgelerde emperyalizmin savaş planları yapılmakta ve Ortadoğu’da kanlı bir şekilde uygulanmaktadır. Avrupa devletleri savaş mağdurlarına sınırları kapatırken, insanları ölüm yolculuğuna sürüklemektedir. Bu göç yollarında özellikle kadınların ve çocukların yaşadıkları onlarca kalıcı travmalara yol açmaktadır. Uluslararası Af Örgütü, Irak ve Suriye’den yola çıkıp Avrupa’ya ulaşmaya çalışan kırk mülteci kadınla yaptığı röportajlar sonrası bir rapor yayınladı. Buna göre kadınlar göç yollarında tacize, tecavüze, şiddete uğramış. İnsan tacirlerinden güvenlik görevlilerine, askere; aynı çadırlarda kaldığı erkeklerden eşlerine dek şiddetin her türlüsünü psikolojik, fiziksel ve cinsel yönleriyle yaşamışlardır. Bilimsel araştırmalar uzun bir dönem göçmen kadınları konu edinmemiş. Göçmen kadın, 60’lı yıllardan sonra araştırmalarda yer almaya başlamıştır. Bu anlamda göçün kadınlaşması kavramı geliştirilmiştir. Avrupa gelişen sanayileşme ile birlikte ilk göç dalgalarında çoğunluklu olarak erkek iş gücüne ihtiyaç duymuş. Akabinde aile birleşimleri ile kadınlar ve çocuklar yoğunluklu olarak göç etmiştir. Günümüzde ise kadınlar erkeklere oranla daha fazla göç etmektedirler. Bu anlamda göçün kadınlaşması ayni zamanda is pazarının transformasyona uğraması, hizmet sektörünün artması ve kadının is gücüne ihtiyaç duyulmasıdır. Peki, göçmen kadınlar hangi alanlarda çalışmaktadırlar? Uluslararası çalışma örgütüne (ILO) göre dünya da 53 Milyon kişi ev islerinde çalışmakta ve bunun % 83’ ünü kadınlar oluşturmaktadır. Ancak bu sayı daha da fazla olabilir. Çünkü kayıtsız ve güvencesiz çalışmanın yoğun olduğu bir sektör. Yine göçmen kadınların yoğun olarak istihdam edildiği alanlar insan ticareti, hizmet sektörü, sağlık ve bakımdır. Mesela gerek özel evlerde gerekse de kurumlardaki yaşlı ve çocuk bakımı gibi. Bu işlerin ortak özelliği ise toplumsal statüsü düşük ve çalışma koşullarının esnek olmasıdır. Bunun yani sıra göçmen kadın isçiler bu alanlarda ucuz is gücü olarak görülmekte ve büyük bir sömürüye maruz kalmaktadırlar. Yine bu is alanlarda sendikalaşmanın, hak alma mücadelesinin eksikliğinden kaynaklı hak gaspları daha rahat uygulanmaktadır. Gördüğümüz üzere gerek sınıfsal, gerek cinsel gerekse de göçmen kimliğimizden ötürü daha fazla eşitsizliklere uğramaktayız.” diyerek konuşmasını şu sözlerle tamamladı:

“Göçmen olmamız, kadın olmamız, alt sınıftan olmamız bizleri eşitsizlikler piramidinin en altına katmaktadır. Her geçen gün ırkçılık artmakta, sosyal haklar geri alınmakta. Gelişen sağ eğilim ile sadece egemen ulus kimliği değil erk zihniyet de gelişmektedir. Çünkü sağ eğilim, kadını klasik rollerin içine hapsetmeye ve kazanılmış haklarını (doğrum kontrolü, annelik izni vs.) gasp etmeye yönelir. Bizler, bu yüzden mücadele ederken bir yönümüzü de buraya çevirmeliyiz. Burada yaşadığımız sorunlara karşı aktör olmalıyız. Bunun yolu da bir araya gelmemizdir. İşçi kimliğimizle sendikalarda, göçmen kimliğimizle ırkçılığa karşı platformlarda, yine savaş karşıtı platformlarda, kadın kimliğimizle kadın örgütlülüklerinde, enternasyonel çalışma alanlarda yer almalı, bizzat bu hareketlerin aktörleri olmalıyız. Çünkü kadınlar direnişi giydiklerinde, toplumda korku duvarı yıkılır. Bizler, ADKH olarak bu mücadelede politik tepkimizi ortaya koymak ve görünür kılmak için sizleri örgütlenmeye ve birlikte ses olmaya çağırıyoruz. ” vurgusuyla, ADKH’nin örgütlemiş olduğu “Göç ve Göçmenlik” paneli, soru-cevap bölümünün ardından sonlandırıldı.

www.halkingunlugu.net

Share

Avrupa’da Kadın örgütlerinin çağrısı ile bir araya gelen kadınlar, 8 Mart’ı coşkuyla karşıladı

Avrupa’da Kadın örgütlerinin çağrısı ile bir araya gelen kadınlar, 8 Mart’ı coşkuyla karşıladı

Avrupa Demokratik Kadın Hareketi’nin de içinde yer aldığı Kadın platformların çağrısıyla 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar günü vesilesiyle Avrupa’nın çeşitli ülkelerinde bir araya gelen kadınlar; Enternasyonal dayanışmanın mücadele ruhu ile sokaklarda sloganlarıyla 8 Mart’ı karşıladılar.

Duisburg’da Avrupa Demokratik Kadın Hareketi, Almanya Kürt Kadın Hareketi, Yeni Kadın, SKB, NAV-DEM Duisburg,  MLPD, Uluslararası Dayanışma Duisburg, VERDI sendikası Kadın Grubu, Pazartesi Yürüyüşü Duisburg  örgütleri, Stuttgart’ta; Stuttgart 8 Mart Platformu, Londra’da; Kürdistanlı ve Türkiyeli Kadınlar-8 Mart Platformu, Innsbruck’ta; İnnsbruck Kadın Platformu, Frankfurt’ta ; Frankfurt Demokratik Kadın Platformu, Köln’de; Mücadeleci Kadın Birliği-Köln, Paris’de Kadının Sesi platformunun çağrısıyla bir araya gelen kadınlar  katılmıştır. 8 Mart’ın sadece emekçi kadınların birlik, dayanışma günü değil, aynı zamanda insanca yaşamı, emeği, onuru savunduğu için zulme başkaldırmanın, yediden yetmişe kadın erkek herkesin günü vurgusu ile sürdürüldü. Organize eden kurumların konuşmalarına yer verilen mitinglerde, ortak vurgu, özgürlük için örgütlü mücadeleye oldu. Aynı zamanda kadın bedenine yönelik teşhire vurgu yapan kadınlar, Çıplak Bedenlerimiz Özgürlüğümüzdür ve Özsavunma haktır temasıyla alanlarda yerlerini aldılar.

Hazırlanan pankartların arkasında flama ve dövizleriyle yürüyen kadınlar; sık sık, “Yaşasın 8 Mart, Yaşasın Enternasyonal Kadın Dayanışması, Jin-Jiyan-Azadi,   sloganlarının yanı sıra, Almanca, Türkçe, Kürtçe, İngilizce  sloganlar attılar. ADKH bir hafta boyunca farklı eylemliliklerle 8 Mart’ı kutlamaya devam edecek.

image image

image

stut1 stut2 viyan8 viyan2 london2 london8 insbruck.4 insbruck.5 frank4 frank5 duis2 duis4

Share

“Kadının rengini yansıtacak bir döneme hazırlanıyoruz”

Kadının sadece annelik üzerinden tanımlandığı, katillerinin ‘ağır tahrik’ ve ‘iyi hal’ indirimleri ile ödüllendirildiği, örgütlü ve militan kadınların direk hedef alınarak katledildiği böylesi bir süreçte kurultayın “Kadın yönetime, Kadın iktidara” şiarı ile somutlaştırılması önemli bir yerde duruyordu. Kadını erkeğe bağımlı ve sadece ev içinde tanımlayan bir toplumsal düzenin karşısında Demokratik Kadın Hareketi olarak iddiamız yaşamın her alanında öncüleşmek, önderleşmek ve özgürleşmektir. Fikir öncümüz olan komünist kadın Berna Saygılı şahsında ölümsüzleşen kadınlarımızın bıraktığı mücadele mirasını daha ileriye taşımak öncüleşen, önderleşen ve özgürleşen kadını var edebilecek bir örgütlenme ile olacaktır. Bu perspektiften baktığımızda bu şiar hem nihai hedefimizi özetliyor hem de bulunduğumuz alanlarda ön açıcı olacak politikaların temelini hazırlıyor

dkh (1)

HABER MERKEZİ(07-03-2016)-  Demokratik Kadın Hareketi’nin 13-14 Şubat tarihlerinde gerçekleştirmiş oldukları 3. Kurultayı hakkında gazetemizin 117. sayında “Kadının rengini yansıtacak bir döneme hazırlanıyoruz” başlığıyla yayınlanan röportajı okurlarımızla paylaşıyoruz.

Halkın Günlüğü Gazetesi: DKH olarak 13-14 Şubat’ta 3. Kurultayınızı gerçekleştirdiniz. Kurultay örgütleme sürecini anlatır mısınız?

Demokratik Kadın Hareketi: Kurultay örgütleme süreci bizim için yoğun bir süreçti. Uzun bir aradan sonra gerçekleştirdiğimiz kurultayımızda yeni gündemlerin tartışılması, süreç tahlili ve kadın hareketi olarak yeni politik yönelimimizi tartıştığımız bir alt kurultaylar süreci geçirdik. Bu kapsamda Kürdistan, Ege, İç Anadolu, Marmara alt kurultaylarını örgütledik. Alt kurultaylarda madde madde tartışılan programın yanı sıra; öz savunma, meclis örgütlenmeleri, seks işçiliği gibi konularda tartışılarak programlaştırıldı. Alt kurultay tartışmalarının bitmesinin ardından 13-14 Şubat tarihinde “Kadın yönetime, kadın iktidara” şiarı ile gerçekleştirdiğimiz kurultay, fikir öncümüz olan komünist kadın Berna Saygılı başta olmak üzere, özelde Kürdistan coğrafyasında çıplak bedenleriyle mücadeleyi büyütenlere ve mücadele içinde sonsuzluğa uğurladığımız tüm kadınlara atfedildi. İki gün süren kurultayın ilk günü program tartışmalarına ayrılırken ikinci gün ise “Güncel-Siyasal Gelişmeler”, “Medya ve Eril Dil” ve “ Seks İşçiliği” üzerine yapılan sunumların ardından son buldu.

H.G: Kurultayınızın ana şiarı “Kadın Yönetime, Kadın İktidara” idi. Bu şiar ile hedeflerinizi açıklar mısınız?

DKH: AKP iktidarı ile birlikte Türk, Sünni ve erkek iktidarın dışında kalan herkes oluşturulan saldırı konseptinin hedefi haline getirildi. Bu saldırılardan en fazla nasiplenen kesimlerin başında ise kadınlar geliyor. AKP iktidarı şahsında hayat bulan ırkçı, faşist, tekçi, erkek zihniyet kadın katliamlarının önüne geçmek bir yana katliamları meşrulaştıran ve artmasını sağlayan bir noktadan politika üretmeye devam ettiler. Kadını üretim içerisinde sadece ucuz iş gücü olarak gören bu zihniyet annelik dışında bir misyonu ise kadına layık görmedi.

Kadının sadece annelik üzerinden tanımlandığı, katillerinin ‘ağır tahrik’ ve ‘iyi hal’ indirimleri ile ödüllendirildiği, örgütlü ve militan kadınların direk hedef alınarak katledildiği böylesi bir süreçte kurultayın “Kadın Yönetime, Kadın İktidara” şiarı ile somutlaştırılması önemli bir yerde duruyordu. Kadını erkeğe bağımlı ve sadece ev içinde tanımlayan bir toplumsal düzenin karşısında Demokratik Kadın Hareketi olarak iddiamız yaşamın her alanında öncüleşmek, önderleşmek ve özgürleşmektir. Fikir öncümüz olan komünist kadın Berna Saygılı şahsında ölümsüzleşen kadınlarımızın bıraktığı mücadele mirasını daha ileriye taşımak öncüleşen, önderleşen ve özgürleşen kadını var edebilecek bir örgütlenme ile olacaktır. Bu perspektiften baktığımızda bu şiar hem nihai hedefimizi özetliyor hem de bulunduğumuz alanlarda ön açıcı olacak politikaların temelini hazırlıyor. Az evvel de bahsettiğimiz gibi şiarın 3 Kurultay’ın önemli hedefi; öncüleşmek, önderleşmek ve özgürleşmek

H.G: Bundan sonraki dönem planlamalarınız nelerdir?

DKH: Demokratik Kadın Hareketi olarak yeni dönemi büyük bir kampanya ile karşılamayı planlıyoruz. Bu kampanyanın esas amacı; kadın meclislerini oluşturmak ve daha geniş kadın kitlesine ulaşmak olacak. İşte tam da bu zorunluluktan yola çıkarak kadın meclislerini oluşturmak için kampanyalar örgütlemeyi önümüze koyduk. Kadın bültenini uzun zamandır çıkartamadık, yeni sürecimizin heyecanıyla bülten çalışmalarımız başlayacak. Kadının rengini yansıtacak bir döneme hazırlanıyoruz; kısacası yoğun bir dönem bizleri bekliyor.

H.G: Son olarak başta Kürdistan olmak üzere birçok alanda kadınlar sistematik saldırılara maruz kalıyor ve hedef haline getiriliyor buna dair ne söylemek istersiniz?

DKH: Devletin uyguladığı savaş konseptiyle birlikte Ağustos ayından bu yana toplam 81 kadın devlet tarafından katledildi. Ekin Wan ile başlayan süreç 57 yaşında 7 gün boyunca cenazesi sokakta bırakılan Taybet İnan ile devam etti. Kürt kadının verdiği görkemli direniş ile kadınlara yönelen saldırılar arttı. Ve bu süreçte sorgulayan, örgütlenen, öncüleşen tüm kadınlar hedef alınarak katledildi. Kürdistan’da hendek direnişinde katledilen kadınların yanı sıra Batı’da devrimci, militan kadınlar ev baskınlarında katledildi ve görüntüleri basına “sızdırıldı.” TC’nin tarihi kanlıdır. Biz nasıl ki kendi tarihimizden öğrenerek ilerliyorsak, TC’de kendi tarihinden biliyor örgütlenen kadınların neler yapabileceğini… Merallerden, Barbaralardan, Sakinelerden, Sabahatlardan, Sefagüllerden, Yelizlerden, Bernalardan biliyor kadının örgütlü gücünü. Ve bunu bildiğinden dolayı saldırılarını aynı sertlikle devam ettiriyor. Bu saldırılara verilecek en yerinde cevap ise; örgütlenmeyi geliştirmek ve yüzyıllardır süren kavgamızı büyütmek olacaktır.

kaynak; halkingunlugu.net

Share